Neolitiğin Bereket/Doğurganlık Tanrıçası Fikrine Farklı Bir Yaklaşım
Kadın-Egemen ya da Anaerkil Dünya Hiçbir Zaman Olmamış Olabilir mi?
İlginç bir kitap okuyorum: Culture in Mind – Cognition, Culture and the Problem of Meaning. Yazarı Bradd Shore. Şu anda Dreamtime Learning, Inside-Out: The Narrative of the Wawilak Sisters adlı dokuzuncu bölümü bitirdim; Avustralya yerlilerinden Murngin topluluğuyla ilişkili bir çalışma. Bazı yerler özellikle ilgimi çekti. Ufak notlar düşeceğim.
I. “In the Wawilak story as in life, men never overcome their reliance on women to reproduce themselves. The narrative suggests that men must forever wrest their sons from their wives and complete their birth by forms of symbolic creation. Symbolic transformation upstages organic transformation but never really overcomes it. The very forms of men’s rituals call to mind physiological processes at the same moment as they seek to deny them. Male symbols of ritual potency are transformations of female symbols of fecundity. As such, they point to the centrality of women’s physiological processes at the same time as they attempt to cancel them” (219).
Yukarıdaki paragrafı özetleyecek olursam, burada, bu toplulukla ilişkili olarak, bir kadın erkek mücadelesinden bahsediliyor. Erkeklerin daimi kavgası oğullarını karılarının ellinden alarak onları simgesel olarak yeniden hayata getirmek ki, erkek olsunlar, ya da avcı, her neyse. Eğer söz konusu topluluk hafiften erkek-egemene kayıyorsa ve avcılığa da özel bir anlam atfediliyorsa, böyle bir mücadelenin varlığı hiç de şaşırtıcı değil. Hele bir de erkek çocuklarının da kız çocukları gibi hayatlarının ilk dönemlerinde anneleri tarafından yetiştirildiklerini (birçok toplumda olduğu gibi) ve ergenliğe geçerken artık erkek dünyasına adım atmaları gerektiğini hesaba katacak olursak, epey ilginç bir mücadele.
Burada yazar ayrıca erkek simgelerini güç ve kadın simgelerini de doğurganlık kavramlarıyla ilişkilendiriliyor. Aklıma neolitik dönemle ilişkilendirilen meşhur bereket tanrıçası, doğurgan ana modeli geldi. Bizim dünyamızda bu çok daha farklı bir şekilde yorumlanıyor…ve haliyle abartılıyor. Ama burada anlatılanlar bir anda epey makul (en azından bana) bir model sunuyor gibi geldi bana. Yazar metinde ayinsel gücün erkeklerin elinde olmasından da bahsediyor. Kadının doğurganlığına ilişkin simgelerin varlığı, bu neolitik yerleşimlerde hep doğurganlık temelli bir dinin olduğunu düşündürmüştür. Oysa aksine tapınılan değil, alt edilmeye çalışılan bir din (ne kadar din denebilirse) ya da simgesel bir alan söz konusu olmuş olabilir. Her görüleni, bulunanı, sürekli el üstünde tutulan bir şeyler olarak düşünmemek gerekiyor. Doğurganlık bir yandan takdir görmüş, bir yandan da alt edilmesi gereken bir şey olarak görülmüş olabilir. Oysa biz hâlâ bir türlü kendi dinlerimizin sunduğu modellerin dışına çıkamıyoruz.
Kadının doğurganlığı erkek çocuğu veriyor ama erkeğin erkek olması için ikinci bir doğum daha yaşaması gerekiyor ve burada devreye erkeğin ayinsel/dini gücü, onun simgeleri giriyor.
Nitekim:
“For the Murngin, it is the role of men to transform the flow of blood into a coagulated form that can be channeled into the production of life. In physical birth, male penetration forces menstrual blood into the uterus, where it can clot and form a fetus. In the second birth, initiation, men’s own “arm blood” is allowed to coagulate and is then stuck back on novices to transform them into totemic Wongar creatures. Such ritually “bound” blood is held to be especially potent and especially dangerous to women (warner, 1936/1958: 237) (221).”
Bağlantıyı kan kuruyor diyebiliriz. Kanın pıhtılaşması. Doğum erkeğin vajinaya girerek kanamayı bir tıkaç gibi durdurması ve böylece pıhtılaşmayı başlatmasıyla gerçekleşiyor. Pıhtılaşma bedene dönüşüyor. İkinci doğumsa çok daha sonra erkeğin başlangıç töreninde belli bir yerinin, burada kolunun, kesilmesiyle gerçekleşiyor. Bu seferki pıhtılaşma başka bir şeye dönüşmeyi sağlıyor k, bu da o oğlan çocuğuna erkek olarak kimliğini veriyor.
Burada bariz bir şekilde çok daha farklı bir mücadele var ve neolitik dünyadan (tarımın henüz simgesel anlamda yaşamın parçası olmadığı bir dünyadan bahsediyorum) bize ulaşan birçok simge veya simgesel bağlam benzer şekilde de okunabilir. En azından başka türlü temel çatışmalar da düşünmeliyiz. Her şey bereket/doğurganlık tanrıçası ve dolayısıyla dini olmak zorunda değil. Özellikle son yıllarda Çatalhöyük gibi yerlerde görüldüğü gibi. Bu elbette tek seçenek değil, ama karşıma çıkınca beni bu yönde düşünmeye itti.
Bir ilginç fikir de, tüm bu okuduklarımdan ya da buraya yazdıklarımdan sonra, belki de bizim düşündüğümüz anlamda bir kadın-egemen (ya da anaerkil diyelim, her ne kadar bu ikisi birbirinden biraz farklıysa) dünyanın veya hatta yaşam biçiminin hiçbir zaman var olmamış olabileceği. Erkek-egemen dünyanın nasıl olacağı belli de, kadın-egemenin nasıl ortaya çıkacağını pek görebilmiş değilim. Belki şu andan sonra olabilir. Ama ilk başta mümkün değil gibi ve belki de bu yüzden buna dair pek bir şey çıkmadı şu ana kadar.
Yorumlar
Yorum Gönder