Dilin Evrimi: Bilincinin Bilincinde İnsanın Belirmesi
Bickerton’un, bağlantısını verdiğim önceki yazımda bahsettiğim kitabında Dil ve Bilinç adında ilginç bir bölüm var.
Yazar, Bilinç – 1 ve Bilinç – 2 (bundan sonra 1.Bilinç, 2.Bilinç vb)olarak adlandırdığı iki farklı bilinçten bahsediyor. Tüm yaratıklar, biz de dâhil, diyor, 1.Bilinci farklı düzeylerde ve zenginliklerde içeriyoruz; yani kendimizi ve çevremizi farkındayız. 1.Bilinci yazar çevrim-içi faaliyet olarak tanımlıyor; yani günlük yaşamın anlık gereklilikleriyle ilişkili. 2.Bilinç ise canlının bilincinin bilincinde, farkındalığının farkında olması ve dolayısıyla, ancak beyni, bu çevrim-içi çevresel etkileşim trafiğinin dışında kalabilecek bölümler üretmiş türlerde ortaya çıkabilir. Diğer bir deyişle, 1.Bilincin alanı çevreden gelen veriler, yani dışarısı olurken, 2.Bilincin alanıysa 1.Bilincin kendisi, onun dışarıdan aldığı verilere göre ürettiği temsiller, sonuçlar oluyor. Bu arada, 2.Bilincin var olabilmesi için beyinde farklı alanlar olması şartına ilaveten, yazar ayrıca dilin de şart olması gerektiğini söylüyor. Yani 2.Bilinç canlılarının dili olması gerekiyor. Çünkü, diyor Bickerton, böyle bir alan başka türlü nasıl ortaya çıkabilirdi, eğer dil olmasaydı?
Burada bir an durup çok kısaca Bickerton’un dilin ortaya çıkışını nasıl açıkladığına değinmek gerekiyor. İlginç bir soru yöneltiyor yazar: Biz insanları akıllı kılan beynin büyümesi midir? Oysa, diyor yazar sorusuna yanıt olarak, beyin büyümesi sırasında insan zekâsına dair işaretler neredeyse hiç yok; göremiyoruz. Aksine, insan zekâsının ürünlerini, beyin büyümesi durduktan sonra görmeye başlıyoruz. Beyinleri daha küçük ve artık büyümeyen Homo sapiens sapiens’le birlikte insan konuşuyor ve aklını kullanmaya başlıyor. Beyni daha büyük Homo sapiens neandertahalis’te aynı sonucu göremiyoruz. Dolayısıyla, insan zekâsının ortaya çıkışını insan beyninin büyümesinden ziyade, bu beynin radikal bir değişiklikten geçerek farklı bir şeye dönüşmüş olmasıyla açıklamamız gerekiyor. Farklı bir açıklama olarak, iki evreli bir evrim modeli öneriyor Bickerton. Birinci evrede belli bir yeteneğin ortaya çıkışı beynin büyümesine yol açıyor; sağladığı avantajlardan ötürü. İkici evredeyse, bu büyümüş ve büyümekte olan beyin radikal bir değişimle bizim türümüzü yaratıyor ve artık beynin daha fazla büyümesine gerek kalmıyor. Sözlük ve sözdizimi, yani lexicon ve syntax, yazarımıza göre, bu iki farklı evrenin karakterleri. Birinci evrede, yani ön-dil evresinde, geniş bir sözcük dağarcığı beliriyor; beynin büyümesi bununla ilgili. İkinci evredeyse, yani dil evresinde, sözdizimi ortaya çıkıyor ve beynin daha fazla büyümesine gerek kalmıyor.
Burada unutulmaması gereken bir nokta var: Çevrim-dışı düşünmenin çevrim-içi düşünme varken ortaya çıkması gerekiyor. Yani çevrim-dışı düşünme çevrim-içi düşünmenin evrime uğramış hali değil. Aksi takdirde, söz konusu canlının hayatta kalma şansı iyice kısıtlanmış olabilir ki, muhtemelen uzun süre hayatta kalmayacaktır bu durumda. Çevrim-içi düşünme o anda alınan veriye o anda tepkide bulunmayla ilgili olduğundan, çevrim-dışı düşünmenin çıkması için beyinde farklı bir bölümün oluşmaması demek, bu canlının çevrim-içi faaliyetlerinin sekteye uğraması anlamına gelecektir. (Bu arada Bickerton’un her ikisini düşünme olarak adlandırdığını ve çevrim-dışı düşünmeyi de genelde zekânın değil, insan zekâsının nedeni, onu ortaya çıkartan koşul olarak gördüğünü de belirtmek isterim.) Ama çevrim-dışı düşünmenin ortaya çıkışının sonuçta çevreden alınan veya gelen verilerin işlenmesiyle ilgili olduğunu da belirtmek gerekiyor. Bir avantaj söz konusu ki, böyle bir işlev beliriyor. Bu tabii ki insan zekâsı olamaz. Çünkü çevrim-dışı düşünmenin, çevrim-içi düşünmenin yerini alması söz konusu değil. Dolayısıyla, bu avantajın aslında çevrim-içi düşünmenin üstlendiği faaliyet veya faaliyetlere katkıda bulunmasından ötürü belirmiş olması gerekiyor. Bu katkıda da tabii ki organizmanın varlığını sürdürmesine yardımcı faaliyetlere oluyor.
Çevreye dair tehlike işaretleri, çevreye ve diğer canlılara dair bilgi; bu gibi alanlarda çevrim-dışı düşünme ilk başta önemli bir işlev yüklenmiş olabilir. Örneğin karşılaşılan bir leopara o anda tepki gösterilirken, çevrim-içi düşünceyi kullanıyoruz; aynı şekilde araba kullanırken, aniden beliren bir kaza ihtimalinden kurtulmaya çalışırken de. Ama o leopara karşı strateji geliştirmeye kalkıştığımızda, işte burada devreye çevrim-dışı düşünme giriyor. Çevrim-dışı düşünce bu noktada yaşama şansını arttırıcı katkıda bulunuyor. Bickerton’a dönecek olursak, beyinlerimiz büyüdü, çünkü büyük beyinlerle diğerlerini uzaktaki tehlikelerden haberdar edebildik, daha fazla yararlı bilgi toplayabildik, yiyecek arama, toplama faaliyetlerini planlayabildik ve bu benzeri birçok şey. Ama bu bizi hemen zeki kılmadı. Aksine, arkeolojik bulgulara baktığımızda, uzun bir süre (ör. Homo habilis, Homo erectus, Homo sapiens neandertahalis) çok parlak atılımlar görmüyoruz ve sonra aniden (Homo sapiens sapiens) büyük bir sıçrama veya patlama beliriyor. Bu da çevrim-dışı düşünmenin kendisinin de farklı evrelerinin olduğunu düşündürüyor ki, nitekim Bickerton’un sözlük ve sözdizimi ayırımı burada devreye giriyor. İlk aşama sözcük dağarcığının büyümesi, sözcüklerin yaratılması. Daha sonra sözcüklerin birleştirilmesi, yani gramer geliyor. İlk baştaki koşullarda avantaj olarak beliren, daha fazla sözcük yaratabilme yeteneği. Ama bir süre sonra (bu bir süre tabii ki epey uzun) daha karmaşık ifadelerin yapılabilmesini mümkün kılan sözdizimi, gramer beliriyor. Ve insan bilincinde olmanın bilincinde olmaya başlıyor. On dokuzuncu yüzyıl Marksist düşüncede karşımıza çıkan, insanın eli sayesinde zekâsının geliştiğine benzer bir açıklama bu; ama burada elin yerini dil alıyor. Zeki olduğumuzdan dil çıkmıyor ortaya, dil çıktığı için, konuşabildiğimiz için zeki oluyoruz, diyor Bickerton, daha önce belirttiğim gibi.
Aslında tam bu noktada Bickerton’dan farklı bir şey düşünebilir. Sözdizimi elbette karmaşık önerilerin yapılmasını, fikirlerin ortaya atılmasını sağlıyor ama burada bir sıra belirlemek yine de pek kolay değil gibi. Öyle bir nokta söz konusu ki, bu ikinci evreye, sözdizimi evresine adım atmak için, iki şeyin aynı anda ortaya çıkması gerekiyor. Tesadüfen sözcüklerin birleştirilmesi başlıyor. Ne bileyim, bağlaçlar başlıyor, veya zamanlar çıkıyor, ya da bir başkasının söylediğini iletme, dolayısıyla birden fazla referans, yan cümlecik beliriyor. Bunlar elbette bir anda ortaya çıkmıyor; ne de hepsi aynı anda beliriyor. Ama bir tanesinin bile belirmesi, artık o insanın, her kimdiyse o ilk insan, bir şeyleri farklı düşünmeye başladığını gösteriyor. Aklında olan, eldeki sözcüklerle tam olarak ifade edilemeyecek daha karmaşık fikri iletmek için başka türlü sözcüklere ihtiyaç duyuyor, böyle bir ihtiyacı fark ediyor ve gerekeni yapıyor. İnsan zekâsının tam bu noktada başladığı da söylenebilir. Yani bu ikinci aşamanın ortaya çıkması için daha zeki birilerinin belirmesi gerektiği de söylenebilir ama diğer yandan o ana kadar var olmuş çevrim-dışı düşünme ve ön-dilin bu zekiliğe yol açtığını da söyleyebiliriz. Çok uzun bir bekleme dönemi olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla ikinci ilişkiyi kurmak daha zor. Ama birinci de bu sefer bu ilk zeki insanı ortaya çıkaran nedeni başka bir yerde aramamızı gerektiriyor. Sanırım bugün de çok farklı bir yerde olmadığımızı söyleyebiliriz. Önemli adımlar az sayıda zeki insan tarafından atılıyor. Ama sonuçta çevrim-dışı düşünmeyi yapabilecek bireylerin var olabilmesini sağlayacak koşulların asıl belirleyici olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Dönüm noktaları niteliğindeki adımlar ortalamanın üstünde düşünen bireylerden çıkıyor. Bu da bir şekilde bu bireylerin çevrim-dışı düşünmeyi daha fazla yapmasını sağlayacak koşulların sağlanmasıyla ilgili bir şey ve burada da tekrar ilk noktaya geliyoruz: Çevrim-dışı düşünmenin ilkel biçimi, büyüyen beyinle birlikte sözcük dağarcığının arttığı ilk evre, insanın hayatta kalma şansını arttırıyor. Bu da muhtemelen bu tür bireylerin sayısının artmasına neden oluyor. Bu tür şekilde düşünmeye daha fazla zaman ayıran bireylerin hayatta kalma şans ve süreleri artıyor. Bu da sonunda, uzun bir süre geçtikten sonra, bir sonraki evreyi getiriyor.
Sanırım 1.Bilinç ve 2.Bilinç konusuna bir sonraki yazıda devam edeceğim.
Yazar, Bilinç – 1 ve Bilinç – 2 (bundan sonra 1.Bilinç, 2.Bilinç vb)olarak adlandırdığı iki farklı bilinçten bahsediyor. Tüm yaratıklar, biz de dâhil, diyor, 1.Bilinci farklı düzeylerde ve zenginliklerde içeriyoruz; yani kendimizi ve çevremizi farkındayız. 1.Bilinci yazar çevrim-içi faaliyet olarak tanımlıyor; yani günlük yaşamın anlık gereklilikleriyle ilişkili. 2.Bilinç ise canlının bilincinin bilincinde, farkındalığının farkında olması ve dolayısıyla, ancak beyni, bu çevrim-içi çevresel etkileşim trafiğinin dışında kalabilecek bölümler üretmiş türlerde ortaya çıkabilir. Diğer bir deyişle, 1.Bilincin alanı çevreden gelen veriler, yani dışarısı olurken, 2.Bilincin alanıysa 1.Bilincin kendisi, onun dışarıdan aldığı verilere göre ürettiği temsiller, sonuçlar oluyor. Bu arada, 2.Bilincin var olabilmesi için beyinde farklı alanlar olması şartına ilaveten, yazar ayrıca dilin de şart olması gerektiğini söylüyor. Yani 2.Bilinç canlılarının dili olması gerekiyor. Çünkü, diyor Bickerton, böyle bir alan başka türlü nasıl ortaya çıkabilirdi, eğer dil olmasaydı?
Burada bir an durup çok kısaca Bickerton’un dilin ortaya çıkışını nasıl açıkladığına değinmek gerekiyor. İlginç bir soru yöneltiyor yazar: Biz insanları akıllı kılan beynin büyümesi midir? Oysa, diyor yazar sorusuna yanıt olarak, beyin büyümesi sırasında insan zekâsına dair işaretler neredeyse hiç yok; göremiyoruz. Aksine, insan zekâsının ürünlerini, beyin büyümesi durduktan sonra görmeye başlıyoruz. Beyinleri daha küçük ve artık büyümeyen Homo sapiens sapiens’le birlikte insan konuşuyor ve aklını kullanmaya başlıyor. Beyni daha büyük Homo sapiens neandertahalis’te aynı sonucu göremiyoruz. Dolayısıyla, insan zekâsının ortaya çıkışını insan beyninin büyümesinden ziyade, bu beynin radikal bir değişiklikten geçerek farklı bir şeye dönüşmüş olmasıyla açıklamamız gerekiyor. Farklı bir açıklama olarak, iki evreli bir evrim modeli öneriyor Bickerton. Birinci evrede belli bir yeteneğin ortaya çıkışı beynin büyümesine yol açıyor; sağladığı avantajlardan ötürü. İkici evredeyse, bu büyümüş ve büyümekte olan beyin radikal bir değişimle bizim türümüzü yaratıyor ve artık beynin daha fazla büyümesine gerek kalmıyor. Sözlük ve sözdizimi, yani lexicon ve syntax, yazarımıza göre, bu iki farklı evrenin karakterleri. Birinci evrede, yani ön-dil evresinde, geniş bir sözcük dağarcığı beliriyor; beynin büyümesi bununla ilgili. İkinci evredeyse, yani dil evresinde, sözdizimi ortaya çıkıyor ve beynin daha fazla büyümesine gerek kalmıyor.
Burada unutulmaması gereken bir nokta var: Çevrim-dışı düşünmenin çevrim-içi düşünme varken ortaya çıkması gerekiyor. Yani çevrim-dışı düşünme çevrim-içi düşünmenin evrime uğramış hali değil. Aksi takdirde, söz konusu canlının hayatta kalma şansı iyice kısıtlanmış olabilir ki, muhtemelen uzun süre hayatta kalmayacaktır bu durumda. Çevrim-içi düşünme o anda alınan veriye o anda tepkide bulunmayla ilgili olduğundan, çevrim-dışı düşünmenin çıkması için beyinde farklı bir bölümün oluşmaması demek, bu canlının çevrim-içi faaliyetlerinin sekteye uğraması anlamına gelecektir. (Bu arada Bickerton’un her ikisini düşünme olarak adlandırdığını ve çevrim-dışı düşünmeyi de genelde zekânın değil, insan zekâsının nedeni, onu ortaya çıkartan koşul olarak gördüğünü de belirtmek isterim.) Ama çevrim-dışı düşünmenin ortaya çıkışının sonuçta çevreden alınan veya gelen verilerin işlenmesiyle ilgili olduğunu da belirtmek gerekiyor. Bir avantaj söz konusu ki, böyle bir işlev beliriyor. Bu tabii ki insan zekâsı olamaz. Çünkü çevrim-dışı düşünmenin, çevrim-içi düşünmenin yerini alması söz konusu değil. Dolayısıyla, bu avantajın aslında çevrim-içi düşünmenin üstlendiği faaliyet veya faaliyetlere katkıda bulunmasından ötürü belirmiş olması gerekiyor. Bu katkıda da tabii ki organizmanın varlığını sürdürmesine yardımcı faaliyetlere oluyor.
Çevreye dair tehlike işaretleri, çevreye ve diğer canlılara dair bilgi; bu gibi alanlarda çevrim-dışı düşünme ilk başta önemli bir işlev yüklenmiş olabilir. Örneğin karşılaşılan bir leopara o anda tepki gösterilirken, çevrim-içi düşünceyi kullanıyoruz; aynı şekilde araba kullanırken, aniden beliren bir kaza ihtimalinden kurtulmaya çalışırken de. Ama o leopara karşı strateji geliştirmeye kalkıştığımızda, işte burada devreye çevrim-dışı düşünme giriyor. Çevrim-dışı düşünce bu noktada yaşama şansını arttırıcı katkıda bulunuyor. Bickerton’a dönecek olursak, beyinlerimiz büyüdü, çünkü büyük beyinlerle diğerlerini uzaktaki tehlikelerden haberdar edebildik, daha fazla yararlı bilgi toplayabildik, yiyecek arama, toplama faaliyetlerini planlayabildik ve bu benzeri birçok şey. Ama bu bizi hemen zeki kılmadı. Aksine, arkeolojik bulgulara baktığımızda, uzun bir süre (ör. Homo habilis, Homo erectus, Homo sapiens neandertahalis) çok parlak atılımlar görmüyoruz ve sonra aniden (Homo sapiens sapiens) büyük bir sıçrama veya patlama beliriyor. Bu da çevrim-dışı düşünmenin kendisinin de farklı evrelerinin olduğunu düşündürüyor ki, nitekim Bickerton’un sözlük ve sözdizimi ayırımı burada devreye giriyor. İlk aşama sözcük dağarcığının büyümesi, sözcüklerin yaratılması. Daha sonra sözcüklerin birleştirilmesi, yani gramer geliyor. İlk baştaki koşullarda avantaj olarak beliren, daha fazla sözcük yaratabilme yeteneği. Ama bir süre sonra (bu bir süre tabii ki epey uzun) daha karmaşık ifadelerin yapılabilmesini mümkün kılan sözdizimi, gramer beliriyor. Ve insan bilincinde olmanın bilincinde olmaya başlıyor. On dokuzuncu yüzyıl Marksist düşüncede karşımıza çıkan, insanın eli sayesinde zekâsının geliştiğine benzer bir açıklama bu; ama burada elin yerini dil alıyor. Zeki olduğumuzdan dil çıkmıyor ortaya, dil çıktığı için, konuşabildiğimiz için zeki oluyoruz, diyor Bickerton, daha önce belirttiğim gibi.
Aslında tam bu noktada Bickerton’dan farklı bir şey düşünebilir. Sözdizimi elbette karmaşık önerilerin yapılmasını, fikirlerin ortaya atılmasını sağlıyor ama burada bir sıra belirlemek yine de pek kolay değil gibi. Öyle bir nokta söz konusu ki, bu ikinci evreye, sözdizimi evresine adım atmak için, iki şeyin aynı anda ortaya çıkması gerekiyor. Tesadüfen sözcüklerin birleştirilmesi başlıyor. Ne bileyim, bağlaçlar başlıyor, veya zamanlar çıkıyor, ya da bir başkasının söylediğini iletme, dolayısıyla birden fazla referans, yan cümlecik beliriyor. Bunlar elbette bir anda ortaya çıkmıyor; ne de hepsi aynı anda beliriyor. Ama bir tanesinin bile belirmesi, artık o insanın, her kimdiyse o ilk insan, bir şeyleri farklı düşünmeye başladığını gösteriyor. Aklında olan, eldeki sözcüklerle tam olarak ifade edilemeyecek daha karmaşık fikri iletmek için başka türlü sözcüklere ihtiyaç duyuyor, böyle bir ihtiyacı fark ediyor ve gerekeni yapıyor. İnsan zekâsının tam bu noktada başladığı da söylenebilir. Yani bu ikinci aşamanın ortaya çıkması için daha zeki birilerinin belirmesi gerektiği de söylenebilir ama diğer yandan o ana kadar var olmuş çevrim-dışı düşünme ve ön-dilin bu zekiliğe yol açtığını da söyleyebiliriz. Çok uzun bir bekleme dönemi olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla ikinci ilişkiyi kurmak daha zor. Ama birinci de bu sefer bu ilk zeki insanı ortaya çıkaran nedeni başka bir yerde aramamızı gerektiriyor. Sanırım bugün de çok farklı bir yerde olmadığımızı söyleyebiliriz. Önemli adımlar az sayıda zeki insan tarafından atılıyor. Ama sonuçta çevrim-dışı düşünmeyi yapabilecek bireylerin var olabilmesini sağlayacak koşulların asıl belirleyici olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Dönüm noktaları niteliğindeki adımlar ortalamanın üstünde düşünen bireylerden çıkıyor. Bu da bir şekilde bu bireylerin çevrim-dışı düşünmeyi daha fazla yapmasını sağlayacak koşulların sağlanmasıyla ilgili bir şey ve burada da tekrar ilk noktaya geliyoruz: Çevrim-dışı düşünmenin ilkel biçimi, büyüyen beyinle birlikte sözcük dağarcığının arttığı ilk evre, insanın hayatta kalma şansını arttırıyor. Bu da muhtemelen bu tür bireylerin sayısının artmasına neden oluyor. Bu tür şekilde düşünmeye daha fazla zaman ayıran bireylerin hayatta kalma şans ve süreleri artıyor. Bu da sonunda, uzun bir süre geçtikten sonra, bir sonraki evreyi getiriyor.
Sanırım 1.Bilinç ve 2.Bilinç konusuna bir sonraki yazıda devam edeceğim.
'Bickerton’dan farklı bir şey düşünebilir' diye başladığın paragrafta önerdiğin "sapma" üstyapı-altyapı diyalektiğine uyuyor!
YanıtlaSilartığın varlığı sayesinde çevrimiçi-çevrimdışı etkileşimine zaman kalıyor ve bu da sonunda 'bir sonraki evreyi getiriyor.'
öyledir ama ortalamanın(!) üstünde düşünen beyinlerin de belli bir dozun, yani "dönemsel genel koşullar çerçevesiyle verilen" bir çeşit kritik sayısal eşiğin üstünde olması gerekir.
çok enteresan bir kitapmış gerçekten. eline sağlık. iyi çalışmalar