Tarih Nedir ve Ne Tür Tarihçilik - VI
Tarihsel Olay, Tarihsel Anlatı ve Tarihsel Öz
Tüm bu açıklamalardan sonra “bir dakika ama bir tane Kurtuluş Savaşı var, farklı iki geçmiş de nereden çıktı” itirazında bulunabiliriz. İlk bakışta doğru bir tespittir söz konusu olan ama burada gerçek yaşamda karşılığı olan tarihsel olay veya daha doğru bir tabirle tarihsel eylem ile bu tür bir karşılığı olmayan tarihsel anlatıyı birbirinden ayırmak gerekmektedir. Yani daha basit bir şekilde söylenecek olursa, eylemi, eylemin yorumundan veya bundan yararlanarak yaratılan anlatıdan, öyküden ayırmalıyız. İnsanlar eylemlerde bulunur ve daha sonra bu eylemlerin ne anlama geldiğini tartışır, bunları kullanarak çeşitli analizler ve yorumlar geliştirir, öyküler ortaya çıkarır ve sonunda bu öykülerini adlandırırlar. Çoğu kez de (ki bunların sayısının hiç de az olmadığı söylenebilir) ne anlatılacağının genel hatları anlatılmaya başlamadan önce belirlenir ve kullanılacak tarihsel eylemler veya olaylar bu amaç doğrultusunda seçilir. Görüldüğü gibi, bir yanda fiziksel bir etkinlik, gerçek bir şey vardır, diğer yanda da bu fiziksel etkinliği dil aracılığıyla bir anlatıya dönüştüren bir faaliyet vardır. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi tarihsel olay, eylem veya etkinlik, ikincisiyse tarihsel anlatı, yorum veya analiz olarak adlandırılır. Örneğin Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da mücadele arkadaşlarıyla birlikte Samsun’a çıkışı, varlığı rahatlıkla tespit edilebilecek bir tarihsel eylemdir. Böyle bir olay olmuş ve geride çeşitli izler bırakmıştır. Fakat buna benzer bir olay tek bir iz bırakmamış da olabilirdi. O zaman bu olaydan hiçbir zaman haberimiz olmayacaktı. Tarihçiler buna benzer olaylardan yola çıkarak anlatılar, yorumlar ve analizler üretir. Kurtuluş Savaşı da böyle bir anlatıdır. Fiziksel karşılığı yoktur, gerçek bir tarihsel olay değildir. Çeşitli tarihsel olaylar veya eylemler bir araya getirilerek ortaya çıkarılmış bir tarihsel anlatıdır. 20 Mayıs 1919 tarihli veya daha sonraki günlerde yayınlanmış gazetelere baktığımızda “bugün Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Samsun’a çıkmıştır” türünden haberlerle karşılaşabiliriz ama aynı gazetelerde bugün “Kurtuluş Savaşı” başlamıştır şeklinde haberlere pek rastlanmayacaktır. En fazla Mustafa Kemal Paşa ve diğerlerinin vatanın kurtuluşu için mücadele edilmesi gerektiğini savundukları türünden haberlerle karşılaşabiliriz ama hiçbir gazetede “ve bugün Kurtuluş Savaşı başladı” türünden bir haber olmayacaktır. Çünkü Kurtuluş Savaşı, bu mücadele sona erdikten sonra ortaya çıkarılmış bir tarihsel anlatının adıdır. Eğer başarısızlıkla sonuçlansaydı, bugün muhtemelen bir isyandan bahsediliyor olacaktı.
Burada Kurtuluş Savaşı fikri, oluşturulmaya çalışılan tarihsel anlatının özünü oluşturmaktadır. Tarihçi seçmiş olduğu bu öze uyan eylemleri, yani olayları anlatısına dâhil eder, yani buna uyan tarihsel eylemleri, olayları, kısacası geçmişten gelen izleri seçer ve anlatısının özüne uyacak şekilde bir araya getirir. Önce anlatı mı, yoksa izler mi gelir sorusu, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkmıştır sorusundan pek farklı değildir. İkisinin aynı anda belirdiklerini düşünmek çok daha yerinde olacaktır. Tarihçi bir yandan karşısına çıkan izlerden etkilenir, bir yandan da kafasında iyi kötü bir projesi zaten vardır. Son yıllarda Kurtuluş Savaşı daha farklı şekillerde tasvir edilir olmuştur. Örneğin, Kurtuluş Savaşını Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndererek Vahdettin’in başlattığına dair bir anlatı bile mevcuttur. Tüm bu anlatılar aynı olaylar kümesinden yararlanmaktadır. Anlatılarının özü de aynıdır. Bu anlatılarda kullanılan olaylar hâlâ Kurtuluş Savaşı fikri çevresinde bir araya getirilmektedir. Ama Yunan tarafının yarattığı tarihsel anlatının özü farklıdır. Burada aynı olaylar daha farklı bir anlatısal özün malzemesi olmaktadır. Dolayısıyla sadece farklı bir anlatı değil, aynı zamanda farklı bir anlatısal öz de belirmektedir. Fakat her iki durumda da anlatıların kendileri birer gerçek olay değildir. Dolayısıyla tarihçinin doğrudan gönderme yaptığı bir fiziksel gerçeklik veya dünya yoktur. Tarihçi hem anlatısını hem de gönderme yaptığı kaynaklarını kendisi üretir. Fakat buradan tarihler uydurmadır sonucuna varmak da gerekmemektedir. Kendimizi uydurma/hakikat ikilisi arasında seçim yapmaya zorladığımızda elbette tarihin uydurmacılık olduğu gibi bir sonuç çıkacaktır ama bu çıkarsama da sık sık gözden kaçan önemli bir ayrıntı vardır. Hakikatin kendisi de insan ürünüdür, hakikatler insanlar tarafından üretilir. Çoğu kez uydurmadan kastedilen ya beğenilmeyen bir hakikattir ya da beceriksizce yapılmış bir hakikat denemesidir. İnsani gerçekliğin sonuçta insanların uydurması (insanların bir şeyleri bir şeylere uydurması) ve uydurmacılığın da insan doğasının ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etmeye başladığımız an, tarihin ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği de netleşecektir. Tarih kuramı araştırmacılarından Berkhofer’in söylediği gibi, eğer tarihçiler bir şekilde yaşanmış geçmişin tamamını yeniden yaratmanın bir yolunu bulsalar bile, ortaya çıkan sonuç yine de bugün [yanlış bir şekilde] anladığımız tarih olmayacaktır. Tarihçiler hâlâ bu şaşırtıcı fenomenler yığınının içinden kendilerine konular ve farklı geçmişler seçecektir.
Tarihsel Anlatı Yaratılırken Ortaya Çıkan Kayıpların Kaynakları
Toparlayacak olursak, tarihçi anımsanan geçmişi de olduğu gibi almaz. Geçmişten gelen izleri yaptığı seçim ve tercihlere göre dönüştürerek tarih olarak adlandırdığımız anlatılar, yorumlar ve analizler üretir. Bu süreç içinde çeşitli kayıplar söz konusudur. Bunlar bir tarihçinin istediği, uygun bulduğu veya doğru gördüğü tarihsel anlatıyı ortaya çıkarmak için yaptığı işin doğasından ötürü ortaya çıkan gerekli kayıplardır. Bu kayıplar yaşanmadığı sürece tarih denen şey de olamaz. Konu tarih üretiminde yaşanan kayıplar olduğunda, üç farklı kaynaktan bahsedilebilir.
İlk kaynak
Yukarıda uzun uzun tartışıldığı gibi, kuramsal geçmiş yaşanmış tüm olayların veya tüm şimdilerin toplamıdır. Bugün, yarının geçmişidir. Fakat böyle bir geçmiş aslında yoktur. Fiziksel anlamda sadece şimdiler yaşanır. Her ne kadar böyle bir geçmişin olması gerektiğini düşünsek de, bu anlamda bir geçmiş sadece bir kavram olarak vardır. Yaşanmış olan yok olmuştur. Var olan sadece yaşanmış olanın geride bıraktığı izlerdir. Tarihin uğraştığı geçmiş de bu izlerin oluşturduğu geçmiştir. Dolayısıyla tarihin yansıtmaya, aktarmaya veya yeniden kurmaya çalıştığı geçmiş, yaşanmış tüm olayların toplamından oluşan bir geçmiş değil, bunlardan kalan izlerdir. Bu izleri bir şekilde eksiksiz bir şekilde aktarabileceğimizi varsaysak bile, ortaya çıkan sonuç veya ürün geçmişin değil, geçmişin izlerinin yansıtılması olacaktır. Bu yüzden geçmiş dediğimiz şey daha baştan kayıp içeren bir geçmiştir. Bu kayıp geçmişin yapısından, doğasından kaynaklanan bir kayıptır; her zaman sadece izler vardır.
İkinci Kaynak
Kaybın ikinci kaynağı, tarihçinin geçmişten gelen tüm izleri yansıtmak istememesidir. Tarihçi bazı izleri seçer. Yukarıda verilmiş örneğe dönecek olursak, Anadolu’nun 1919 ile 1923 yılları arasındaki tarihini yazmaya kalkışan bir tarihçi, Kurtuluş Savaşı’nın tarihini de yazabilir, Osmanlı’nın son yıllarının tarihini de. Tarih yazımının merkezinde seçme vardır. Fakat mesele sadece belli bir dönemin seçilmesi veya yaratılmasından ibaret değildir. Tarihçi aynı zamanda olayları da seçer; anlatmak istediği konuyla ilgili olduğuna inandığı olaylar seçer. Tarihçinin kafasında anlatmak istediği bir anlatı, bir öykü, bir kurgu vardır. O, araştırmasını yaparken ve bazen de araştırmasına başlamadan önce anlatması gereken bir şey keşfetmiştir ve bunu aktarmak istemektedir. Aslında böyle bir anlatı yoktur. Sadece bir yığın olay vardır. Varsayalım ki 1919 ile 1923 arasından 100.000 olay anımsanmaktadır. Bunlar, yaşanmış geçmişten kalan tüm izlerdir. Anlatılar, yani tarihler, bu 100.000 olayın tamamını değil, daha azını kapsar. Aynı bütünden yığınlarca tarih çıkabilir. Bu süreç içinde bazı olaylar bazı tarihsel anlatılarda hiçbir zaman yer almaz veya aynı olaylar farklı özler çerçevesinde kurulmuş tarihsel anlatılarda aynı anda yer alır. Bu süreçte, bazen ayrı ayrı bazen de hepsi bir arada olacak şekilde, değiştirme, dönüştürme, yaratma ve hiçbir zaman dâhil etmeme vardır. Kayıp, var olanın bu işlemlerle farklılaştırılmasının diğer yüzüdür; diğeri açısından bakıldığında, her farklılaştırma aynı zamanda bir kayıptır.
Üçüncü Kaynak
Tarihsel anlatıdaki kaybın üçüncü ve son kaynağıysa, tarihçinin her zaman kendi anında, bilfiil parçası olduğu kendi “şimdi”sinde yazıyor olmasıdır. Farklı şimdiler, yani farklı dönemler, yapılan seçimler aynı bile olsa farklı sonuçlara yol açacaktır. Çünkü tarihçi üzerinde çalıştığı olayları, yaşadığı dönemin kavramları, eğilimleri, kalıpları ve değerleriyle analiz eder. Farklı dönemler farklı tarihçiler yaratır. Farklı tarihçiler de farklı açılardan bakar. Örneğin, Avrupalıların Amerika kıtasını keşfi düne kadar bu kıtanın keşfiyken, bugün bu kıtanın Avrupalılar tarafından keşfi olmuştur. Ya da düne kadar bu kıtalar keşfedilmişken, bugün bu keşiflerin büyük bir tahribata yol açmış oldukları kabul edilmektedir.
Tüm bu açıklamalardan sonra “bir dakika ama bir tane Kurtuluş Savaşı var, farklı iki geçmiş de nereden çıktı” itirazında bulunabiliriz. İlk bakışta doğru bir tespittir söz konusu olan ama burada gerçek yaşamda karşılığı olan tarihsel olay veya daha doğru bir tabirle tarihsel eylem ile bu tür bir karşılığı olmayan tarihsel anlatıyı birbirinden ayırmak gerekmektedir. Yani daha basit bir şekilde söylenecek olursa, eylemi, eylemin yorumundan veya bundan yararlanarak yaratılan anlatıdan, öyküden ayırmalıyız. İnsanlar eylemlerde bulunur ve daha sonra bu eylemlerin ne anlama geldiğini tartışır, bunları kullanarak çeşitli analizler ve yorumlar geliştirir, öyküler ortaya çıkarır ve sonunda bu öykülerini adlandırırlar. Çoğu kez de (ki bunların sayısının hiç de az olmadığı söylenebilir) ne anlatılacağının genel hatları anlatılmaya başlamadan önce belirlenir ve kullanılacak tarihsel eylemler veya olaylar bu amaç doğrultusunda seçilir. Görüldüğü gibi, bir yanda fiziksel bir etkinlik, gerçek bir şey vardır, diğer yanda da bu fiziksel etkinliği dil aracılığıyla bir anlatıya dönüştüren bir faaliyet vardır. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi tarihsel olay, eylem veya etkinlik, ikincisiyse tarihsel anlatı, yorum veya analiz olarak adlandırılır. Örneğin Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da mücadele arkadaşlarıyla birlikte Samsun’a çıkışı, varlığı rahatlıkla tespit edilebilecek bir tarihsel eylemdir. Böyle bir olay olmuş ve geride çeşitli izler bırakmıştır. Fakat buna benzer bir olay tek bir iz bırakmamış da olabilirdi. O zaman bu olaydan hiçbir zaman haberimiz olmayacaktı. Tarihçiler buna benzer olaylardan yola çıkarak anlatılar, yorumlar ve analizler üretir. Kurtuluş Savaşı da böyle bir anlatıdır. Fiziksel karşılığı yoktur, gerçek bir tarihsel olay değildir. Çeşitli tarihsel olaylar veya eylemler bir araya getirilerek ortaya çıkarılmış bir tarihsel anlatıdır. 20 Mayıs 1919 tarihli veya daha sonraki günlerde yayınlanmış gazetelere baktığımızda “bugün Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Samsun’a çıkmıştır” türünden haberlerle karşılaşabiliriz ama aynı gazetelerde bugün “Kurtuluş Savaşı” başlamıştır şeklinde haberlere pek rastlanmayacaktır. En fazla Mustafa Kemal Paşa ve diğerlerinin vatanın kurtuluşu için mücadele edilmesi gerektiğini savundukları türünden haberlerle karşılaşabiliriz ama hiçbir gazetede “ve bugün Kurtuluş Savaşı başladı” türünden bir haber olmayacaktır. Çünkü Kurtuluş Savaşı, bu mücadele sona erdikten sonra ortaya çıkarılmış bir tarihsel anlatının adıdır. Eğer başarısızlıkla sonuçlansaydı, bugün muhtemelen bir isyandan bahsediliyor olacaktı.
Burada Kurtuluş Savaşı fikri, oluşturulmaya çalışılan tarihsel anlatının özünü oluşturmaktadır. Tarihçi seçmiş olduğu bu öze uyan eylemleri, yani olayları anlatısına dâhil eder, yani buna uyan tarihsel eylemleri, olayları, kısacası geçmişten gelen izleri seçer ve anlatısının özüne uyacak şekilde bir araya getirir. Önce anlatı mı, yoksa izler mi gelir sorusu, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkmıştır sorusundan pek farklı değildir. İkisinin aynı anda belirdiklerini düşünmek çok daha yerinde olacaktır. Tarihçi bir yandan karşısına çıkan izlerden etkilenir, bir yandan da kafasında iyi kötü bir projesi zaten vardır. Son yıllarda Kurtuluş Savaşı daha farklı şekillerde tasvir edilir olmuştur. Örneğin, Kurtuluş Savaşını Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndererek Vahdettin’in başlattığına dair bir anlatı bile mevcuttur. Tüm bu anlatılar aynı olaylar kümesinden yararlanmaktadır. Anlatılarının özü de aynıdır. Bu anlatılarda kullanılan olaylar hâlâ Kurtuluş Savaşı fikri çevresinde bir araya getirilmektedir. Ama Yunan tarafının yarattığı tarihsel anlatının özü farklıdır. Burada aynı olaylar daha farklı bir anlatısal özün malzemesi olmaktadır. Dolayısıyla sadece farklı bir anlatı değil, aynı zamanda farklı bir anlatısal öz de belirmektedir. Fakat her iki durumda da anlatıların kendileri birer gerçek olay değildir. Dolayısıyla tarihçinin doğrudan gönderme yaptığı bir fiziksel gerçeklik veya dünya yoktur. Tarihçi hem anlatısını hem de gönderme yaptığı kaynaklarını kendisi üretir. Fakat buradan tarihler uydurmadır sonucuna varmak da gerekmemektedir. Kendimizi uydurma/hakikat ikilisi arasında seçim yapmaya zorladığımızda elbette tarihin uydurmacılık olduğu gibi bir sonuç çıkacaktır ama bu çıkarsama da sık sık gözden kaçan önemli bir ayrıntı vardır. Hakikatin kendisi de insan ürünüdür, hakikatler insanlar tarafından üretilir. Çoğu kez uydurmadan kastedilen ya beğenilmeyen bir hakikattir ya da beceriksizce yapılmış bir hakikat denemesidir. İnsani gerçekliğin sonuçta insanların uydurması (insanların bir şeyleri bir şeylere uydurması) ve uydurmacılığın da insan doğasının ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etmeye başladığımız an, tarihin ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği de netleşecektir. Tarih kuramı araştırmacılarından Berkhofer’in söylediği gibi, eğer tarihçiler bir şekilde yaşanmış geçmişin tamamını yeniden yaratmanın bir yolunu bulsalar bile, ortaya çıkan sonuç yine de bugün [yanlış bir şekilde] anladığımız tarih olmayacaktır. Tarihçiler hâlâ bu şaşırtıcı fenomenler yığınının içinden kendilerine konular ve farklı geçmişler seçecektir.
Tarihsel Anlatı Yaratılırken Ortaya Çıkan Kayıpların Kaynakları
Toparlayacak olursak, tarihçi anımsanan geçmişi de olduğu gibi almaz. Geçmişten gelen izleri yaptığı seçim ve tercihlere göre dönüştürerek tarih olarak adlandırdığımız anlatılar, yorumlar ve analizler üretir. Bu süreç içinde çeşitli kayıplar söz konusudur. Bunlar bir tarihçinin istediği, uygun bulduğu veya doğru gördüğü tarihsel anlatıyı ortaya çıkarmak için yaptığı işin doğasından ötürü ortaya çıkan gerekli kayıplardır. Bu kayıplar yaşanmadığı sürece tarih denen şey de olamaz. Konu tarih üretiminde yaşanan kayıplar olduğunda, üç farklı kaynaktan bahsedilebilir.
İlk kaynak
Yukarıda uzun uzun tartışıldığı gibi, kuramsal geçmiş yaşanmış tüm olayların veya tüm şimdilerin toplamıdır. Bugün, yarının geçmişidir. Fakat böyle bir geçmiş aslında yoktur. Fiziksel anlamda sadece şimdiler yaşanır. Her ne kadar böyle bir geçmişin olması gerektiğini düşünsek de, bu anlamda bir geçmiş sadece bir kavram olarak vardır. Yaşanmış olan yok olmuştur. Var olan sadece yaşanmış olanın geride bıraktığı izlerdir. Tarihin uğraştığı geçmiş de bu izlerin oluşturduğu geçmiştir. Dolayısıyla tarihin yansıtmaya, aktarmaya veya yeniden kurmaya çalıştığı geçmiş, yaşanmış tüm olayların toplamından oluşan bir geçmiş değil, bunlardan kalan izlerdir. Bu izleri bir şekilde eksiksiz bir şekilde aktarabileceğimizi varsaysak bile, ortaya çıkan sonuç veya ürün geçmişin değil, geçmişin izlerinin yansıtılması olacaktır. Bu yüzden geçmiş dediğimiz şey daha baştan kayıp içeren bir geçmiştir. Bu kayıp geçmişin yapısından, doğasından kaynaklanan bir kayıptır; her zaman sadece izler vardır.
İkinci Kaynak
Kaybın ikinci kaynağı, tarihçinin geçmişten gelen tüm izleri yansıtmak istememesidir. Tarihçi bazı izleri seçer. Yukarıda verilmiş örneğe dönecek olursak, Anadolu’nun 1919 ile 1923 yılları arasındaki tarihini yazmaya kalkışan bir tarihçi, Kurtuluş Savaşı’nın tarihini de yazabilir, Osmanlı’nın son yıllarının tarihini de. Tarih yazımının merkezinde seçme vardır. Fakat mesele sadece belli bir dönemin seçilmesi veya yaratılmasından ibaret değildir. Tarihçi aynı zamanda olayları da seçer; anlatmak istediği konuyla ilgili olduğuna inandığı olaylar seçer. Tarihçinin kafasında anlatmak istediği bir anlatı, bir öykü, bir kurgu vardır. O, araştırmasını yaparken ve bazen de araştırmasına başlamadan önce anlatması gereken bir şey keşfetmiştir ve bunu aktarmak istemektedir. Aslında böyle bir anlatı yoktur. Sadece bir yığın olay vardır. Varsayalım ki 1919 ile 1923 arasından 100.000 olay anımsanmaktadır. Bunlar, yaşanmış geçmişten kalan tüm izlerdir. Anlatılar, yani tarihler, bu 100.000 olayın tamamını değil, daha azını kapsar. Aynı bütünden yığınlarca tarih çıkabilir. Bu süreç içinde bazı olaylar bazı tarihsel anlatılarda hiçbir zaman yer almaz veya aynı olaylar farklı özler çerçevesinde kurulmuş tarihsel anlatılarda aynı anda yer alır. Bu süreçte, bazen ayrı ayrı bazen de hepsi bir arada olacak şekilde, değiştirme, dönüştürme, yaratma ve hiçbir zaman dâhil etmeme vardır. Kayıp, var olanın bu işlemlerle farklılaştırılmasının diğer yüzüdür; diğeri açısından bakıldığında, her farklılaştırma aynı zamanda bir kayıptır.
Üçüncü Kaynak
Tarihsel anlatıdaki kaybın üçüncü ve son kaynağıysa, tarihçinin her zaman kendi anında, bilfiil parçası olduğu kendi “şimdi”sinde yazıyor olmasıdır. Farklı şimdiler, yani farklı dönemler, yapılan seçimler aynı bile olsa farklı sonuçlara yol açacaktır. Çünkü tarihçi üzerinde çalıştığı olayları, yaşadığı dönemin kavramları, eğilimleri, kalıpları ve değerleriyle analiz eder. Farklı dönemler farklı tarihçiler yaratır. Farklı tarihçiler de farklı açılardan bakar. Örneğin, Avrupalıların Amerika kıtasını keşfi düne kadar bu kıtanın keşfiyken, bugün bu kıtanın Avrupalılar tarafından keşfi olmuştur. Ya da düne kadar bu kıtalar keşfedilmişken, bugün bu keşiflerin büyük bir tahribata yol açmış oldukları kabul edilmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder