Uzakdoğu Semineri - II: Tarihsel Yaklaşım
Belirsizlik/MuğlâklıkTarih genellikle karışık bir şekilde duran verilerin düzenlenmesi şeklinde düşünülür çoğu kez. Oysa burada gerçekleşen bu karışık verilerin belli bir fikir veya yorum doğrultusunda düzenlenmesidir. Bir an için tek bir veri üzerinde yoğunlaştığımızı düşünelim, bu veri tam bir belirsizlik sunar. Ancak başka verilerle bir araya getirildiğinde veya kendi koşulları içinde düşünüldüğünde anlam kazanır. Fakat burada ufak bir hile söz konusudur. Çünkü bağlamın kendisi de fazlasıyla belirsizdir. Elimizdeki veriye anlam kazandırırken diğer verilerin ne anlama geldiğini bildiğimizi var sayarız; oysa aynı sorun bu veriler için de geçerlidir. Elimizdeki verilerden çeşitli anlam grupları oluşturabilir (bir kısmını tamamen dışarıda tutabiliriz) ve bu yüzden de çok sayıda yorum söz konusudur. Nesnel bir bakış açısının sağlanabileceği bir nokta olmadığından, aslında tamamen muğlâk bir alandayızdır. Bu muğlâklığın aşılması ancak gözlemcinin seçim yapmasıyla mümkündür. Bu noktaya tekrar geri döneceğiz.
Benim tarihe bakış açım da bundan farksızdır. Eğer esas olan muğlâklıksa, o zaman yapılması gereken kesin sonuçlar veren öznel anlatılar üretmek değil, aksine bu öznel anlatıları ortadan kaldırarak geçmişi anlamaya çalışmanın belirsizlikle birlikte geldiğini göstermektir. Eğer herhangi bir “hakikat”ten bahsedilecekse, bahsedilmesi gereken tamamen belirsiz bir durumla karşı karşıya olduğumuzdur. Geçmişi anlamaya çalışmak tamamen diyalogsal bir ilişkiye dayanmaktadır ve bu ilişkinin sonucunda bizi bekleyen hiçbir zaman sabit ve kesin bir bilgi paketi değil, aynı anda hem kesin hem de belirsiz olan bir pakettir. Geçmişe dair ürettiğimiz anlatılar sürekli değişim içindedir veya değişmeye zorlanırlar. Hiçbir şey kesin değildir. Bu belirsizlik içinde geçmişle ilişkiye geçmeye çalışırız. Anlık veya kısa süreli kesinlikle her zaman seçimlerin sonucudur.
ÇokkültürcülükBu noktada son bir şey daha ekleyerek tarihe yaklaşımımın aynı zamanda çokkültürcü olduğunu da belirtmek istiyorum. Çokkültürcülük denildiğinde farklı şeyler de anlaşılabildiğinden, bu konuyu biraz açmak gerekiyor. Çokkültürcü tarihçilik deyince genelde ilk akla gelen diğer kültürlere yer vermek oluyor. Burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü çokkültürcü olma adına çok rahat bir şekilde tekkültürcülük sürdürülebilir. Çokkültürcülüğün temelinde farklılıkların kabul eden, onlarla birlikte yaşamanın yollarını geliştiren yaklaşım vardır. Yoksa amaç farklı kültürleri yan yana koyarak hepsini eşit kılmak değildir. Bu reddedilmeye çalışılan özcü bakış açısına geri dönüş anlamına gelir. Bu çokkültürcülük değil, tekkültürcülüğün kültürel veya etnik özler fikridir. Oysa çokkültürcülük de hedef bu özcü bakış açısından ve en önemlisi de her şeyi bir bütün içinde toplama çabasından kurtulmaktır. Onun yerine bütünleri parçalayıp farklılıkları bulup çıkartan bir bakış açısını koymaya çalışır.
Bu tartışmanın başında gruplarla ilgili konuşurken doğal sınırın aşılmasıyla yeni bir evrenin başladığından bahsetmiştim. Eğer gerçekten bazı kültürel özlerden bahsedilecekse, bu daha çok birinci evre için geçerlidir. İkinci evredeki toplumların kültürel özlere karşılık geldiklerinden bahsetmek zordur. Çünkü aynı toplumun içinde haliyle birden fazla kültürel öz var olabilmektedir. Ayrıca melez yapılar da vardır ve en önemlisi de tüm bunlar sürekli değişim içindedir. Değişmez kabul ettiğimiz bir farklılığın içinde bir süre sonra başka farklılıklar belirirken, işe birden bu geçmişlerin günümüzdeki yorumlarının sürekli değiştiğine, sayılarının arttığını dikkate aldığımızda, bu değişimin çok daha fazla olduğunu görürüz.
Burada çokkültürcü yaklaşımın can alıcı noktasına geliyoruz. Farklılıklarla uğraşmak bu farklılıkları taşıyan kişi ve grupların kimliklerini ifade etmelerini sağlamak, anlatılarını hegemonyayı sürdüren anlatı veya anlatılarına yanına eklemek değildir. Amaç hegemonyayı ve arkasındaki gücü sorgulayarak ortadan kaldırmaya çalışarak bu diğer farklılıklara toplumun içinde erişim hakkı vermektir. Çünkü farklı grupların içinde bulunduğu durum yaşamın birçok alanına farklılıklarını koruyarak erişemiyor olmalarıdır. Burada biraz önce bahsettiğim seçim yapma konusuna geliyoruz. Yukarıda değinmiş olduğum muğlâklıktan kurtulmanın yolu seçim yapmaktır ve zaten aslında çok kültürlü olan toplumlarda da asıl sorun budur. Birçok grup bu seçim hakkından yoksun bırakılmaktadır. Diyaloglardan oluşması gereken toplumsal yaşam tek bir monologun hâkim olduğu bir topluma dönüştürülmektedir. Seçim hakkı derken düşünülmesi gereken başka ayrıntılar da vardır. Örneğin, bu seçim hakkının tek bir kültür seçme şeklinde dayatılması da yanlış olabilmektedir. Bazen yapılmak istenen seçim, bu dayatılan seçimin dışına çıkmak şeklinde de olabilmektedir. Bir başka ayrıntı da seçim paketinin değiştirilmesi talebi de olabilir. Çünkü sunulan seçimler hâlâ toplumda var olan hegemonyanın sunduğu bir paket olabilir. Sonuç olarak çokkültürcü yaklaşım hiç de diğer kültürlere söz hakkı tanımak şeklinde gerçekleşmeyebilir. Çünkü söz konusu olan çoğu kez ya melez yapılardır ya da bu farklılıkların da kendi içlerinde çeşitli farklılıklar taşıyor olmalarıdır.
Tabii burada tam bir kargaşanın içine düşülmüş olduğu da düşünülebilir ki, bu bağlamda konuşulması gereken önemli sorunlardan biri de belleğin geçirdiği değişim olmalı.[1] Bütünleri parçalayarak farklılıkları ortaya çıkarma sürecinin belleğin sınırlarını genişletilmesi gibi bir etkisi vardır ki bu da zamanla aşırı uyumu, karar vermenin ve eleştirinin sonunu getirebilir. Farklılıkların tanınması ve onlarla yaşamanın öğrenilmesi, hegemonik olanın da herhangi bir farklılığa indirgenmesi sonunda tarihin yapısını tamamen değiştirebilir, kolektif belleğin yerini bireyselleştirilmiş, parçalanmış bellek alabilir ve tarih otobiyografiye dönüşebilir.
Yoksa gidilen yer tarihin sonu mudur? Sürekli daha büyük toplulukların oluşturulduğu bir ortamda tarihin sonundan bahsetmek hiç de anlamlı gözükmemektedir. Olsa olsa tek bir anlatının hegemonik yapıya bürünmesi, ideolojik nitelendirilecek diğer anlatıların güçlerini tamamen veya büyük ölçüde yitirmelerinden veya marjinalleştirilmelerinden bahsedilebilir ama bunun da uzun vadeli bir sonuç olacağını düşünmek kanımca mümkün değildir. Tarihin yok olması olsa olsa doğal olarak adlandırdığımız gruplara geri dönüldüğünde mümkün olabilir. Bu tür toplulukların elbette geçmişleri vardır ama en azından günümüz ufak topluluklarına baktığımızda bunları tarihsel anlatılar şeklinde yeniden üretmedikleri görülmektedir. Tarihsel anlatıların kesinlikle grupların tek bir çatı altında toplanması süreciye ilgili olduğu görülmektedir. Burada birbirine karşıt çalışan iki süreç söz konusudur. Bunlardan biri tüm alt grupları bir çatı altında toplamaya çalışan süreçtir. Diğeriyse bu alt grupların bu süreç sırasında kaybolmamak için verdikleri mücadeleyle ilgilidir. Bir yandan ayrıntıları ve farklılıkları sürekli genelleştiren, basitleştiren bir süreç söz konusuyken, diğer yandan da aynı ayrıntıları ve farklılıkları öne çıkararak var olan hegemonik toplumsal bellekleri sürekli parçalayan bir süreç söz konusudur. Böylece en başta bahsettiğimiz geçmişin belirsizliği, muğlâklığı bir kez daha tam anlamıyla karşımıza çıkar.
[1] Levi, 66.
Benim tarihe bakış açım da bundan farksızdır. Eğer esas olan muğlâklıksa, o zaman yapılması gereken kesin sonuçlar veren öznel anlatılar üretmek değil, aksine bu öznel anlatıları ortadan kaldırarak geçmişi anlamaya çalışmanın belirsizlikle birlikte geldiğini göstermektir. Eğer herhangi bir “hakikat”ten bahsedilecekse, bahsedilmesi gereken tamamen belirsiz bir durumla karşı karşıya olduğumuzdur. Geçmişi anlamaya çalışmak tamamen diyalogsal bir ilişkiye dayanmaktadır ve bu ilişkinin sonucunda bizi bekleyen hiçbir zaman sabit ve kesin bir bilgi paketi değil, aynı anda hem kesin hem de belirsiz olan bir pakettir. Geçmişe dair ürettiğimiz anlatılar sürekli değişim içindedir veya değişmeye zorlanırlar. Hiçbir şey kesin değildir. Bu belirsizlik içinde geçmişle ilişkiye geçmeye çalışırız. Anlık veya kısa süreli kesinlikle her zaman seçimlerin sonucudur.
ÇokkültürcülükBu noktada son bir şey daha ekleyerek tarihe yaklaşımımın aynı zamanda çokkültürcü olduğunu da belirtmek istiyorum. Çokkültürcülük denildiğinde farklı şeyler de anlaşılabildiğinden, bu konuyu biraz açmak gerekiyor. Çokkültürcü tarihçilik deyince genelde ilk akla gelen diğer kültürlere yer vermek oluyor. Burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü çokkültürcü olma adına çok rahat bir şekilde tekkültürcülük sürdürülebilir. Çokkültürcülüğün temelinde farklılıkların kabul eden, onlarla birlikte yaşamanın yollarını geliştiren yaklaşım vardır. Yoksa amaç farklı kültürleri yan yana koyarak hepsini eşit kılmak değildir. Bu reddedilmeye çalışılan özcü bakış açısına geri dönüş anlamına gelir. Bu çokkültürcülük değil, tekkültürcülüğün kültürel veya etnik özler fikridir. Oysa çokkültürcülük de hedef bu özcü bakış açısından ve en önemlisi de her şeyi bir bütün içinde toplama çabasından kurtulmaktır. Onun yerine bütünleri parçalayıp farklılıkları bulup çıkartan bir bakış açısını koymaya çalışır.
Bu tartışmanın başında gruplarla ilgili konuşurken doğal sınırın aşılmasıyla yeni bir evrenin başladığından bahsetmiştim. Eğer gerçekten bazı kültürel özlerden bahsedilecekse, bu daha çok birinci evre için geçerlidir. İkinci evredeki toplumların kültürel özlere karşılık geldiklerinden bahsetmek zordur. Çünkü aynı toplumun içinde haliyle birden fazla kültürel öz var olabilmektedir. Ayrıca melez yapılar da vardır ve en önemlisi de tüm bunlar sürekli değişim içindedir. Değişmez kabul ettiğimiz bir farklılığın içinde bir süre sonra başka farklılıklar belirirken, işe birden bu geçmişlerin günümüzdeki yorumlarının sürekli değiştiğine, sayılarının arttığını dikkate aldığımızda, bu değişimin çok daha fazla olduğunu görürüz.
Burada çokkültürcü yaklaşımın can alıcı noktasına geliyoruz. Farklılıklarla uğraşmak bu farklılıkları taşıyan kişi ve grupların kimliklerini ifade etmelerini sağlamak, anlatılarını hegemonyayı sürdüren anlatı veya anlatılarına yanına eklemek değildir. Amaç hegemonyayı ve arkasındaki gücü sorgulayarak ortadan kaldırmaya çalışarak bu diğer farklılıklara toplumun içinde erişim hakkı vermektir. Çünkü farklı grupların içinde bulunduğu durum yaşamın birçok alanına farklılıklarını koruyarak erişemiyor olmalarıdır. Burada biraz önce bahsettiğim seçim yapma konusuna geliyoruz. Yukarıda değinmiş olduğum muğlâklıktan kurtulmanın yolu seçim yapmaktır ve zaten aslında çok kültürlü olan toplumlarda da asıl sorun budur. Birçok grup bu seçim hakkından yoksun bırakılmaktadır. Diyaloglardan oluşması gereken toplumsal yaşam tek bir monologun hâkim olduğu bir topluma dönüştürülmektedir. Seçim hakkı derken düşünülmesi gereken başka ayrıntılar da vardır. Örneğin, bu seçim hakkının tek bir kültür seçme şeklinde dayatılması da yanlış olabilmektedir. Bazen yapılmak istenen seçim, bu dayatılan seçimin dışına çıkmak şeklinde de olabilmektedir. Bir başka ayrıntı da seçim paketinin değiştirilmesi talebi de olabilir. Çünkü sunulan seçimler hâlâ toplumda var olan hegemonyanın sunduğu bir paket olabilir. Sonuç olarak çokkültürcü yaklaşım hiç de diğer kültürlere söz hakkı tanımak şeklinde gerçekleşmeyebilir. Çünkü söz konusu olan çoğu kez ya melez yapılardır ya da bu farklılıkların da kendi içlerinde çeşitli farklılıklar taşıyor olmalarıdır.
Tabii burada tam bir kargaşanın içine düşülmüş olduğu da düşünülebilir ki, bu bağlamda konuşulması gereken önemli sorunlardan biri de belleğin geçirdiği değişim olmalı.[1] Bütünleri parçalayarak farklılıkları ortaya çıkarma sürecinin belleğin sınırlarını genişletilmesi gibi bir etkisi vardır ki bu da zamanla aşırı uyumu, karar vermenin ve eleştirinin sonunu getirebilir. Farklılıkların tanınması ve onlarla yaşamanın öğrenilmesi, hegemonik olanın da herhangi bir farklılığa indirgenmesi sonunda tarihin yapısını tamamen değiştirebilir, kolektif belleğin yerini bireyselleştirilmiş, parçalanmış bellek alabilir ve tarih otobiyografiye dönüşebilir.
Yoksa gidilen yer tarihin sonu mudur? Sürekli daha büyük toplulukların oluşturulduğu bir ortamda tarihin sonundan bahsetmek hiç de anlamlı gözükmemektedir. Olsa olsa tek bir anlatının hegemonik yapıya bürünmesi, ideolojik nitelendirilecek diğer anlatıların güçlerini tamamen veya büyük ölçüde yitirmelerinden veya marjinalleştirilmelerinden bahsedilebilir ama bunun da uzun vadeli bir sonuç olacağını düşünmek kanımca mümkün değildir. Tarihin yok olması olsa olsa doğal olarak adlandırdığımız gruplara geri dönüldüğünde mümkün olabilir. Bu tür toplulukların elbette geçmişleri vardır ama en azından günümüz ufak topluluklarına baktığımızda bunları tarihsel anlatılar şeklinde yeniden üretmedikleri görülmektedir. Tarihsel anlatıların kesinlikle grupların tek bir çatı altında toplanması süreciye ilgili olduğu görülmektedir. Burada birbirine karşıt çalışan iki süreç söz konusudur. Bunlardan biri tüm alt grupları bir çatı altında toplamaya çalışan süreçtir. Diğeriyse bu alt grupların bu süreç sırasında kaybolmamak için verdikleri mücadeleyle ilgilidir. Bir yandan ayrıntıları ve farklılıkları sürekli genelleştiren, basitleştiren bir süreç söz konusuyken, diğer yandan da aynı ayrıntıları ve farklılıkları öne çıkararak var olan hegemonik toplumsal bellekleri sürekli parçalayan bir süreç söz konusudur. Böylece en başta bahsettiğimiz geçmişin belirsizliği, muğlâklığı bir kez daha tam anlamıyla karşımıza çıkar.
[1] Levi, 66.
Yorumlar
Yorum Gönder