Farklı Ortaçağlar


Batı tarihçiliğinin ortaçağ kavramı üç temel sürecin yansıtılmasını içerir: (1) Merkezi devletin ortadan kalkması, (2) Kentsel ekonominin ve yapının gerilemesi (burada kentsel yerine medeniyetsel dokunun gerilemesi de denebilir), (3) Hıristiyanlığın (veya tektanrıcılığın) hegemonik bir ideolojiye dönüşmesi. Batı Avrasya’nın (Batı Avrupa) başına gelenle Doğu Avrasya’nın (Doğu Asya) başına gelen arasında benzerlikler kurulabilir. Aynı şekilde bazı farklılıklardan da bahsedilebilir. Bu iki oluşumu ortak bir kategoride birleştiren Avrasya bozkır göçebe topluluklarının faaliyetleridir. Avrasya bozkırlarında beliren hareketlilik sonunda iki tarafı da etkilemiştir ki, Avrasya bozkırları bu iki medeniyet bölgesini doğrudan birleştiren etkileşim koridoru olarak görülebilir. Avrasya bozkır hareketlenmesinin etkileri Orta Asya ve Hindistan’da da hissedilmiştir. Arabölge bu hareketlenmenin dışında kalmamıştır ama bu bölgedeki medeniyetler bu hareketlenmenin olumsuz sonuçlarına direnebilmiştir. Bu yüzden de tek bir ortaçağ yerine, birden fazla ortaçağdan bahsetmek çok daha uygundur. Başlarına gelen açısından bakıldığında, Avrasya’nın batı ve doğu bölgeleri birbirlerine çok daha yakındır ama Doğu Asya medeniyet bölgesinin bir merkezi devlete ve daha sonra da imparatorluğa kavuşması çok daha çabuk olmuş ve bu süreç içinde medeniyetsel doku (kentsel) çok büyük bir gerileme yaşamamıştır. Tektanrıcılık sürecine gelecek olursak, bu tamamen Batı Avrasya’ya ve Arabölgenin batısına özgü bir oluşumdur. Hindistan hem çok tanrıcı kalmış hem de tanrıcılık dışında düşünsel sistemler yaratmıştır. Doğu Asya’ysa, bir yandan bu düşünsel sistemlerden Budizmin etkisi altında kalırken, diğer yandan da Daoizm ve Konfüçyusçuluk gibi düşünce sistemlerini medeniyetsel dokusunun temel ideolojik sistemlerine dönüştürmüştür. Bu süreç tektanrıcı bölgelerde ortaya çıkan gelişimden çok farklı olmuştur. Tektanrıcı bölgeler kendilerini hakikatlerin çarpışmasının ortasında bulurken, Doğu Asya’daysa (ve buna Hindistan ile Güneydoğu Asya’yı da ekleyebiliriz) çok diyaloglu bağdaştırmacı (senkretik) bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Arabölgeye, yani bu ikisi arasında kalan bölgeye gelecek olursak, burada Anadolu/Balkanlar merkezli Hıristiyan Roma’nın ilk önce Batı İran/Mezopotamya merkezli Zerdüşt Sasanilerle, daha sonra da Müslüman Araplarla kıyasıya bir mücadeleye girdiğini görürüz. Bu süreç sırasında merkezi devlet sürmüş, bölgenin iki merkezi devlet tarafından paylaşımı devam etmiştir. Medeniyetsel yapıda bir dönüşüm söz konusudur ama tüm bölgeyi göz önüne aldığımızda, büyük bir gerileme söz konusu değildir ki, İslam medeniyetiyle birlikte, aksine, büyük bir çıkış da yaşanmıştır. Tektanrıcılık açısından baktığımızda, Arabölge’yle Batı Avrupa arasında tam bir benzerlik vardır. Tek fark, Batı ve Orta Avrupa Hıristiyanlık hegemonyası altına girerken, Arabölge’de iki farklı hegemonya arasında ciddi bir çatışmanın yer almış olmasıdır. Bu arada Hindistan’daysa daha farklı bir süreç yaşanmıştır. Hindu medeniyeti zaman içinde Hindistan’ın güneyine kaymış, kuzeyin siyasi ve kısmen de kültürel egemenliği zamanla Müslümanların eline geçmiştir. Hindu bölgesinde tek bir merkezi yapı belirmemiş olmasına rağmen, yerel yapılar arasında merkezi bir devleti aratmayacak derecede kararlı bir denge ortaya çıkmıştır. Hindu bölgesi siyasi alandaki kaybını ticari alanda kaydettiği ilerlemelerle kapatmıştır. Medeniyetsel yapı diğer medeniyetlerdekinden geri kalmamıştır. Düşünsel sistemlerdeyse, epey önemli gelişmeler kaydedilmiştir.


Sonuç olarak tek bir ortaçağ yerine dört farklı ortaçağdan (medeniyet bölgeleri dışına çıkarak bozkırları da kattığımızda beş de denebilir) bahsedilmesi gerekmektedir. Ortaçağın tam olarak hangi tarihten itibaren başlatılabileceği tartışmaya açıktır. Meseleye dünya sistemleri açısından baktığımızda, ortaçağın başlangıç noktasını muhtemelen ilk büyük dünya sisteminin ortadan kalktığı (MS 200’lerden itibaren) tarihten başlatmak gerekecektir. Yalnız burada önemli bir ayrıntı gözden kaçırılmamalıdır. Önceliği “küresel” ticari bağlara ve etkinliklere veren dünya sistemi, bazı tarihçilerin itirazlarına kulak verecek olursak, ticarete olduğundan fazla önem vermektedir. Oysa ticaretle uğraşan kesimler uzun bir süre boyunca, özellikle modern çağa kadar, tarıma öncelik veren politikaların kontrolü altında kalmış, bu kesimin çıkarlarının izin verdiği bir alanda faaliyet göstermiştir. Dolayısıyla, kurulduğu dönemde bile bağımsız temelleri olmamış bir dünya sistemine hakkettiğinden fazla önemsemek sağlıklı sonuçlar vermeyebilir. Çünkü bu durumda ticari çıkarları kontrol altında tutan tarım dünyasının etkilerini görmeyebiliriz. Ortaçağ tartışması sadece dünya sistemi bağlamında değil, mevcut tarım medeniyetlerinin gösterdikleri değişiklikler bağlamında da yapılmalıdır. O sırada var olan dünya sisteminin çökmesi elbette ortaçağın başlangıcı olarak ele alınabilir ama bu görüşü, bu sistemin parçalarını oluşturmuş medeniyetlerdeki iç değişiklikleri de göz önüne alarak desteklemek gerekmektedir. Dünya sistemi 3. yüzyıldan itibaren çökmeye başlarken bu medeniyetlerin bir kısmı görkemli varlıklarını bir süre daha sürdürmüştür.




MS 2 yy Dünya Sistemi



Üçüncü yüzyılda bu küresel bağın Han (Doğu Asya), Kushan (Orta Asya / Kuzey Hindistan) ve Part (İran) İmparatorlukları ortadan kalkarken, İran’da Partları izleyen Sasaniler ve Hindistanda da Kushanların ardından gelen Guptalar her iki bölgede de 6. ve 7. yüzyıllara kadar parlak bir dönemi sürdürmüştür. Dünya sistemi açısından bir gerileme görmemiz gereken yerde, aksine, ciddi bir düşüş söz konusu olmadığı gibi, Sasanilerin mirasını hemen ardından gelen İslam medeniyeti devralmış, Guptaların mirasından da Çin ve dolayısıyla Doğu Asya dünyası yararlanmıştır. Bu yüzden, ortaçağın başlangıcını üçüncü yüzyılda ortadan kalkmış dünya sisteminden yola çıkarak yaparken, teker teker bölgelere de bakmakta yarar vardır. O günün dünyasını etkilemiş büyük bir krizin yeni bir dönemi başlattığını ileri sürerken, bu krizden aynı derecede etkilenmemiş bölgelerin durumlarına da bakmak gerekmektedir. Bu elbette söz konusu bölgelerde (İran ve Hindistan) antik çağın devam etmiş olduğu anlamına gelmemektedir ama diğer yandan, bu bölgelerde biçimlenmiş klâsik formasyonların örneğin bir antikçağ Roma’sı kadar hırpalanmadığını (yok olmadıklarını) görmek gerekmekte ve bu bölgelerin modern çağ öykülerini belki de başka şekillerde kurmak gerekmektedir. Neticede bu bölgelerin Avrupa’nınkine benzer bir karanlık çağdan geçtiklerini söylemek zordur. Üstelik Çin’ de bile sadece bir siyasi parçalanma söz konusudur. Mevcut medeniyetsel sistem çökmediği gibi, büyük bir gerileme de söz konusu değildir. Nitekim ortaçağ dönemine damgasını da vuran Çin dünyası olacaktır.

Yorumlar