Dilin Evrimi: İnanmanın Doğuşu

Dilin evrimi, dolayısıyla çevrim-dışı düşünmenin ortaya çıkışı hakkında konuştuktan sonra (dizinin bir önceki yazısı: http://tarihdeniz.blogspot.com/2009/12/dilin-evrimi-bilincinin-bilincinde.html) artık 1. ve 2. Bilinçler üzerinde yoğunlaşabiliriz. Sanırım kitapta bu konuyu en iyi anlatan, bu ikisi arasındaki ayrımı en net şekilde koyan kısım “How consciousness works” adı verilmiş bölüm. Yalnız, konuya girmeden önce, ufak bir çeviri notu düşmem gerekiyor. Dipnot olarak ekliyorum.[*]

2.Bilinç, 1.Bilincin bilincinde derken tam olarak ne anlatılmak isteniyor? Bickerton kitabında bir yarasayı örnek veriyor. Yarasa avını görüyor, çeşitli hücreler sinyaller gönderiyor, yarasa harekete geçiyor ve sonunda ya avını yakalamasıyla ya da avının kaçmasıyla bu süreç sona eriyor. Sinyaller gönderen hücrelerin sinyal göndermesi sona eriyor. Bu süreç sırasında elbette bazı tasarımlar söz konusu; yani hücreler veya nöronlar, belli sıra ve kombinasyonlarda harekete geçince yarasanın beyninde bir takım tasarımlar beliriyor, bedenin çeşitli kısımlarına birtakım emirler gidiyor. Ama söz konusu süreç, yani avlanma, sona erdiği andan itibaren her şey normale dönüyor. Yarasa bu yaşadığı deneyimi, tekrar aynı tip av ortaya çıkana kadar düşünmüyor, bu deneyimin üzerine kafa yormuyor.[1]

2.Bilincin olduğu yerde durum biraz daha farklı. Eğer önceki örnekteki yarasanın 2.Bilinci olsaydı, yani çevrim-dışı düşünme eylemini gerçekleştirebilseydi, o zaman bu yarasanın bu avı, diyelim ki bir güve, hakkında daha sonra düşünebilmesi gerekirdi. 2.Bilinç alıp bu olayı kaydedecektir, özellikle de güve lezzetliyse. Ve tabii böyle bir durumda güvenin bulunduğu ortamı da kaydedebilir. Ya da tam tersi, bu güveyi kovalarken başka bir hayvanın saldırısına uğramışsa, bu ortamı sırf bu olaydan ötürü daha ayrıntılı şekilde kaydedebilir. Bir de ikisinin birden olduğunu düşünelim: Hem lezzetli güve hem de başka bir hayvanın saldırısı. Ve de diyelim ki özel bir ormanlık alanda oldu tüm bunlar. Bu saydıklarımızın her birinin birer tasarım olduğunu da unutmayalım. 2.Bilinç, yani çevrim-dışı, faaliyetinin gerçekleşmesi için şu ikisinin olması gerekiyor. Birincisi, bu faaliyetin bu saydığım tasarımlar arasında gerçekleşmesi gerekiyor. Yani herhangi bir dış veri olmadan sadece bu tasarımların bir tanesi beyinde bazı hücreleri harekete geçirip düşünsel faaliyet yaratmalı. Örneğin lezzetli güve à o özel ormanlık alan à tehlikeli hayvan à bunu alt edecek bir strateji, ki bir dahaki sefer o güveyi yiyebilsin. İkinci şart da bu faaliyet olurken herhangi bir motor faaliyetinin ortaya çıkmaması, yani bu zincir bir motorsal davranışa yol açmayıp (yarasa bunları düşünürken delirmişçesine güve aranmasın etrafta) beynin içinde kalmalı. Tam burada devreye dil giriyor. Bu işlemlerin gerçekleşebilmesi için sözcüklerin ve daha sonra da sözdiziminin belirmesi gerektiğini söylüyor Bickerton.

Bu noktada resimsel düşünme konusuna kısaca değinmek gerekiyor. Çoğu insan, diyor Bickerton, resimsel düşündüklerini sanıyor; oysa genelde önce sözcükler geliyor. Muhtemelen bazı noktalarda resimsel düşünme söz konusu, ya da diğer hayvanlar için bunun daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama diğer hayvanların kullandıkları iletişim biçimlerinin yol açtığı tasarımlarla insan dilinin yarattığı tasarımlar arasında önemli bir fark var. Diğer hayvanlar o anda nasıl ve ne hissettiklerini, yaptıkları eylemi, içinde bulundukları durumu tasarımlarken, insan, buna ek olarak, tüm çevresinin, dünyanın, yaşamın tasarımını oluşturabiliyor.[2] Çok basit işlemlerde resimler yeterli olabilir ve nitekim diğer hayvanların sadece bu yönteme dayandıklarını düşünebiliriz (Bickerton bu konuda net bir şey söylemiyor ama bunu ima ediyor, eğer yanlış anlamadıysam). Diğer yandan daha karmaşık bir düşünceyi ele aldığımızda, örneğin, “Berlin’in ihaneti pahalıya mal olacak” gibi, belki en fazla harita üzerinde Berlin’in yeri resmi olarak belirir kafamızda. Ama burada asıl önemli olan nokta, hem harita üzerinde Berlin resminin bu cümleden sonra kafamızda belirmesi hem de bu cümleyi hiçbir şekilde resimsel düşünemeyeceğimizdir. Üstelik çok daha karmaşık cümleler yapılabilir: Örneğin “Tarihsel materyalizm kuramına göre” diyerek başlayabilir ve hiçbir şekilde bunu resimsel şekilde tasarımlamamız mümkün değildir. Zaten böyle bir şey mümkün olsaydı, o zaman dile ihtiyacımız kalmazdı, fikirlerimizi başkalarına iletebilme dışında. Nitekim dile genelde sadece bu işlev atfedilir. Oysa bu iki karmaşık cümle bile, dil olmasaydı, iletmek bir yana, bunları düşünmemizin bile mümkün olamayacağını göstermektedir. Bir başka örnek: Eşimle konuşuyoruz, bana birisini anlatmaya çalışıyor ama ismini hatırlayamıyor, hatırlasa hemen resmi belirecek kafamda. Sonunda şöyle bir cümle kuruyor: “Hani Galatasaray’da Balık Pazarı’nda çorba içiyorduk, bir kadınla karşılaşmıştım.” İsmini yine hatırlayamamıştım, çünkü hayatımdaki bütün ilişkim on dakikadan ibaret kalmıştı o kişiyle, ama neticede o yaşadığım anın resmi kafamda belirmiş ve eşim anlatmak istediğini anlatabilmişti. İşte dilin, yani çevrim-dışı düşünebilmenin gücü de tam burada. Söz konusu iletişim için hiçbir dış dürtü, veri gerekmemişti; tamamen beynimizde daha önce oluşmuş tasarımlar arasında gerçekleşmiş ve bu sırada herhangi bir motorsal tepki de söz konusu olmamıştı; yani çorbacı deyince bir şeyler yemeye kalkışmamıştım. Kullanılan sözcük, daha doğrusu kurulmuş olan cümle (çünkü tek sözcüklük bir mesele değildi, ancak ismini hatırlayabilseydik olacaktı) beynimde bazı tasarımları harekete geçirmiş, buradan da, ateşlenmiş olan nöronlar vasıtasıyla başka tasarımlar belirmişti kafamda; muhtemelen o gün içtiğim tuzlamanın tasarımı da.

Bilincinde olmanın bilincinde olmak neticede tasarımların dünyasında olmak anlamına geliyor ve bu bize, yani 2.Bilinç hayvanı olan bize, davranışlar açısından çok daha geniş bir repertuar sunuyor. Bu sayede seçeneklerimiz bir anda birkaç kat artıyor. Tabii bu bizi daha ileri mi kılıyor, o apayrı bir tartışma konusu ama bu sayede nesnel yaşamda, yani dışarıdan veri dünyasında karşımıza çıkmayacak birçok alternatife ve bunlara uygun olduğunu düşündüğümüz bir yığın davranışa kavuşuyoruz. Dediğim gibi, bunun ne kadar avantajlı bir durum olduğu tamamen farklı bir tartışma konusu ama zaten böyle bir soruyu sorabilmem bile tamamen bu bize özgü düşünmenin getirdiği bir şey; yani aslında belki de olmayan bir şey tamamen kendi tasarımlarımızın sonucu ki, insanı insan yapan da muhtemelen bu. İyi veya kötü, diğer hayvanlarla paylaştığımız dünyaya ek olarak, bir de kendi tasarımlarımızın bize sunduğu dünyada yaşıyoruz.

Bu arada hem Bickerton’un belirttiği hem de benim uzun süredir kafa yorduğum bir durumla karşılaşıyoruz: İnanmanın doğuşu. Tasarımların birbiriyle etkileşimi, sonunda sadece bizde, yani insanlarda söz konusu olabilen bir var olma biçimini, inanmayı oraya çıkarıyor. Örneğin, Bickerton’un verdiği örneği kullanacak olursak, gece nispeten tenha bir sokakta yürürken biraz ilerimizde bir gölge görüyoruz. İlk bakışta çevrim-içi düşünmeyle karşı karşıyayız. Dışarıdan bir veri geliyor ve bunu analiz etmeye kalkışıyoruz. Ama bizim repertuarımız çok daha geniş. Gördüğümüz nesneyi tanıyamasak da, yani beynimizde gördüğümüz nesneye ilişkin bir karşılık çıkmasa bile, tamamen o gördüğümüz şeyin içinde bulunduğu durumun, yani gece, karanlık, sokak gibi unsurların bizde harekete geçireceği bir yığın tasarım sonucu, (ki bunların bir kısmı bize tamamen dil özelliğine sahip olmamızdan ötürü verilmiş ön-bilgiler olabilir) sonunda sokağın öbür tarafına geçebiliriz. Nesnenin ne olduğunu görmemişizdir ama nenenin içinde bulunduğu bağlam bizde çeşitli tasarımların birbiriyle etkileşimini getirmiş ve buna göre belli bir davranış tarzını seçmişizdir. Duvar kenarında kim durur? Hırsızlar, tehlikeli insanlar. Bu, bir antilobun bir aslan görmesinden farklı bir durumdur. Çünkü onun gördüğü kafasındaki resimle birebir eşleşmiştir. Burada söz konusu olan görülmeyen, anlaşılmayan bir gölgedir. İçinde bulunduğu bağlamdan ötürü bir tehlikenin olabileceği sonucuna varılmıştır. Söz konusu olan bir göz aldanması da olabilir. Ama ben orada bir tehlike olduğuna inanmışımdır. Böylece diğer hayvanlarda görmediğimiz bir durum karşımıza çıkar: İnanmak. Söz konusu tepki bazı nöronların dış etkenler tarafından ateşlenmesinin sonucu değildir. Yani nöronların ateşlenmesi bu davranışı getirmemiştir. Daha doğrusu, 1.Bilinç durumunda nesnel bir durum nöronları ateşlemiştir. Görüntünün ne olduğu bellidir. Burada görüntünün ne olduğu belli değildir. Her şey olabilir ve çoğu zaman tehlikesizdir de ama yine de bu gölge bizde bazı nöronları ateşler, tam olarak ne olduğu bilinmeden, işte bunun adı inanma oluyor ve bu tamamen tasarımlar sonucu ateşlenen nöronlarla ilgili bir durum, dışarıdaki nesnel görüntüden bağımsız olarak.

İnanmanın tamamen çevrim-dışı düşünmenin, yani sonradan düşünmenin bir sonucu olduğunu görülüyor. Birebir, yani çevrim-içi, düşünmede inanmak mümkün değildir. Çünkü her şey gayet nesnel ve gayet o ana özgüdür. Ancak çevrim-dışı düşünmede inanmak ortaya çıkabilir. Ancak çevrim-dışı düşünmeyle karanlıktan, henüz karanlıkta bir sorunla karşılaşılmadan ve henüz karanlığa girmeden korkulabilir. Bunun adına inanmak diyoruz. Ve bu bizi bir sonraki yazıda tartışacağım gayet ilginç bir yere getiriyor.

[*] Representation kelimesi. Tam çevirisi mümkün mü bilemiyorum. Herhalde mümkün ama sanırım alışmak gerekiyor. Neyse adaylar, temsil, tasavvur, tasvir ve tasarım. Ben genelde temsili kullanmışımdır ama bir türlü ısınamadım bu tercihe. Tasvir de açıkçası fazla resim. Tasavvur olabilir. Aklıma yattı. Ama nedense tasarımı daha çok beğendim ve zaten Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğünde tasarım için şöyle bir açıklama var: 1.Bir şeyin biçimini kafada oluşturma işi ve bu yolla düşünülmüş biçim. 2.tasarçizim. 3 fels. Algılanmış olan bir olayın ya da nesnenin bilinçte sonradan ortaya çıkan imgesi, bilinç içeriği, algı. Bu sonuncu tanım, bu yazının konusunu oluşturan tartışmadaki representation kelimesine sanırım en uygunu. O yüzden bunu kullanacağım. Temsilden vazgeçtim. Zaten bugüne kadar pek hoşlanmamıştım.

[1] Bickerton, 101.[2] Agy, 20.

Yorumlar