Mezopotamya'da Din

Mezopotamya’nın inanç dünyasına adım attığımızda karşımıza çıkan en önemli farklılıklardan biri bu dünyada dini olanın dünyevi olandan ayrı düşünülmemiş olmasıdır. Din diğer alanlarla ilişkili düşünülmüştür, bu alanlarda alınan kararları etkilemiştir.[1] Dini veya doğaüstüne dair inançları dünyevi meselelerden uzak tutmak, bu ikisini birbirinden ayırmak günümüzün yaklaşımıdır. Din bugünün dünyasında kendine özgü ayrı bir alan olarak kabul edilir ve bu yeni bir yaklaşımdır. Her ne kadar Mezopotamya’da da kendisini sadece doğaüstüne hizmete adanmış veya onla ilişkiyi sağlama işlevini yüklenmiş bireyler olmuşsa da, tamamen dinin dışında olan, bu dili kullanmayan bireylerin varlığı hayli şüphelidir. Öyle ki, bu koşullar altında din anlamına gelen bir kavramın mevcut olduğunu düşünmek bile zordur. Herkesin yaşamının her alanına doğaüstünü kattığı bir dünyada kendine özgü bir alan olarak din neden var olsun? Tanrıları, yani tanrısal varlığı ifade etmede kullanılan bir terim (Sümercede dingir, Akadcada ilu) vardır. Her ne kadar bu terimin hangi anlamdan türediği bilinmese de, çivi yazısında bu terime karşılık gelen işaret yıldız için kullanılan simgedir. Yani yukarıda olanı, yüksektekini, gökyüzünü gösteren işarettir. [2] Tanrılar ve tanrısal olanın insanlardan, insan olandan ayrıldığı belli olmasına rağmen, buradan yola çıkarak dini olanın da ayrı bir yeri olduğunu düşünmemeliyiz. Tanrılar Mezopotamya’da her yerde ve her şeyin arkasındadır. İnsan faaliyetlerini onlarsız düşünmek mümkün değildir ki, zaten insanlar tanrılara hizmet etmek, onların yaşamını kolaylaştırmak için yaratılmıştır. [3]

İnsanı bir kil parçasına üfleyerek (nefes veren) Enki (Akadcada Ea) yaratmıştır. Bazı açıklamalara göreyse de, kil parçasına ikinci derecede bir tanrının kanı karıştırılmıştır.[4] Mezopotamyalıların ölümü son nefesin verilişi olarak düşündüğünü göz önüne alacak olursak[5], kile nefes verilmesi daha akla yatkın gözükmektedir. Kramer’e göreyse tanrıların tüm yapması gereken, yaratmak istedikleri şeyin planını yapmak ve ardından adını söylemektir. Sümer’de (daha sonra tüm Yakın Doğu’ya yayılacaktır) yaratıcı güç ilahi sözcüktür.[6] Gerçekten de Enki’nin annesi Enki’ye şu şekilde seslenmiştir:

(…)
Kalk oğlum, yatağından
göster hünerini zekice.
Tanrılar için hizmetkârlar yarat.
Sepetlerini bir kenara atsınlar”

Ve işini bitiren Enki de şöyle karşılık vermiştir:

Enki, şekilleyici, onların kafalarına akıl koyduktan sonra,
anası Nammu’ya şöyle dedi:
“Ana, adını koyduğun yaratık – var edildi.
Tanrıların angaryaları ona yüklendi.

Abzu’nun üzerinde bulunan kilin “öz”ünden yoğruldu.
(…)
sen biçimlediğin gibi sana hizmet etsinler.
Anam, onun yazgısını belirle.
Ninmah tanrıların angaryalarını ona yüklesin.”[7]


Görüldüğü gibi insan Tanrılardan ötürü, onların yaşamlarını kolaylaştırmak için vardır. İnsan özünde bir hizmetkârdır ve dolayısıyla uyması gereken buyruk ve kurallar bulunmaktadır. Mezopotamya dininin veya Mezopotamya’da doğaüstüyle girilen ilişkinin özü buyuran-buyrulan / efendi-kul (hizmetkâr) ilişkisi çerçevesinde kurulmuştur. Eğer tanrıların bir kısmı üstlerindeki diğer tanrılara hizmet etmekten yorulmuş olmasaydı, insan denen bir varlık olmayacaktı. İnsan, tanrıların dünyasında işe yarar bir unsurdur.

Bu ilişkide buyuran konumundaki tanrılar bir tür aşkınlığı yansıtırlar. Fakat bu aşkınlık başka bir yerde ikamet etmelerinden ötürü değildir. Tanrıların dünyası ayrı bir yer olarak düşünülmemektedir. Zaten insan, tanrılar kendi dünyalarında yaşarken bu dünyadaki bir sorunu çözmek için yaratılmıştır. Yani tanrılar insanı farklı bir dünyada yaratmamıştır. Dolayısıyla insan tanrıların yaşadığı dünyadadır ve bu açıdan bakıldığında bir aşkınlık söz konusu değildir. Aşkınlık ilişkisel düzeydedir. Tanrılar hizmet edilen efendilerdir. Çok farklı ve aşılmaz bir kategoridedirler. İnsanların hayran duyulacak derecede üstündedirler. Tanrılarda korkulur, onlara saygı duyulur, boyun eğilir, yalvarılır. Söz konusu olan bir tür sevgi ilişkisi değildir ve zaten Mezopotamya’da hiçbir zaman “mistik” din olmamıştır.[8] Fakat aşkınlık sadece tanrılarla var olan ilişki düzeyinde yoktur. Mezopotamyalıların doğayla olan ilişkisinde de aynı aşkınlık söz konusudur. Dicle ve Fırat Mısır’ın Nil’i gibi değildir. Ne zaman taşacakları belli değildir ve bu taşmalar çoğu zaman şiddetlidir. Yakıcı rüzgârlar insanı toza boğar. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlar kısa süre içinde her yeri çamur deryasına dönüştürür, bir yerden bir yere gidişi olanaksız kılar. Sümerlerin Mezopotamya’sı insana iklim karşısında ne kadar aciz olduğunu he bakımdan hissettirmiştir[9] ve her şeye rağmen burada bir medeniyet belirmiştir. Burada ortaya çıkan ilişkinin iki yönü mevcuttur. Birincisi doğa bir güç olarak aşkın durumdadır. Doğa bariz şekilde insandan üstün bir konumdadır. İkinci yönse, her şeye, iklimin tüm zorluklarına ve tüm üstünlüğüne rağmen bir düzen oluşturulmasıdır ki, medeniyet düzendir ve bu, düzenin nasıl oluşturulacağı üzerine bir şeyler söylemektedir. Her iki durumda da öne çıkan, kurallara uymaktır. Doğa veya doğa güçleri belli güçleri olan failler şeklinde ifade edildiğinde, kurallar dışarıdan gelen veya topluma dayatılan buyruklara dönüşür ki Mezopotamya’da gördüğümüz tam da budur. Bu noktada Mezopotamyalıların etkilerini açıklayamadıkları doğayı inanç sistemlerine veya doğaüstünü nasıl algıladıklarına yansıttıklarını düşünebiliriz ama burada gözden kaçan nokta belki de aslında doğayı değil, doğayla mücadele etme biçimlerini ve daha doğrusu bu mücadele sırasında ortaya çıkan zihniyeti yansıtmalarıdır. Bu zihniyetin iki temel unsur üzerinde şekillendiği görülüyor. Birincisi, insandan çok daha güçlü bir şey veya şeyler mevcuttur. İkincisi, düzenin sağlanması ve sürmesi için bu çok güçlü olana itaat edilmesi, onunla olan ilişkinin bozulmaması zorunludur.

Mezopotamya’da görülen bu zihniyetin günümüzde çok fazla değiştiğini söyleyemeyiz. Günümüzün Orta Doğu kökenli inançları (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) elbette daha farklılar. Her şeyden önce bu dinlerin her birinde manevi bir unsur da söz konusudur. Doğaüstüyle mevcut olan ilişki sadece korkulana itaat edilme şeklinde değil, bu ilişkinin diğer ucundaki Tanrı’nın sevilmesi, ona inanmanın doğru bir şey olduğu şeklinde (de) ortaya çıkmaktadır. Yine de dikkatlice bakıldığında, günümüzün Orta Doğu kökenli dinlerinin bu mirası barındırdığı ve buna dayanarak hareket ettiği görülür. Çeşitli düzeylerde aynı aşkınlık söz konusudur. İtaat edilmemesi halinde cezalandırma hâlâ vardır.

Mezopotamyalıların içinde bulundukları koşulları inanç dünyalarına yansıtmış olduğu söylenebilir ve bir materyalistin veya ateistin buna inanmasından daha doğal bir şey olamaz. Diğer yandan hem günümüzün çeşitli dini inançlara sahip bireyleri hem de bu dönemi yaşamış Mezopotamyalıların aynı düşünceyi paylaştığı ve paylaşmış olduğu söylenemez. Bir Babilli için o yıl çiftçilerin başarısından mı, yoksa Yeni Yıl Festivali’nin doğru bir şekilde gerçekleştirilmiş olmasından ötürü iyi ürün alındığı sorusu anlamsızdır. İyi bir yıl için her ikisi de gereklidir. Ayinsel unsurlar da en az diğer unsurlar kadar gereklidir. Bir tapınağın sadece düzgün bir şekilde inşa edilmesi değil, aynı zamanda düzgün bir şekilde kutsanması da gerekmektedir.[10] Bu ikisi arasında bir farklılık görülmesi ve bir şeylerin düzgün yürümesi için ayinsel unsurların da gerektiği düşüncesinin yanlış kabul edilmesi günümüz zihniyetine aittir. Gerçekten de ayinlerin bir şeylerin nedeni olmadığı gösterilebilir. Örneğin, yağmuru yağdıran veya durduran ayinler değildir. Bu açıdan bakınca bir yanlışlıktan söz edebiliriz. Diğer yandan bir şeylerin düzgün yürümesinden bahsederken aslında insanların gösterdiği performansın kastedilmekte olduğu düşünüldüğünde, ayinsel unsurlar gerçekten de gerekli görülebilirler. Ayinsel unsurlar ve onlardan ayrı bir boyutta faaliyet gösterebilen mitler bir şekilde anlaşılmazı daha anlaşılır kılarlar. Her ne kadar günümüzde böyle bir yaklaşımın artık geçerli olmadığını düşünüyor olsak da, dikkatlice baktığımızda aslında çok farklı bir durumun söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Tek fark eskinin yöntemlerinin artık kullanılmıyor olmasıdır. Dini tapınaklar hâlâ kutsanmaktadır. Evet, artık yağmur dualarına inanmıyoruz ama başımıza gelen başka felaketleri rahatlıkla bazı kutsal unsurların rahatsız edildiğine veya Tanrı’nın kızdırılmış olduğuna bağlayabiliyoruz. Bu açıdan baktığımızda Mezopotamya’da gördüğümüz inanç dünyası aslında büyük bir farklılık sunmamaktadır. Fakat biçimsel farklılıklar elbette söz konusudur.

Mezopotamyalıların inanç dünyası iki çok bariz biçimsel farklılık içerir: Çok tanrılıdır ve insanbiçimciliğe giden animist bir dünya fikri üzerine kurulmuştur. Mezopotamyalılar doğayı bizim yaptığımız gibi canlılar ve cansızlar biçiminde ayırmamıştır. Onlar için cansız bir doğa neredeyse söz konusu değildir. Her şey kendi amacına sahip olabilir ve bu amaç doğrultusunda eylemlerde bulunabilir. Gökyüzü, rüzgâr, dağlar, nehirler, yıldırımlar, ay, güneş vb canlıdır. En tepede gökyüzü tanrısı An vardır. Daha sonra rüzgâr tanrısı Enlil gelir. Ninhursag doğumdan sorumlu tanrıçadır. Çeşitli şekillerde ifade edilmiştir ama neticede tanrılar hiyerarşisinin en üstündeki üçlünün ayrılmaz unsurudur. Enki bilgelik tanrısıdır. Medeniyetin arkasındaki güç odur. Dünyayı Enlil’in kararları doğrultusunda düzenlemekten sorumludur. İnanna veya daha çok bilinen şekliyle İştar aşk ve savaş tanrıçasıdır ama aynı zamanda çobanların ve sabahın tanrıçasıdır da. Yeraltı veya öbür dünyanın yönetimiyse tanrıça Ereşkigal’dedir.[11] Binlerce tanrı ve tanrıça vardır. Bunların en azından iki bin tanesinin adını bildiğimizi iddia edebiliyoruz.[12] Mezopotamya sisteminin geçirmiş olduğu evrime baktığımızda, sistemin daha doğacı yapıdan insan ilişkilerini temsil eden daha insanbiçimci ve siyasi bir yapıya doğru gittiğini görürüz. Sistem zamanla doğayla olan mücadeleyi ifade etmeyi bırakmış ve bunun yerine, ı siyasi birimler (ilk başta kent devletler ve daha sonra krallıklar) arasındaki mücadeleyi ifade etmeye başlamıştır.[13] Örneğin, ilk başta evrenin yaratılmasının sorumluluğu işbirliği içinde hareket eden üç ilahi güce atfedilirken, Babil dönemine geldiğimizde (ki bu daha geniş ölçekte merkezileşmiş bir sisteme karşılık gelir), evrenin yaratılması işi, bunu, yenilgiye uğrattığı Tiamat’ın cesedini kullanarak gerçekleştiren Babil’in tanrısı Marduk’undur.

[1] Pollock, 186.[2] Bottero, 236.[3] Kramer, 123.[4] Agy, 247-248.[5] Agy, 299.[6] Kramer, 115.[7] Kramer, Enki, 70-72.[8] Bottero, 235.[9] Jakobsen, 138-39.[10] Frankfort ve Frankfort, 22.[11] Jakobsen, Mesopotamian Religion, 164-167.[12] Bottero, 240.[13] Jakobsen,Mesopotamian Religion, 164; Bottero, 242.

Yorumlar

Yorum Gönder