Demir Çağı - II

Bu dönem çeşitli değişikliklere sahne olmuştur. Bu değişikliklerin konumuz açısından önemli olanlarını sıraladığımızda, ilk başta bürokratik merkezi iktidarların (devletlerin) yerini serbest ticaretin kural olduğu tüccar devletlerin aldığını söyleyebiliriz. Bürokratik yapıların ortadan kalkması kayıt sistemlerinin ve dolayısıyla yazının da kaybolmasını getirmiştir. Yazı bir süre sonra ve bugün kullandığımız alfabenin atası olan Fenike alfabesi şeklinde geri gelecektir ama o zamana kadar günümüze ait bazı yaklaşımların Karanlık Çağ olarak adlandırdığı bir dönem geçecektir.


MÖ 820(McEvedy, C. İlkçağ Tarih Atlası, Sabancı Üni.s.47)

Bu dönemin ne kadar karanlık olduğu tartışmaya açıktır. Yazının kaybolması dışında diğer alanlarda artan bir zenginleşme vardır. Tunç çağının ulaşmış olduğu düzey açısından bakınca bir gerilemeden ve bu yüzden de karanlık bir dönemden bahsetmek mümkün olabilir. Fakat tunç çağının daha çok elitlerin ulaşmış olduğu refahı yansıttığını dikkate alırsak, demir çağında karanlık değil, aksine elit olmayan unsurlar açısından aydınlık bir dönemin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Medeniyetin tunç çağında henüz tam anlamıyla ulaşmadığı veya ulaştırılmadığı kitleler, bu dönemde hem medeniyetle hem de siyasi iktidarla tanışmaya başlamıştır.

Konumuz açısından önemli olan ikinci değişiklik, insanların topraklarını ve sınırlarını daha titiz bir şekilde belirlemeye başlamasıdır. Bu gelişmenin en önemli sonucu etnik kimlik anlayışının belirmesidir ve bu açıdan verilebilecek en iyi örneklerden biri İsrail ve Yahudilerdir. Sınırların belirlenmesi ve korunmaya başlaması insanların zamanla türdeş yapılara dönüştükleri topluluklar halinde bir araya gelmesini getirdi. Sınırların içinde ve dışında yaşayanlar ayırımı bir yandan dil gruplarının daha belirgin gruplar halinde ortaya çıkmasını sağlarken, bir yandan da bu ayrıma yüklenen ideolojik anlamlar etnik kimliklerin doğmasına ve önem kazanmasına neden oldu. Fakat etnik kimliklerin oluşmasını etkileyen en önemli faktör, bu sınırları korumak için sınırların içindeki insanların sorumlu görülmesi ve seferber edilmesiydi. Bu konuda verilebilecek en iyi örnek muhtemelen tüccar kent devleti ve bunun en gelişmiş özel hali olan Yunan polisiydi. Bu dönemin siyasi yapılanma konusunda diğer seçeneği de toprağa dayanan (teritoryal) devletti. Etnik grup anlayışının ikinci seçenekte daha açık bir şekilde görüleceğini düşünmek ilk anda makul gözükse de, bu dönemde etnik grup anlayışının geliştiği ama bu anlayışın toprağa dayalı devletle bağlantılandırılmasının henüz yeterince oluşmadığı görülmektedir. Yani günümüzün etnik ulus devletlerine benzer siyasi yapıların bu dönemde mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Üstelik etnik grup anlayışı tek bir şekilde de kendisini göstermemektedir. En iyi örneğini Yahudilerde gördüğümüzü iddia edebileceğimiz etnik grup anlayışı, bu durumda bile tek başına var olan bir yapılanma olmayıp tektanrıcı Yahudi diniyle birleştirilmektedir. Yunanlılardaysa daha farklı bir şekilde belirmekte, tek bir grup kimliği yerine çeşitli Yunan kabilelerini veya bu tür örgütlenmeleri dış düşmanlara karşı birleştiren bir üst kimlik halinde ortaya çıkmaktadır. Yunan grupları bir yandan kendi aralarında kıyasıya savaşırken, diğer yandan da hepsini bir araya getiren pan Hellenik bir örgütlenme yaratarak ve bu amaç doğrultusunda ortak ayin ve festivaller (olimpiyatlar) geliştirerek ilginç bir tablo çizmektedir.


Kısmen ikinci değişikliğin bir sonucu olarak da görülebilecek üçüncü değişiklik, toprağa dayanan çıkarlarla ticari çıkarların birbiriyle çekişme ve çatışmaya başlamasıdır. Kırsal üretimin bölgeler arası ticaretle bütünleştirildiği tunç çağınla karşılaştırıldığında farklı bir görüntü çizen bu yeni oluşum, kısmen tunç çağının çökmesiyle serbestleşen kırsal kesimlerin ticarete duyduğu doğal bir güvensizlik, kısmen de büyük bir yıkımdan çıkan kitlelerin ele geçirdikleri iktidarı paylaşmak istememelerinin sonucu olarak düşünülebilir. Bu çatışmayı, mevcudiyetleri ve refahları ticarete dayanan, dolayısıyla dışarıya karşı daha açık ve hoşgörülü olan kent devletleriyle, topraklarını dış dünyanın siyasi ve toplumsal yapıyı parçalayıcı etkilerinden korumak isteyen hükümdarlarla toplumun her düzeyindeki muhafazakâr nüfuz sahiplerin kontrolündeki toprağa dayanan devletler arasında mevcut uzlaşmaz çıkar çatışmalarının sonu olarak da görmek mümkündür. İki farklı dünya arasındaki (toprağa dayanan çıkarlarla ticari çıkarlar) arasındaki çatışmaya ideolojik ve kültürel düzeyde verilebilecek iyi bir örnek, Yunanlıların ticarete karşı duydukları antipatidir. Bize Hesiod’la Homer’in eserleri aracılığıyla ulaşan bu antipatinin Yunan halklarının ne kadarlık bir kısmını temsil ettiğini söylemek zordur ama ticareti daha olumlu bir çerçevede sunan eserler günümüze ulaşmadığına göre, en azından ticaret karşıtı duyguların daha fazla kabul edildiğini veya yeterince yaygın olduğunu iddia edebilmemiz mümkündür. Bu antipatinin daha sonra demir çağının başından beri bölgeler arası ticarette en güçlü gruplardan Fenikelileri hedef alması ve sonunda pan Helenik (pan Yunan) ortak kimliğini üretmesi üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir gelişmedir. Bu bağlamda Yunan polisi (kent devleti) tarımsal dünyanın mükemmel mutluluğunun ve refahının vücut bulması olarak sunulurken, MÖ 8. yüzyılda Akdeniz’de ticari egemenliği elinde tutan “tüccar” Fenikeliyi karşı konulması gereken öteki olarak belirlemiş pan Helenik bilinç de, bölgeler arası ticaret yollarında çeşitli pan Helenik tapınaklar oluşturarak önemli bir güç olmaya doğru ilerlemekte ve Akdeniz’in diğer bölgelerinde Yunan siyasi kolonileri belirmektedir. Muhtemelen tüccar Fenike’yle toprakçı Yunan arasındaki çıkar çatışmasının bir diğer yansıması da, bu ikisinin diğer bölgelerle ilişkiye girme biçimlerindedir. Yunanlılar toprağa dayanan koloniler oluştururken, Fenikeliler sadece ticaretle ilgilenmekte ve eğer bir yerlerde bir şeyler oluşturuyorlarsa, bunlar basit ticari üsler olmaktan ileri gitmemektedir. Fenikeliler tarafından Kartaca’nın kurulması çok daha sonraki gelişmelerin ürünüdür.


Dördüncü değişiklik olarak farklı ticaret anlayışını sunabiliriz. Bölgeler arası ticaret kesinlikle gayri merkeziyetçi karaktere sahip olup tamamen serbesttir. Fakat bu serbestliği tunç çağı tekelci ve merkeziyetçi ticaret zihniyetine karşıtı biçiminde anlamalıyız. Bu anlamda önemli derecede bir serbestleşme söz konusu olmasına rağmen, mevcut uluslararası ticaretin ifade ettiği karakter açısından baktığımızda, tam olarak etnik çizgilerde olmasa da gene de benzer şekilde gelişen bir bölgecilik, en azından ticari rekabetin bu biçimde yapılandırılması söz konusudur. Her ne kadar ticari girişimler arasındaki rekabet ilk başta etnik ve/veya dilsel farklılıklara dayandırılmamış, sadece farklı ticari girişimlerin rekabeti şeklinde var olmuşsa da, bu durum süratle değişmiş ve Fenikelilerle Yunanlılar arasında görüldüğü gibi farklı etnik veya siyasi yapıların rekabetine dönüşmüştür. Burada anlatılmak istenen, bu iki grubun birbiriyle rekabete girmiş olması değil, tüccarların aralarındaki rekabetleri farklı grupların rekabeti olarak görmeye başlamış olmasıdır; örneğin Yunanlı bir tüccar için rakibinin Yunanlı veya Fenikeli olmasının farklı anlamlar taşımaya ve tepkilere neden olmaya başlamıştır. Bu açıdan bakınca, tunç çağı ticaretinin daha küreselci olduğu söylenebilir; bu dönemde ticaret grupları (elitleri) birleştirici bir unsurdur.


Bu dönemde serbest ticaretin, özellikle de sarayların artık var olmamasının önemli bir sonucu diyebileceğimiz Pazar ortaya çıkmıştır. Ticaret artık pazarlarda daha geniş ölçekte bir katılımla gerçekleşmektedir. Pazarların daha geniş bir katılımı sağladığını söylerken, diğer yandan daha küçük ölçekte alışverişleri de mümkün kıldıklarını belirtmek gerekmektedir. Yani artık sadece büyük kargoların el değiştirmesi değil, küçük miktarlarda alışverişler de mevcuttur. Bu, medeniyet tanımı yaparken bahsettiğimiz “medeni” yaşam tarzının toplumun daha alt düzeylere ulaşmasını getiren bir gelişmedir. Diğer yandan, bu gelişmeye mevcut iletişim ilişkileri açısından baktığımızda, daha mikro düzeyde alışveriş daha mikro düzeyde iletişim ağları anlamına da gelmektedir ve bu da çevre kurma anlamında medeniyetin daha alt düzeylerde değişiklikleri getirmeye başlaması demektir.


Pazarla birlikte, kısmen serbest ticaretin ama aynı derecede savaş harcamaları ve vergi toplamanın getirdiği zorunluluklardan ötürü, para kullanımı da belirir. Ortaya çıkan, tunç çağının değerli madenlerinin bir üst boyuta doğru gelişmesidir. Fakat sıralamış olduğumuz zorunluluklar bu yeniliği getiren yegâne nedenler değildir. Muhtemelen biraz daha önemli görülebilecek bir neden de, devletleri veya siyasi yapıları birbirinden ayıran sınırların belirlenmesi ve öne çıkartılması ideolojisinin, devlet iktidarının bir işareti olarak üzerine iktidar simgelerinin konulabildiği ve değerli madenlerden yapılmış değişim araçlarını zorunlu kılmış olmasıdır. Paranın böyle bir işlevinin olduğunu da unutmamalıyız. İlk para Batı Anadolu’da Likya’da belirir.


Demir çağının, değişiklik demesek de çok önemli bir sonucu medeniyetin Akdeniz’in tamamını kapsayacak şekilde yayılmasıdır. Yayılma hem coğrafik düzeydedir hem de farklı toplumsal gruplara ulaşma anlamındadır. Sisteme, bir yandan farklı bölgeler bir yandan da farklı toplumsal gruplar dahil edilmektedir. Medeniyetin demir çağında tekrar başlayan yayılması tunç çağında gördüğümüz bir şekilde sonlanmayacak, her açıdan bütünleşmenin sağlandığı antikçağa doğru devam edecektir.

Yorumlar