Burası ve Ötesi Semineri - Eski Türklerde Cenaze Törenleri ve Öte Dünya İnanışlarına Bakış
Türkler Nereden Geldi?
Günümüz Türkiye’sinin toplumsal, kültürel ve dinsel geçmişinin bir parçası olarak görebileceğimiz Orta Asya kökenli inançların önemli bir kaynağı geçmiş pastoral göçebe toplumlarına aittir. Fakat Orta Asya kökenliliği pastoral göçebecilikle eş tutmamalıyız. Çünkü aynı Orta Asya inanç dünyasının avcı toplayıcı veya orman topluluklarına dayanan boyutları da vardır. Diğer yandan pastoral göçebe topluluklar tarım topluluklarından da etkilenmiştir. Burada iki türlü bir etkilenme söz konusudur. Bir yandan bazı pastoral topluluklarının kökeni tarım topluluklarıdır. Bu anlamda kökensel bir etkilenme söz konusudur; değerlerini aktarırlar. Diğer yandan tarım evresinden pastoral evreye geçtikten sonra tarım topluluklarından, bunların inançlarından etkilenmeleri söz konusudur. Örneğin, Maniheizm, Budizm, Laoizm ve benzeri etkilenmeler bu sınıftadır. Bir de çok daha sonra ortaya çıkmış Hıristiyanlık ve İslam’dan gelen etkilenmeler vardır. Buna benzer bir durum avcılıkla geçinen orman topluluklarında da söz konusudur. Bu toplulukların pastoralizme geçmelerinin tarım toplumlarının etkisiyle olduğu düşünülmektedir. Her ne kadar burada bir tarımcılık kökeni yoksa da, tarım toplumlarıyla ilişkiye girmek söz konusudur. Hayvancılık tarım toplumlarına dayanan bir gelişme kabul edilmektedir. Hareket halindeki toplulukların veya tarımla uğraşmayan toplulukların bu gelişimi yaşayamayacakları düşünülmektedir.
Bir çizelge sunacak olursak,
Görüldüğü gibi, Orta Asya pastoral toplumlarının iki farklı kökenden gelme olasılıkları mevcuttur. Bunlardan biri o yörede tarım öncesi dönemden beri var olan ve bu yaşam tarzına adapte olmuş topluluklar, diğeriyse tarımın Mezopotamya’da ortaya çıkarak yayılmasıyla birlikte ortaya çıkmış topluluklar. Bu ortaya çıkış çeşitli şekillerde teknolojinin benimsenmesi veya bu teknolojiyi benimsemiş toplulukların gelişi şeklinde var olabileceği gibi, tarımın ortaya çıkmasını da sadece Mezopotamya kökenli bir oluşum olarak düşünmemiz gerekmiyor. Burada asıl üzerinde durmamız gereken ayrıntı, iki farklı tip insan topluluğunun varlığı: Biri tarımı ve getirdiği yaşam tarzını hiç tanımamış topluluklar, diğeriyse tarımı ve getirdiği yaşam tarzını benimseyen ve muhtemelen bir önceki evreyi toplumsal yaşamından büyük çapta silmiş topluluklar. Bu silinmenin tamamen değil ama büyük çapta olduğunu belirtiyoruz. Kültürel ve dinsel yaşamda içeriksel bir silme kuramsal olarak mümkün olsa da, bunun mükemmel bir şekilde başarıldığını gösteren bir örnek henüz tespit edilmiş değil ama içerik mükemmel bir şekilde silinse bile biçim varlığını hâlâ sürdürüyor olabilir. Örneğin, bir önceki evrenin inançsal simge ve araçları tüm içeriklerini yitirse bile, bunlara yeni ve eskisinden çok farklı içerikler verilebiliyor. Bazı durumlarda alışkanlıklar veya pratikler olduğu gibi ama farklı içeriklerle sürebiliyor.
Burada peki Türkler hangi gruptan diye sorabiliriz ama pekâlâ iki grubun karışımı da olabilirler. Etnik düzeyde böyle bir alışkanlıktan kurtulmamız gerekebilir ama inanç düzeyinde kesinlikle kurtulmamız gerekir. Çünkü biraz önce bahsettiğimiz gibi pekâlâ aynı simge veya araçlar farklı içerikler için kullanılabilir. Peki, bu içerik değişimini ne belirliyor ve bir orijinal içerikten bahsetmek mümkün mü? En orijinal içeriğin ne olduğunu belirlemek pek mümkün gözükmüyor ama zaten orijinal içeriğin belirlenmesi ne kadar mümkün? Yani orijinal içerik dediğimiz şey aslında ne? Böyle bir şey mümkün mü? Çoğu zaman Türklerin “asıl” dini söylemlerinde de benzer yaklaşımlar görülmekte ama hiç kimse “asıl” dini kimin belirlediği konusuyla ilgilenmemekte.
Çoğu zaman bazı kimliklerin başlangıçtan beri var olduğu inancını paylaşırız. Oysa tüm kimlikler belli bir sürecin sonucudur ve bu gerçeği her birey kendi yaşamında bile gözlemleyebilir. Türkler denen grubun ne zaman ortaya çıktığını söylemek zor. Kimine göre, eğer günümüzü referans alacaksak, böyle bir kimlik 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Yine kimine göre altıncı yüzyılda böyle bir kimlik ortaya çıkmıştır. Tabii altıncı yüzyıldaki kimlikle on dokuzuncu yüzyıldakinin aynı kimlikler olduğunu söylemek oldukça zordur. Diğer yandan sadece aynı dili veya benzer bir dili konuştuklarını fark ederek gerçek anlamda bir kimlik olmasa da buna yakın bir kimlik bilincine ulaşan insanların kendilerini parçası gördükleri bir kimlik söz konusudur. Yani ben bununkine yakın bir dil konuşuyorum, diğerinki benimkine oldukça “yabancı türünden bir kimlik.
Türklerin hangi gruptan olduğunu söylemek zor ama sonunda pastoral göçebe olduklarını biliyoruz. Bundan önce bir orman halkı veya tarım toplumu olmuş olabilirler ama işin ilginç tarafı Türk dediğimiz kimlik tam pastoral göçebe toplumunun oluşumu sırasında ortaya çıkmış olabilir. Yani daha öncesine giden bir geçmişi olmayabilir ki, aslında böyle bir durumun söz konusu olduğunu düşünmek çok daha makul gözüküyor. Çoğu zaman sorulan soru pastoral göçebe Türklerin geçmişi olurken, nadiren böyle bir geçmişin olmamış olabileceğini düşünüyoruz. Her şey bir yerden başlamak zorunda ki, Türk dediğimiz grubun daha öncesine giden bir geçmişi olmuş olsa bile tam pastoral göçebeliğe geçtiği noktada bizim anladığımız ve bildiğimiz anlamda Türk’e dönüşmüş olabilir.
O zaman soru hangi toplumsal ekonomik biçimi başlangıç noktası olarak kabul edeceğimizde kilitlenmekte. Başlangıç noktasının seçimi neticede bize bağlı. Ne yaparsak yapalım bunu belirlemenin nesnel bir yolu mevcut değil. Seçeneklerden biri bugüne kadar kabul edilmiş olan pastoral göçebelik, diğeriyse bundan önceye giden biçim ama bu biçimi tespit etmemiz bugün elimizde var olan olanaklarla mümkün gözükmüyor. Diğer yandan bunun öncesi de olmayabilir. Biraz önce belirttiğim gibi Türk denen grup tam bu noktada, pastoral göçebeliğe geçişte ortaya çıkmış olabilir. Biz şu anda içinde bulunduğumuz durumun sunduğu parametrelerden yola çıkarak öykümüzü pastoral göçebelikle başlatacağız. Pastoral göçebeliğin geride bıraktığı yazılı kaynaklar zaten yeterince kısıtlayken, avcı toplayıcı veya bir orman topluluğundan yazılı bir şeyler beklememiz aşırı iyimserlik olacaktır. Neticede mesele nelerin yazılı olduğuna veya geride ne tür arkeolojik kanıtların kaldığına bağlı olduğuna göre (ki burada ilginç olan bu kanıtların genellikle uygarlığa geçmiş bir topluluğu gerektirmesidir), nakledeceğimiz öykü de uygarlığın veya o yörede mevcut olan uygar toplumun uygun gördüğü öyküden ileriye gitmeyecektir. Yani emik (kültüre, aktöre, içe has, içeriden) anlamda nesnel bilgiye ulaşmak daha baştan mümkün gözükmemektedir. Demek ki ekonomik toplumsal biçimin seçimi sonuçta neyin kaydedilmiş olduğuna bağlı gözükmektedir. Benzer şekilde hangi öte dünya inançlarından bahsedeceğimiz de hangi noktada uygar dünyanın bir şeyleri kaydetmeye başladığına bağlı olduğuna göre, aranılan veya ulaşılan geçmişin de var olan bir geçmişten çok var edilen bir geçmiş olduğunu unutmamamız gerekiyor. Neticede neredeyse hiçbir şekilde içeriden gelen bir bilgi söz konusu değildir. Aksine tüm öykü dışarıdan bakanların nasıl gördükleriyle başlamaktadır. Burada tek teselli Köktürkler gibi geride yazılı bazı kaynaklar bırakmış bir topluluğun varlığıdır ama burada da Türklük açısından bakıldığında ciddi bir sorun söz konusudur. Bu arada başka bir sorun da insanların genellikle ölürken geride bir şeyler bıraktığı ve dolayısıyla elimizdeki bilgilerinin büyük kısmının ölümle ilgili pratiklerden geliyor olmasıdır. Yani öte dünya inançları gibi bir seçim çok da anlamsız değildir; çünkü bu dünya, çoğu kez geride hiçbir şey bırakmayan pratiklerin ürünüdür. Biraz ileri gitmeyi göze alacak olursak, neredeyse medeniyetin ortaya çıkışı, öte dünya pratiklerinin bir noktadan itibaren daha dayanıklı materyal kullanmaya başlamış olmasıdır. Öte dünya inançlarının daha dayanıklı materyal kullanmaya başlaması medeniyetin başlangıcıdır diyebiliriz; ki bu görüşün doğru olduğunu kabul edersek, o zaman medeniyetin kendi karşıtını okuması, alışkanlıkların bu ikisi arasındaki geçişi gösterecek şekilde somutlaşmasıyla ilgilidir.
Yorumlar
Yorum Gönder