Burası ve Ötesi Semineri - Eski Türklerde Cenaze Törenleri ve Öte Dünya İnanışlarına Bakış
Din ve İletişim
Geçen haftaki girişin sonuçlarından biri (en azından kendi açımdan baktığımda) Eski Türklerde Öte Dünya İnançları konusunu incelemenin en sağlıklı yolunun, bu çabayı pastoral göçebeliğin öte dünya inançları şeklinde görecek şekilde dönüştürülmesinden geçtiğini kavramak oldu. Çok kısa şekilde özetlemek gerekirse, Avrasya bozkırları ve burada var olmuş pastoral göçebelik hiçbir zaman “Eski Türklerin dini veya öte dünya inançları” örneğinde gördüğümüz gibi etnik grupların kendilerine özgü dinlerle karşımıza çıkmalarını sağlayacak kadar karmaşık bir dünya yaratmamıştır. Farklı sözcükler görülse de, her etnik grup kendi farklı kavramlarını yaratmamıştır. Tarım toplumlarında bile zor gözlemlenen bu davranışı, Avrasya bozkırlarında beklemek kanımca mümkün değildir. Belki Kuzey Afrika pastoral toplumlarıyla Avrasya bozkırlarının pastoral toplumları arasında bazı farklılıklar bekleyebiliriz ama bu yaklaşım da bizi etnik değil, bölgesel bir ayrıma götürmelidir. Bir bölgenin kendi içinde ortaya çıkabilecek ayrımları dikkate aldığımızda da, bunlar daha çok farklı gelenekler şeklinde düşünülmelidir. Bu farklı gelenekleri de daha çok farklı yaşam biçimlerinin yansıması olarak almalıyız. Örneğin, tarım kökenli pastoral toplumlarla avcılık/balıkçılık kökenli pastoral toplumları farklı yaşam biçimlerinden ötürü farklı inanç biçimleri getirecektir.
Yalnız yaşam biçimiyle inanç biçimi arasında birebir bir ilişkinin söz konusu olduğunu düşünmemeliyiz.
Yaratıcılık topluluktan topluluğa farklılık göstereceğinden çıkan son ürün bazı farklılıklar taşıyacaktır. Örneğin, Kuzey ve kuzeydoğu Avrasya’da su kuşu motifinin ve dünyayı oluşturmak için suya dalarak çamur çıkarma motifinin yaygın bir kalıp olduğunu görüyoruz. Burada kuşun cinsi, nasıl daldığı, dalış sırasında ne tür aşamalardan geçtiği farklılıklar gösterebilir ama muhtemelen bu kuş bir su aygırına veya timsaha dönüşmeyecektir. Diğer yandan su da su olarak kalacaktır. Bir sel veya tufan söz konusu olmayacaktır. Neticede kullanılan malzemeyi yaşam biçimi açıklayabilir ama bu malzemenin nasıl bir kurguya dönüştüğü daha farklı unsurların bilinmesini gerektirebilir. Üstelik bu unsurların kimi tamamen olası beklenmedik koşul ve olaylara ait olabilir. Yaratıcının yaratma esnasında içinde bulunduğu koşullar ortaya çıkan ürünü doğrudan etkileyebilir ve bu koşullar bir daha yaşanmayabilir. Fakat öte yandan, aynı yaşam biçiminin sürekli benzer koşulları ve belli bir sıklıkta dayatacağını, dolayısıyla sonunda söz konusu topluluklarda ortaya çıkan inanç biçimlerinin zamanla birbirine çok benzeyeceklerini de unutmamalıyız.
…
Yaşam biçimiyle din arasındaki ilişkiyi bu şekilde açıkladıktan sonra üzerinde durmak istediğim ikinci nokta etkileşimin rolü olacak. İnsanların çevreleriyle sürekli etkileşim içinde olduklarını söylemek şaşırtıcı bir şey değil. Dışımızdaki dünyayla sürekli iletişim içinde olmamız ve bunun zorunlu olması hepimizin bildiği bir şey. Fakat bu iletişimin belli sınırları olduğunu hepimiz farkında olmayabiliriz. Özellikle toplumsal iletişimin (ki dışımızdaki dünyayla iletişimin en önemli kısmını bu oluşturur) bir üst sınırı vardır. Son yapılan araştırmalara göre bu sınır Homo Sapiens toplulukları için 150 – 300 arasındadır. Yani bir insanın sadece doğrudan fiziksel temas yoluyla ilişkiye girebileceği insan sayısı 150 – 300 arasındadır. Burada bahsedilen grup büyüklüğüdür. Grup büyüklüğü bu sınırı geçmeye başladığında, alt gruplar belirecek ve yüz yüze düzenli temasın yerini sürekli artan şekilde simgesel ve üslupsal işaretleşme alacaktır (Gamble, 1999: 57). Görüldüğü gibi burada önemli bir üst sınır mevcuttur ve bunun aşılması ancak farklı iletişim araçlarının ortaya çıkmasıyla mümkündür. Bir hiyerarşinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hiyerarşi çok daha erken bir düzeyde kendisini gösterir ve bunun insanın bilişsel yetenekleriyle bir ilişkisi yoktur. Örneğin, bir grupta beş rakamı aşılmaya başladığında gruptan bir kişinin liderlik konumuna yükselmeye başladığı görülecektir. Ölçeksel stres 5 ile 7 arasında kendisini göstermeye başlar. 10 ile 14 kişilik grupta en azından iki lider figürü veya grup görülmeye başlayacaktır. 150/300 sınırıysa tek bir insanın çevresindeki ilişkilerin içeriklerini kaydetmesiyle ilgili bir rakamdır. Burada farklı bir bölünme söz konusudur. 150/300 sınırı aşıldığında birey üzerindeki baskının azaltılması için içerikleri belirlemenin farklı yöntemlerinin ortaya çıkması gerekmektedir. Örneğin, 200 veya 400 kişilik bir grupta yaşanıyorsa, 50 veya 100 kişinin farklı bir kategoriye konması gerekecektir ki aynı düzey sağlanabilsin. Bu noktada ayırımcılığın ortaya çıktığı görülür. Diğer yandan her ayrımcılık bütünleştirmeyle birlikte gelir. 50 ile 100 kişiyi kendimizi ait hissettiğimiz gruptan ayrı görebiliriz ama başka bir grupla karşılaştırdığımızda aynı grubu kendimize daha yakın da görebiliriz. Dolayısıyla karmaşık sistemlerin ortaya çıkması gerekir. Din kanımca bunlardan birini oluşturur. Grupların bir araya getirilmelerini sağlayan simgesel iletişim yollarından biridir.
Yalnız din daha farklı bir alanı da kapsar: Cansızların dünyası, insanların dışındaki dünya, doğa vb. İnsanın iletişimi hem canlı hem de cansız unsurlarla gerçekleşir. Aslında burada önemli olan canlı olmayla olmama arasındaki fark değildir. İnsan kendisine gelen tüm verilerle ilgilenmek zorundadır ve her veriye gösterdiği tepki sanki canlı bir failin ürünüymüş gibi olur. İnsanın var olduğu dünya faillerin dünyasıdır. Onu ilgilendiren en önemli konu çevresinde gerçekleşen hareketlerin kaynağıdır ve onun için en tehlikeli ve/veya en yararlı hareketler canlılara dair olandır. Kaynağı canlı olmayan hareketler elbette insanı ilgilendirmez ama o her hareketi sanki bir canlı hareketinin ürünüymüş gibi algılayacak şekilde programlanmıştır. Dolayısıyla cansız dünyadan gelen her veri de sanki ardlarında canlı failler varmış muamelesi görür. Sistem basittir:
Din canlı addedilen cansız faillere bağlı bazı verilerin anlamlı kılınmasıyla ve/veya kullanılmasıyla ilgilidir. Çoğu kez doğanın, doğaüstünün, bizim dışımızdaki dünyanın anlamalı kılınmaya çalışılmasından bahsedilir ama insan bu dünyanın sunduğu malzemeyi kullanmayı da seçmiştir ve bu hâlâ geçerli olan bir faaliyettir.
Toparlayacak olursak, insanlara dışarıdan yığınlarca veri gelir. İnsan kendisine ulaşan verilerin kendisinde yarattığı etkilerin özellikle bir kısmına hemen tepki verecek şekilde programlanmıştır ve bu tepkinin en önemli özelliği bu tür verilere canlı muamelesinde bulunmaktır. Din, kendisini bu bölgede gösteren bir faaliyettir. Bu noktada daha fazla ayrıntıya girmemize gerek yok. Asıl üzerinde yoğunlaşmamız gereken, bunu kendi konumuzla ilişkilendirmek.
Yalnız yaşam biçimiyle inanç biçimi arasında birebir bir ilişkinin söz konusu olduğunu düşünmemeliyiz.
Yaratıcılık topluluktan topluluğa farklılık göstereceğinden çıkan son ürün bazı farklılıklar taşıyacaktır. Örneğin, Kuzey ve kuzeydoğu Avrasya’da su kuşu motifinin ve dünyayı oluşturmak için suya dalarak çamur çıkarma motifinin yaygın bir kalıp olduğunu görüyoruz. Burada kuşun cinsi, nasıl daldığı, dalış sırasında ne tür aşamalardan geçtiği farklılıklar gösterebilir ama muhtemelen bu kuş bir su aygırına veya timsaha dönüşmeyecektir. Diğer yandan su da su olarak kalacaktır. Bir sel veya tufan söz konusu olmayacaktır. Neticede kullanılan malzemeyi yaşam biçimi açıklayabilir ama bu malzemenin nasıl bir kurguya dönüştüğü daha farklı unsurların bilinmesini gerektirebilir. Üstelik bu unsurların kimi tamamen olası beklenmedik koşul ve olaylara ait olabilir. Yaratıcının yaratma esnasında içinde bulunduğu koşullar ortaya çıkan ürünü doğrudan etkileyebilir ve bu koşullar bir daha yaşanmayabilir. Fakat öte yandan, aynı yaşam biçiminin sürekli benzer koşulları ve belli bir sıklıkta dayatacağını, dolayısıyla sonunda söz konusu topluluklarda ortaya çıkan inanç biçimlerinin zamanla birbirine çok benzeyeceklerini de unutmamalıyız.
…
Yaşam biçimiyle din arasındaki ilişkiyi bu şekilde açıkladıktan sonra üzerinde durmak istediğim ikinci nokta etkileşimin rolü olacak. İnsanların çevreleriyle sürekli etkileşim içinde olduklarını söylemek şaşırtıcı bir şey değil. Dışımızdaki dünyayla sürekli iletişim içinde olmamız ve bunun zorunlu olması hepimizin bildiği bir şey. Fakat bu iletişimin belli sınırları olduğunu hepimiz farkında olmayabiliriz. Özellikle toplumsal iletişimin (ki dışımızdaki dünyayla iletişimin en önemli kısmını bu oluşturur) bir üst sınırı vardır. Son yapılan araştırmalara göre bu sınır Homo Sapiens toplulukları için 150 – 300 arasındadır. Yani bir insanın sadece doğrudan fiziksel temas yoluyla ilişkiye girebileceği insan sayısı 150 – 300 arasındadır. Burada bahsedilen grup büyüklüğüdür. Grup büyüklüğü bu sınırı geçmeye başladığında, alt gruplar belirecek ve yüz yüze düzenli temasın yerini sürekli artan şekilde simgesel ve üslupsal işaretleşme alacaktır (Gamble, 1999: 57). Görüldüğü gibi burada önemli bir üst sınır mevcuttur ve bunun aşılması ancak farklı iletişim araçlarının ortaya çıkmasıyla mümkündür. Bir hiyerarşinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hiyerarşi çok daha erken bir düzeyde kendisini gösterir ve bunun insanın bilişsel yetenekleriyle bir ilişkisi yoktur. Örneğin, bir grupta beş rakamı aşılmaya başladığında gruptan bir kişinin liderlik konumuna yükselmeye başladığı görülecektir. Ölçeksel stres 5 ile 7 arasında kendisini göstermeye başlar. 10 ile 14 kişilik grupta en azından iki lider figürü veya grup görülmeye başlayacaktır. 150/300 sınırıysa tek bir insanın çevresindeki ilişkilerin içeriklerini kaydetmesiyle ilgili bir rakamdır. Burada farklı bir bölünme söz konusudur. 150/300 sınırı aşıldığında birey üzerindeki baskının azaltılması için içerikleri belirlemenin farklı yöntemlerinin ortaya çıkması gerekmektedir. Örneğin, 200 veya 400 kişilik bir grupta yaşanıyorsa, 50 veya 100 kişinin farklı bir kategoriye konması gerekecektir ki aynı düzey sağlanabilsin. Bu noktada ayırımcılığın ortaya çıktığı görülür. Diğer yandan her ayrımcılık bütünleştirmeyle birlikte gelir. 50 ile 100 kişiyi kendimizi ait hissettiğimiz gruptan ayrı görebiliriz ama başka bir grupla karşılaştırdığımızda aynı grubu kendimize daha yakın da görebiliriz. Dolayısıyla karmaşık sistemlerin ortaya çıkması gerekir. Din kanımca bunlardan birini oluşturur. Grupların bir araya getirilmelerini sağlayan simgesel iletişim yollarından biridir.
Yalnız din daha farklı bir alanı da kapsar: Cansızların dünyası, insanların dışındaki dünya, doğa vb. İnsanın iletişimi hem canlı hem de cansız unsurlarla gerçekleşir. Aslında burada önemli olan canlı olmayla olmama arasındaki fark değildir. İnsan kendisine gelen tüm verilerle ilgilenmek zorundadır ve her veriye gösterdiği tepki sanki canlı bir failin ürünüymüş gibi olur. İnsanın var olduğu dünya faillerin dünyasıdır. Onu ilgilendiren en önemli konu çevresinde gerçekleşen hareketlerin kaynağıdır ve onun için en tehlikeli ve/veya en yararlı hareketler canlılara dair olandır. Kaynağı canlı olmayan hareketler elbette insanı ilgilendirmez ama o her hareketi sanki bir canlı hareketinin ürünüymüş gibi algılayacak şekilde programlanmıştır. Dolayısıyla cansız dünyadan gelen her veri de sanki ardlarında canlı failler varmış muamelesi görür. Sistem basittir:
Din canlı addedilen cansız faillere bağlı bazı verilerin anlamlı kılınmasıyla ve/veya kullanılmasıyla ilgilidir. Çoğu kez doğanın, doğaüstünün, bizim dışımızdaki dünyanın anlamalı kılınmaya çalışılmasından bahsedilir ama insan bu dünyanın sunduğu malzemeyi kullanmayı da seçmiştir ve bu hâlâ geçerli olan bir faaliyettir.
Toparlayacak olursak, insanlara dışarıdan yığınlarca veri gelir. İnsan kendisine ulaşan verilerin kendisinde yarattığı etkilerin özellikle bir kısmına hemen tepki verecek şekilde programlanmıştır ve bu tepkinin en önemli özelliği bu tür verilere canlı muamelesinde bulunmaktır. Din, kendisini bu bölgede gösteren bir faaliyettir. Bu noktada daha fazla ayrıntıya girmemize gerek yok. Asıl üzerinde yoğunlaşmamız gereken, bunu kendi konumuzla ilişkilendirmek.
Yorumlar
Yorum Gönder