Toplum arzuladığı belleği yaratır!
(Bu yazı Virgül dergisinin 85. Haziran 2005 sayısında yayınlandı)
“Yapılması gereken, üzerinde düşünmediğimiz, ama kolektif hafızamızda var olan, kaybolmamış tarihi yeniden bilince çıkartmaktır” (Taner Akçam, Tabusu Aralanırken Diyalogtan Başka Çözüm Var mı?, 2.Baskı, Su, 2002, s.73). Kolektif belleğin toplumun tüm sırlarının, topluma dair tüm gerçeklerin, biz farkında olmasak da bulunduğu, saklandığı bir yer olduğu ve gerekli şartlar sağlandığında bu gerçeklere ulaşabileceğimiz fikri, Akçam’ın tezinin temel dayanaklarından biridir. Gerçekten böyle bir kolektif bellek var mıdır? Toplum olarak geçmişimizle unutmuş olduğumuz bilgileri kolektif bilinçaltından çağırarabilir miyiz?
Taner Akçam, kolektif bellek kavramını “Türk toplumunun” geçmişini unutmasıyla, özellikle Ermeni Soykırımını inkâr etmesiyle ilgili olarak kullanmıştır. Türk toplumunun kolektif belleğinden bazı olaylar silinmiştir. Ermeni Soykırımı bunlardan biridir. Çözüm, “kendimizi ve tarihimizi yeniden anlamlandırma çabasıdır. Bunun için de, unutma, yok saymaya karşı hatırlama eylemine başvurulmalıdır. Hatırlamada başvurulacak yer toplumun kolektif hafızasıdır. Çünkü Freud’dan da biliyoruz ki, unutulduğu veya yok sayıldığı zannedilen şeyler hafızada tüm canlılıklarını muhafaza etmektedirler. (...) Yaşananlar hafızaya kaydedilirler. Kitaplarda yazılı olmasalar bile, sayfaları çevirmekle önümüze gelmeseler bile, yazılı gibi, varlıklarını toplumun bilinçaltında sürdürürler. (...)” (agy, s.73). Akçam’ın İngilizce olan çalışmasında Freud sözcüğü yerine psikoloji kullanılmış ve böylece bu iddianın alanı tüm psikolojiyi kapsayacak şekilde genişletilmiştir (Taner Akçam, From Empire to Republic: Turkish Nationalism and the Armenian Genocide, Zed Books, 2004, s.217). Fakat bellek üzerine çalışmalara bakıldığında, bu iddiaya katılmak mümkün gözükmemektedir.
Genel kanıya göre bellek, bir dijital fotoğraf makinesinden farksızdır. Yaşananları olduğu gibi kaydeder. Gerçek en ufak ayrıntısına kadar kopyalanmıştır ve dolayısıyla, anımsama bizi gerçeklere ulaştıracaktır. Oysa bu konuyla ilgili araştırmalara göre bellek hem aşırı derecede seçicidir hem de ciddi biçimde tamire gereksinimi olan kayıtlardan oluşur. Gerçeği olduğu gibi yansıtan anımsamalar sınırlıdır ve sürekli olarak var olan modellere uydurulurlar (L.J. Kirmayer, “Landscapes of Memory: Trauma, Narrative, and Dissociation”, der. P. Antze & M. Lambek Tense Past – Cultural Essays in Trauma and Memory, Routledge, 1996, s.176). Schudson’un belirttiği gibi, belli bir şekilde görmek belli bir şekilde görmemek olduğu gibi, belli bir şekilde anımsamak da belli bir şekilde unutmaktır. Çünkü bellek seçicidir ve bu yüzden de tahrifat kaçınılmazdır (M.Schudson, “Dynamics of Distortion in Collective Memory”, der. D.L. Schacter, Memory Distortion – How Minds, Brains, and Societies Reconstruct the Paste, Harvard University, 1995, s.348). Fakat mesele sadece var olan bilgilerin çarpıtılması değildir. Tulving’e göre, geçmişin bireyin anımsadıklarından yola çıkarak belirlenmesinin her zaman mümkün olmadığını bilimsel araştırmalar açık bir şekilde göstermiş, tamamen aklı başında, normal ve dürüst insanların bile hiçbir zaman olmamış olaylar anımsayabileceği ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bellek gerçeklerin olduğu gibi yansıtıldığı faaliyetlerde bulunsa da – adreslerin, telefon numaralarının, şiirlerin ezberlenmesi gibi – belleksel etkinliklerin önemli bir kısmı yeniden üretimden, hatta yeniden kurmaktan değil, ama kurmaktan, sıfırdan yapmaktan oluşmakta ve kurulan anılar her zaman gerçeklere karşılık gelmemektedir. Üstelik sahte anıların yapılması veya olmamış olayların anımsanabilmesi için, insanın ne psikiyatrik veya nörolojik sorunlardan dertli ne de çok genç veya çok yaşlı olması gerekmektedir. (E. Tulving, “Episodic memory and common sense: how far apart?”, der. A.Baddeley, J.P.Aggleton ve M.A. Conway, Episodic Memory: New Directions in Research, Oxford University, 2002, s.273). Demek ki bellek sadece çarpıtmamakta, ama aynı zamanda yaşanmamış olaylar da yaratabilmekte, gerçekleri olduğu gibi yansıtmak tamamen sağlıklı bir bellek için bile olanaklı gözükmemektedir.
Anderson ile Schooler’a göre bellek, daha önemli olan bilgiyi kaydedecek şekilde evrimleşmiştir. Yaşadıklarımızla ilgili tüm ayrıntıları her zaman anımsamak zorunda olmadığımız için, bu duruma uyum sağlamış bir sistem tüm ayrıntıları düzenli bir şekilde değil ama sadece koşullar gerektirdiğinde kaydetmelidir ve insan belleği de daha çok bunu yapma eğilimindedir (D.L. Schacter ve C.S. Dodson, “Misattribution, false recognition and the sins of memory", der. A.Baddeley, J.P.Aggleton ve M.A. Conway, Episodic Memory: New Directions in Research’ün içinde, Oxford University, 2002, s.80-81). Her ne kadar bu tartışma henüz bir sonuca bağlanmamışsa da, belleğin seçiciliği, ayrıntıları ancak koşullar gerektirdiğinde titizlikle kaydettiği konusunda bir uzlaşmaya varılmıştır. Bu da, birey için taşıdığı önemden ötürü katliamlar sırasındaki ayrıntıların daha titizlikle kaydedileceğini getirmektedir. Fakat bu durumda bile belleğin seçici davranması söz konusu olabilir. Tehlikenin nereden ve nasıl geldiğinin ayrıntılı bir şekilde bilinmesi, yardımın nereden geldiğinle ilgili ayrıntıların bilinmesinden daha önemli olabilir. Eğer böyle bir seçicilik söz konusuysa, daha sonraki anımsanma sürecinin ve bu süreçten çıkacak anlatıların bu farklılığı yansıtacağını, bazı bilgilerin ve dolayısıyla anlatı ve yorumların hiç bir zaman ortaya çıkmayacağını hesaba katmalıyız. Demek ki bellek hiç de öyle gerçekleri olduğu gibi saklamamakta, yaşanmış olayları tüm canlılıklarıyla korumamaktadır. Aksine hem aşırı derecede seçicidir hem de yeni gerçekler bile icat edebilmektedir. Akçam’ın iddiasının aksine, psikoloji, özellikle bellek üzerine olan çalışmalar, farklı bir bakış açısı sunmaktadır.
Fakat Akçam’ın asıl derdi kolektif bellektir ve psikolojiye bu yüzden başvurmaktadır. Toplumların psikolojik rahatsızlıklarının bireysel psikolojik rahatsızlıklardan çıkartılmasına karşıdır, ama topluma ait ayrı bir psikolojinin var olduğu fikrine de katılmaz. Psikanalitik yöntemin bazı kavramlarının kitle psikolojisine uygulanması olanaklıdır (Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken, s.65). İki psikoloji konusunda pek açık olmayan Akçam, toplumsaldan ne anladığı konusunda da çok net değildir. Bir yandan toplumsal histeri, “bireysel haleti ruhiyelerin toplam ortak etkisinden başka bir şey” değildir, diğer yandansa “toplumsal histerinin oluşmasına katkıda bulunan bireylerin kendilerinin de psikolojik olarak rahatsız olmaları gibi bir kural da söz konusu değildir”(agy, s.65). Eğer toplumsal histeri “bireysel haleti ruhiyelerin toplam ortak etkisinden” oluşuyorsa, en azından bazı bireylerin histerikli tavır sergilemesi gerekmektedir. Yok eğer kural olarak bu bireylerin hiçbirinin böyle bir tavır sergilemesi gerekmiyorsa, yani “hastalıklı” toplumdaki herkes sağlıklıysa, o zaman toplumsalın bireyselden farklı bir boyut olduğunu kabul etmemiz ve psikanalizin bu boyutta da geçerli olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. Aksine Akçam böyle bir çabaya gerek duymadan, bireyselden toplumsala geçmektedir.
Histerik nevroz konusuyla devam edecek olursak, bu rahatsızlığın en önemli göstergelerinden biri “Hatırlama Boşluğu”, yani “Hafıza Boşluğu”dur. Kişi bazı şeyleri anımsamamayı, unutmayı seçer (agy, s.66). “Histerikli kişiliğin, hayat hikâyesini (tarihi), özlediği ve arzu ettiği biçimde tahrif etme ve değiştirme; hoş olmayan şeyleri, özellikle de suçluluk duygusunu unutma konusunda büyük bir başarı gösterdiği kabul edilir (agy, 67). Burada tahrif etme bir hastalık belirtisidir. Oysa bu sağlıklı belleklerin de sahip olduğu bir özelliktir. Devam edecek olursak, Akçam’a göre toplumsal düzeyde de benzer bir durum söz konusudur. Toplum “tarihi unutmak ve boşaltmak” istemektedir. Bir bakıma belleğini yitirmiştir. “ “Gerçekle çelişki” içinde “kendi kurduğu dünyasında” yaşayan toplum, olayların izahı için belli düşünce kalıpları üretir” (agy, 70). Bir benzerlik söz konusudur ve bu benzerlik aynı teşhisi getirir: histeri.
Hâlâ toplumsalın Akçam’da nasıl tanımlandığını keşfetmiş değiliz. Gerekli ipucu Ermeni Sorunu üzerine yazmış olduğu ilk çalışmasında karşımıza çıkar: “Toplum olarak bugün artık hafızamızın, tarih bilincimizin sınırları, kendi yaşadıklarımız ve ailelerimizin aktardıkları ile sınırlıdır” Çünkü “(...) özellikle Cumhuriyetin tarihi bilinçlerden silme ve yeni bir tarih yaratma arzusu sonucu artık geçmişi olmayan bir toplum haline getirilmiş durumdayız”( Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, 5.Baskı, Su, 2001, s.192). Demek ki topluma ait hafızanın – ki bu aynı zamanda tarih bilincimizdir - normal koşullarda kendi yaşadıklarımız ve ailemizin aktardıklarından daha fazlasını içermesi gerekmektedir ve bu bellek türü, “toplumun” “gerçek” geçmişidir. Her ne kadar Cumhuriyet silmiş olduğu bellek yerine bir başkasını koymuşsa da, Akçam’a göre bu kolektif bellek değildir. Bellek gerçek geçmişin kaydedildiği yerdir.
Akçam bir yandan belleğin gerçekleri olduğu gibi koruduğu ve kolektif belleğin “gerçek geçmiş” olduğu varsayımlarında bulunmakta, diğer yandan da aradaki benzerlikten yola çıkarak psikanalitik kavramları bireysel boyuttan kolektif boyuta sorunsuz bir şekilde taşıyabileceğini farzetmektedir. Bellek konusunda yapmakta olduğu varsayımın geçersiz olduğunu gördük. Bu da, kolektif belleğin yeri birey olduğu için, “gerçek geçmiş” iddiasını çürütür. Bireysel boyuttan toplumsal boyuta, gözlemlenen benzerlikten ötürü gerçekleştirilen sıçramaya gelince, burada asıl sorun söz konusu benzerliğin tamamen raslantısal olabileceği ve bu raslantının başka bir şekilde de açıklanabileceğidir. Yani toplumsal bellek kaybının bireyler için geliştirilmiş psikanalitik kavramlarla açıklanması, bir bastırıma eylemi olarak görülmesi gerekmemektedir. La Capra’nın belirttiği gibi, bazen karşımıza çıkan şeyler bastırılmış olanın dönüşü olarak görülebilir, ama aynı varsayımsal yapılandırma tarihin farklı bir hareketiyle de bağlantılandırılabilir (D.LaCapra, History, Theory, Trauma – Representing the Holocaust, Cornell University, 1994, s.169).
Akçam’ın tezi daha çok belleğin kaydetme özelliği üzerinde yoğunlaşır, anımsama sürecinin kendisiyle yeterince uğraşmaz. Kayıtlara ulaşmak yeterlidir. Toplum da birey düzeyine indirgenmiş ve birey muamelesi görmektedir. Oysa değil toplumun, ama bireyin anımsaması bile tek başına yapılan bir eylem değildir. Kolektif belleğin ilk modern kuramcısı Halbwachs’a göre, anıların anımsanması toplumsal ortamda gerçekleşir. Anılarımın beynimin neresinde olduğunu bulmaya çalışmam anlamsız bir uğraştır. Çünkü onları ancak dışımda var olan toplumsal ortam ve grubun parçası olmayı kabul ederek anımsar, yeniden kurar ve kullanırım. Ancak bu şekilde bir kolektif bellek var olabilir (M.Halbwachs, On Collective Memory, der. çev. L.A. Coser, University of Chicago, 1992, s.38). Belleğin toplumsal çerçevelerini oluşturan, bireysel anımsamaların bir araya gelmeleri değil, aksine bireysel anımsamaları mümkün kılan toplumsal çerçevelerdir. Ancak toplumsal bir ortamda anımsama olanaklıdır ve bu sayede de kolektif anılar veya bellek denen şey ortaya çıkar. Anımsama toplumsaldır. Bireyler bir topluluğun parçası olmadan anımsayamaz. Fakat gerçekleşmekte olan pasif bir anımsama değil, ama anımsananların belli toplumsal veya kolektif çerçeveler bağlamında var olan koşullara göre işlenmesi, kurulması, çarpıtılmasıdır (agy,183). Geçmiş çarpıtılmış bir şekilde doğar. Tahrifata uğramamış bir geçmiş sadece zihinlerimizde var olan bir fikirdir. Fakat Halbwachs’ın tartışmasında bizi ilgilendiren çok daha önemli iki nokta vardır: Eğer bireysel anımsama toplumsal çerçeveler sayesinde mümkün oluyorsa, o zaman birden fazla kolektif bellek olmalıdır (agy, s.52 ve 182) ve unutma da bu toplumsal çerçevelerin bir kısmının veya tamamının ortadan kalkmasıyla ilgili bir durumdur. (agy, s.172).
Demek ki anıların bastırılması, bazı anıların gerekli koşullar oluştuğunda daha sonra anımsanabilecek şekilde unutulmaları değil, ama bu anıları veya anımsamaları oluşturan kolektif çerçevelerin ortadan kalkmaları şeklinde de açıklanabilir. Toplumsal çerçevelerin ortadan kaldırılması etkisini iki düzeyde gösterir: bireysel ve toplumsal düzeylerde. Halbwachs’a göre birey, toplumsal çerçeveler olmadan anımsama eyleminde bulunamaz. Bu, anımsamanın sonucunda ortaya çıkacak anı veya öyküleri dinleyecek, kabul edecek toplumsal bir ortamın, toplumsal çerçevelerin var olmasının gerektiği anlamına gelmektedir. Ancak bu koşullarda anımsama olanaklıdır ve bunun tersi, anımsamama veya unutmadır. Bu konuyla ilgili olarak Kirmayer ilginç bir noktaya değinmekte, Holocaust kurbanlarının daha çok anımsama, çocukken cinsel tacize uğramışların ise daha çok unutma eğiliminde olduklarına dikkat çekmektedir. Çeşitli nedenleri gözden geçiren Kilmayer, bu farkı söz konusu olayların içinde bulundukları toplumsal çerçevelerin gösterdikleri duyarlılığa bağlamaktadır. Yahudilerin karşılaştıkları soykırım bir insanlık trajedisi olarak öyküsünü rahatlıkla anlatabileceği hazır bir ortam bulurken, aynı durum çocuk tacizi kurbanları için genellikle söz konusu değildir (agy, s.173-199). Çocuk tacizi kurbanları için bir yandan ciddi bir inkârla karşılaşmak mümkünken, diğer yandan bu süreç sırasında ciddi manevi zarara uğramları söz konusudur. Sonuç olarak birinde anımsama için gerekli olan kolektif çerçeve fazlasıyla varken, diğerindeyse bu çerçeve her zaman olmadığı gibi, olduğu zaman da daha çok sessiz kalmayı, unutmayı özendirme eğilimindedir. Bu bağlamda ilginç bir saptama, Amerikan toplumunda, 1980’lerin başından itibaren, çocukken uğradıkları cinsel tacizleri anımsayan yetişkin kadınların sayısındaki artıştır. Neden bu artış tam bu sırada belirmiştir? O güne kadar bastırılmış anılar aniden o sırada belirmeye mi başlamış ya da tam bu sırada bireylere sunulan psikolojik hizmetlerin hacminde büyük bir artış mı gerçekleşmiştir? Sturken, Amerikan kültüründe, yirminci yüzyılın sonuna doğru aile, cinsellik ve cinsiyet (gender) iktidar ilişkileri konularında yeni kafa karışıklıklarının ve tartışmaların başlamış olduğuna işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, yirminci yüzyılın sonuna doğru Amarikan toplumunda bu konularla ilgili olarak daha duyarlı bir toplumsal ortam, bir toplumsal çerçeve oluşmaya başlamış, bu tür bir anımsama bu konuyla ilgili toplumsal duyarlılık belirdikten sonra mümkün hale gelmiştir (M. Sturken, “Narratives of recovery: Repressed Memory as Cultural Memory”, der. M. Bal, J. Crewe ve L.Spitzer, Acts of Memory – Cultural Recall in the Present, Dartmouth College, 1999, s.231).
Burada tek bir toplumsal çerçeve fikrine saplanıp kalmamalıyız. Anımsama aile gibi daha küçük bir kolektif çerçevede kendisine duyarlı bir ortam bulduğunda, o zaman söz konusu kolektif bellek de bu çerçevede varlığını sürdürecektir. Sık sık bastırma olarak açıklanan unutma eylemi, tüm kolektif çerçevelerde gözükmeyebilir. Bir yerde unutulan veya bastırılan olay, başka bir yerde ara sıra yaşlıların kendi kendilerine mırıldandıkları anılar olarak var olabilir. Bununla beraber, anımsama başlayabilmesi için gerekli olan kolektif çerçeveyi bulsa bile, ortaya çıkan anıların gerçekleri yansıttığını söylemek hâlâ zordur. Çünkü daha önce gördüğümüz gibi, bellek tahrifat içerir veya tamamen tahrif edilmiştir ve aşırı derecede de seçicidir. Anımsama, yaşanmış olanın bir kısmını barındırabileceği gibi tamamen farklı ve belki de hiç olmamış bir olay hakkında da olabilir. Böylece birden fazla toplumsal çerçeve, tahrifat veya çarpıtılma dereceleri farklı birden fazla anımsamaya yol açabilir. Bu da sorunun, özellikle soykırım tartışmalarında, aslında gerçekle gerçek olmayan arasında değil, ama çarpıtılma dereceleri farklı anımsamalar veya yeniden kurmalar arasında olduğunu gösterir. Bu açıdan bakınca, ortaya çıkan, yeni anımsamalar değil ama yeni toplumsal çerçevelerdir.
Toplumsal çerçevelerin kaldırılmasının bireysel düzeydeki etkisi anımsamanın gerçekleşmemesi şeklinde belirirken, toplumsal düzeydeki etkisi de toplumsal olarak paylaşılan simge, araç ve anlatıların yok edilmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu konuyla ilgili olarak Akçam çok yerinde saptamalar yapmış, Ermeni Soykırımı meselesinde yaşanan inkârın arkasında bu konuyla ilgili simge, araç ve anlatıların ortadan kaldırılmasının rolüne işaret etmiştir. Fakat burada söz konusu olan, Akçam’ın belirttiği gibi bilinçaltına atma değil, ama olayları doğrudan yaşamış olanların dışındakiler için, belli bir kolektif belleğin tamamen ortadan kalkması, geri gelmemek üzere kaybolmasıdır. Bu bağlamda Hrant Dink’in şu sözleri çok yerindedir: “Diaspora Ermenilerine hep şunu söylüyorum: Türkiye halkı gerçekleri biliyor da inkâr mı ediyor, yoksa ne biliyorsa onu mu savunuyor? Ne biliyorsa onu savunuyor” (Hrant Dink, “Hrant Dink’le Ermeni Meselesi Üzerine – Zehir ve Panzehir”, Express, 2004/11, 20 kasım - 20Aralık, s.6). Her ne kadar inkârın arkasında sadece bilmemek yatmıyorsa da, bu saptama kanımca doğrudur. Cumhuriyet’in ilk yıllarının “başarısı”, belli bir kolektif belleği bastırmış olması değil, ama bu belleği mümkün kılan toplumsal çerçeveleri yok etmiş olmasıdır. Fakat yıkım hiçbir zaman topyekûn olmamıştır. Ufak çapta ve parçalanmış şekilde olsa da, bu belleği mümkün kılan toplumsal çerçeveler aileler veya küçük gruplar düzeyinde varlıklarını sürdürmüştür. Türkiye dışındaysa durum doğal olarak daha farklıdır. Bastırılmış anıların geri dönüşü aslında hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmamış kolektif belleğin veya belleklerin yeni alan ve boyutlara değişen şekillerde yayılmasıdır. Günümüzde Türkiye’de gözlemlenen gelişim, bugüne kadar marjinal bir şekilde var olmuş bir kolektif belleğin ilk kez yeni ve daha geniş ölçekte toplumsal çerçevelere kavuşmasıdır ve bu toplumsal çerçeveler de yeni bir simgesel ve ideolojik altyapının ortaya çıkmasını sağlamaktadır.
Özetle, Akçam’ın tezinin temelini oluşturan unutulmuş tarihin yeniden anımsanması veya silinmiş kolektif belleğin yeniden bastırılmış olduğu yerden bilince geri getirilmesi ve böylece gerçeklerin ortaya çıkacağı, aslında bellek üzerine son araştırmalar dikkate alındığında kabul edilmesi zor bir iddiadır. Bu araştırmalar belleğin, özellikle yaşanmış olayların anımsanmasıyla ilgili olan episodic belleğin, gerçekleri hiç de olduğu gibi yansıtmadığını, aksine çoğu zaman baştan kurduğunu göstermiştir. Diğer yandan anımsamanın toplumsal ortamla yakından ilişkili olduğu da ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Ermeni Soykırımı ve benzeri olaylarla ilgili tartışmaların inkâr edilmelerinin sona erdirilmesi, bastırılmış olanın geri getirilmesiyle değil ama inkârdan çeşitli kabul etmelere doğru gidecek dönüşümü sağlayacak toplumsal çerçevelerin kurulması, var olanlarınsa alanlarının genişletilmesiyle ilgilidir. Söz konusu olan, yeni bir tarih bilincinin ilk kez oluşturulmasıdır. Bu tarih bilinci sonuç olarak gene çarpıtılmış bir bilinç olacaktır. Aksi mümkün değildir. Fakat günün koşullarına göre yeniden kurulmuş bir kolektif belleği yansıtacaktır ve zaten kolektif belleğin işlevi de budur. Sorun bir kez daha belli bir geçmişle yüzleşme olayıdır, ama bu yüzleşme bastırılmış bir kolektif belleğin geri getirilmesiyle değil, bu geçmişi oluşturacak toplumsal çerçevelerin kurulmasıyla gerçekleşecektir. Yüzleşme toplumsal çerçeveleri değil, toplumsal çerçeveler yüzleşmeyi getirecektir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından geriye, tahrifata uğramamış çok az şey kalmıştır. Bunun üzerine yeni anılar eklenecek, insanlar belki de yaşamamış oldukları olaylar anımsayacaktır. Bu belleğin doğası gereğidir. Toplum arzuladığı kolektif belleği kuracak, yaratacaktır. Dolayısıyla mesele, gerçeklerin ortaya çıkarılması değil – bu mümkün değildir – ama toplum olarak nasıl bir geçmiş anımsamak istediğimize karar verme meselesidir. Son günlerde azınlık olarak tanımlanan gruplarla ilgili anımsama ve anlatıların sayısında gözlemlenen artış – buna televizyon dizilerini ve sinema filmlerini de katabiliriz – toplumsal arzunun yeni bir arayış içinde olduğunu ve bu arayışın ne yönde olduğunu net bir şekilde göstermektedir.
Taner Akçam, kolektif bellek kavramını “Türk toplumunun” geçmişini unutmasıyla, özellikle Ermeni Soykırımını inkâr etmesiyle ilgili olarak kullanmıştır. Türk toplumunun kolektif belleğinden bazı olaylar silinmiştir. Ermeni Soykırımı bunlardan biridir. Çözüm, “kendimizi ve tarihimizi yeniden anlamlandırma çabasıdır. Bunun için de, unutma, yok saymaya karşı hatırlama eylemine başvurulmalıdır. Hatırlamada başvurulacak yer toplumun kolektif hafızasıdır. Çünkü Freud’dan da biliyoruz ki, unutulduğu veya yok sayıldığı zannedilen şeyler hafızada tüm canlılıklarını muhafaza etmektedirler. (...) Yaşananlar hafızaya kaydedilirler. Kitaplarda yazılı olmasalar bile, sayfaları çevirmekle önümüze gelmeseler bile, yazılı gibi, varlıklarını toplumun bilinçaltında sürdürürler. (...)” (agy, s.73). Akçam’ın İngilizce olan çalışmasında Freud sözcüğü yerine psikoloji kullanılmış ve böylece bu iddianın alanı tüm psikolojiyi kapsayacak şekilde genişletilmiştir (Taner Akçam, From Empire to Republic: Turkish Nationalism and the Armenian Genocide, Zed Books, 2004, s.217). Fakat bellek üzerine çalışmalara bakıldığında, bu iddiaya katılmak mümkün gözükmemektedir.
Genel kanıya göre bellek, bir dijital fotoğraf makinesinden farksızdır. Yaşananları olduğu gibi kaydeder. Gerçek en ufak ayrıntısına kadar kopyalanmıştır ve dolayısıyla, anımsama bizi gerçeklere ulaştıracaktır. Oysa bu konuyla ilgili araştırmalara göre bellek hem aşırı derecede seçicidir hem de ciddi biçimde tamire gereksinimi olan kayıtlardan oluşur. Gerçeği olduğu gibi yansıtan anımsamalar sınırlıdır ve sürekli olarak var olan modellere uydurulurlar (L.J. Kirmayer, “Landscapes of Memory: Trauma, Narrative, and Dissociation”, der. P. Antze & M. Lambek Tense Past – Cultural Essays in Trauma and Memory, Routledge, 1996, s.176). Schudson’un belirttiği gibi, belli bir şekilde görmek belli bir şekilde görmemek olduğu gibi, belli bir şekilde anımsamak da belli bir şekilde unutmaktır. Çünkü bellek seçicidir ve bu yüzden de tahrifat kaçınılmazdır (M.Schudson, “Dynamics of Distortion in Collective Memory”, der. D.L. Schacter, Memory Distortion – How Minds, Brains, and Societies Reconstruct the Paste, Harvard University, 1995, s.348). Fakat mesele sadece var olan bilgilerin çarpıtılması değildir. Tulving’e göre, geçmişin bireyin anımsadıklarından yola çıkarak belirlenmesinin her zaman mümkün olmadığını bilimsel araştırmalar açık bir şekilde göstermiş, tamamen aklı başında, normal ve dürüst insanların bile hiçbir zaman olmamış olaylar anımsayabileceği ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bellek gerçeklerin olduğu gibi yansıtıldığı faaliyetlerde bulunsa da – adreslerin, telefon numaralarının, şiirlerin ezberlenmesi gibi – belleksel etkinliklerin önemli bir kısmı yeniden üretimden, hatta yeniden kurmaktan değil, ama kurmaktan, sıfırdan yapmaktan oluşmakta ve kurulan anılar her zaman gerçeklere karşılık gelmemektedir. Üstelik sahte anıların yapılması veya olmamış olayların anımsanabilmesi için, insanın ne psikiyatrik veya nörolojik sorunlardan dertli ne de çok genç veya çok yaşlı olması gerekmektedir. (E. Tulving, “Episodic memory and common sense: how far apart?”, der. A.Baddeley, J.P.Aggleton ve M.A. Conway, Episodic Memory: New Directions in Research, Oxford University, 2002, s.273). Demek ki bellek sadece çarpıtmamakta, ama aynı zamanda yaşanmamış olaylar da yaratabilmekte, gerçekleri olduğu gibi yansıtmak tamamen sağlıklı bir bellek için bile olanaklı gözükmemektedir.
Anderson ile Schooler’a göre bellek, daha önemli olan bilgiyi kaydedecek şekilde evrimleşmiştir. Yaşadıklarımızla ilgili tüm ayrıntıları her zaman anımsamak zorunda olmadığımız için, bu duruma uyum sağlamış bir sistem tüm ayrıntıları düzenli bir şekilde değil ama sadece koşullar gerektirdiğinde kaydetmelidir ve insan belleği de daha çok bunu yapma eğilimindedir (D.L. Schacter ve C.S. Dodson, “Misattribution, false recognition and the sins of memory", der. A.Baddeley, J.P.Aggleton ve M.A. Conway, Episodic Memory: New Directions in Research’ün içinde, Oxford University, 2002, s.80-81). Her ne kadar bu tartışma henüz bir sonuca bağlanmamışsa da, belleğin seçiciliği, ayrıntıları ancak koşullar gerektirdiğinde titizlikle kaydettiği konusunda bir uzlaşmaya varılmıştır. Bu da, birey için taşıdığı önemden ötürü katliamlar sırasındaki ayrıntıların daha titizlikle kaydedileceğini getirmektedir. Fakat bu durumda bile belleğin seçici davranması söz konusu olabilir. Tehlikenin nereden ve nasıl geldiğinin ayrıntılı bir şekilde bilinmesi, yardımın nereden geldiğinle ilgili ayrıntıların bilinmesinden daha önemli olabilir. Eğer böyle bir seçicilik söz konusuysa, daha sonraki anımsanma sürecinin ve bu süreçten çıkacak anlatıların bu farklılığı yansıtacağını, bazı bilgilerin ve dolayısıyla anlatı ve yorumların hiç bir zaman ortaya çıkmayacağını hesaba katmalıyız. Demek ki bellek hiç de öyle gerçekleri olduğu gibi saklamamakta, yaşanmış olayları tüm canlılıklarıyla korumamaktadır. Aksine hem aşırı derecede seçicidir hem de yeni gerçekler bile icat edebilmektedir. Akçam’ın iddiasının aksine, psikoloji, özellikle bellek üzerine olan çalışmalar, farklı bir bakış açısı sunmaktadır.
Fakat Akçam’ın asıl derdi kolektif bellektir ve psikolojiye bu yüzden başvurmaktadır. Toplumların psikolojik rahatsızlıklarının bireysel psikolojik rahatsızlıklardan çıkartılmasına karşıdır, ama topluma ait ayrı bir psikolojinin var olduğu fikrine de katılmaz. Psikanalitik yöntemin bazı kavramlarının kitle psikolojisine uygulanması olanaklıdır (Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken, s.65). İki psikoloji konusunda pek açık olmayan Akçam, toplumsaldan ne anladığı konusunda da çok net değildir. Bir yandan toplumsal histeri, “bireysel haleti ruhiyelerin toplam ortak etkisinden başka bir şey” değildir, diğer yandansa “toplumsal histerinin oluşmasına katkıda bulunan bireylerin kendilerinin de psikolojik olarak rahatsız olmaları gibi bir kural da söz konusu değildir”(agy, s.65). Eğer toplumsal histeri “bireysel haleti ruhiyelerin toplam ortak etkisinden” oluşuyorsa, en azından bazı bireylerin histerikli tavır sergilemesi gerekmektedir. Yok eğer kural olarak bu bireylerin hiçbirinin böyle bir tavır sergilemesi gerekmiyorsa, yani “hastalıklı” toplumdaki herkes sağlıklıysa, o zaman toplumsalın bireyselden farklı bir boyut olduğunu kabul etmemiz ve psikanalizin bu boyutta da geçerli olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. Aksine Akçam böyle bir çabaya gerek duymadan, bireyselden toplumsala geçmektedir.
Histerik nevroz konusuyla devam edecek olursak, bu rahatsızlığın en önemli göstergelerinden biri “Hatırlama Boşluğu”, yani “Hafıza Boşluğu”dur. Kişi bazı şeyleri anımsamamayı, unutmayı seçer (agy, s.66). “Histerikli kişiliğin, hayat hikâyesini (tarihi), özlediği ve arzu ettiği biçimde tahrif etme ve değiştirme; hoş olmayan şeyleri, özellikle de suçluluk duygusunu unutma konusunda büyük bir başarı gösterdiği kabul edilir (agy, 67). Burada tahrif etme bir hastalık belirtisidir. Oysa bu sağlıklı belleklerin de sahip olduğu bir özelliktir. Devam edecek olursak, Akçam’a göre toplumsal düzeyde de benzer bir durum söz konusudur. Toplum “tarihi unutmak ve boşaltmak” istemektedir. Bir bakıma belleğini yitirmiştir. “ “Gerçekle çelişki” içinde “kendi kurduğu dünyasında” yaşayan toplum, olayların izahı için belli düşünce kalıpları üretir” (agy, 70). Bir benzerlik söz konusudur ve bu benzerlik aynı teşhisi getirir: histeri.
Hâlâ toplumsalın Akçam’da nasıl tanımlandığını keşfetmiş değiliz. Gerekli ipucu Ermeni Sorunu üzerine yazmış olduğu ilk çalışmasında karşımıza çıkar: “Toplum olarak bugün artık hafızamızın, tarih bilincimizin sınırları, kendi yaşadıklarımız ve ailelerimizin aktardıkları ile sınırlıdır” Çünkü “(...) özellikle Cumhuriyetin tarihi bilinçlerden silme ve yeni bir tarih yaratma arzusu sonucu artık geçmişi olmayan bir toplum haline getirilmiş durumdayız”( Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, 5.Baskı, Su, 2001, s.192). Demek ki topluma ait hafızanın – ki bu aynı zamanda tarih bilincimizdir - normal koşullarda kendi yaşadıklarımız ve ailemizin aktardıklarından daha fazlasını içermesi gerekmektedir ve bu bellek türü, “toplumun” “gerçek” geçmişidir. Her ne kadar Cumhuriyet silmiş olduğu bellek yerine bir başkasını koymuşsa da, Akçam’a göre bu kolektif bellek değildir. Bellek gerçek geçmişin kaydedildiği yerdir.
Akçam bir yandan belleğin gerçekleri olduğu gibi koruduğu ve kolektif belleğin “gerçek geçmiş” olduğu varsayımlarında bulunmakta, diğer yandan da aradaki benzerlikten yola çıkarak psikanalitik kavramları bireysel boyuttan kolektif boyuta sorunsuz bir şekilde taşıyabileceğini farzetmektedir. Bellek konusunda yapmakta olduğu varsayımın geçersiz olduğunu gördük. Bu da, kolektif belleğin yeri birey olduğu için, “gerçek geçmiş” iddiasını çürütür. Bireysel boyuttan toplumsal boyuta, gözlemlenen benzerlikten ötürü gerçekleştirilen sıçramaya gelince, burada asıl sorun söz konusu benzerliğin tamamen raslantısal olabileceği ve bu raslantının başka bir şekilde de açıklanabileceğidir. Yani toplumsal bellek kaybının bireyler için geliştirilmiş psikanalitik kavramlarla açıklanması, bir bastırıma eylemi olarak görülmesi gerekmemektedir. La Capra’nın belirttiği gibi, bazen karşımıza çıkan şeyler bastırılmış olanın dönüşü olarak görülebilir, ama aynı varsayımsal yapılandırma tarihin farklı bir hareketiyle de bağlantılandırılabilir (D.LaCapra, History, Theory, Trauma – Representing the Holocaust, Cornell University, 1994, s.169).
Akçam’ın tezi daha çok belleğin kaydetme özelliği üzerinde yoğunlaşır, anımsama sürecinin kendisiyle yeterince uğraşmaz. Kayıtlara ulaşmak yeterlidir. Toplum da birey düzeyine indirgenmiş ve birey muamelesi görmektedir. Oysa değil toplumun, ama bireyin anımsaması bile tek başına yapılan bir eylem değildir. Kolektif belleğin ilk modern kuramcısı Halbwachs’a göre, anıların anımsanması toplumsal ortamda gerçekleşir. Anılarımın beynimin neresinde olduğunu bulmaya çalışmam anlamsız bir uğraştır. Çünkü onları ancak dışımda var olan toplumsal ortam ve grubun parçası olmayı kabul ederek anımsar, yeniden kurar ve kullanırım. Ancak bu şekilde bir kolektif bellek var olabilir (M.Halbwachs, On Collective Memory, der. çev. L.A. Coser, University of Chicago, 1992, s.38). Belleğin toplumsal çerçevelerini oluşturan, bireysel anımsamaların bir araya gelmeleri değil, aksine bireysel anımsamaları mümkün kılan toplumsal çerçevelerdir. Ancak toplumsal bir ortamda anımsama olanaklıdır ve bu sayede de kolektif anılar veya bellek denen şey ortaya çıkar. Anımsama toplumsaldır. Bireyler bir topluluğun parçası olmadan anımsayamaz. Fakat gerçekleşmekte olan pasif bir anımsama değil, ama anımsananların belli toplumsal veya kolektif çerçeveler bağlamında var olan koşullara göre işlenmesi, kurulması, çarpıtılmasıdır (agy,183). Geçmiş çarpıtılmış bir şekilde doğar. Tahrifata uğramamış bir geçmiş sadece zihinlerimizde var olan bir fikirdir. Fakat Halbwachs’ın tartışmasında bizi ilgilendiren çok daha önemli iki nokta vardır: Eğer bireysel anımsama toplumsal çerçeveler sayesinde mümkün oluyorsa, o zaman birden fazla kolektif bellek olmalıdır (agy, s.52 ve 182) ve unutma da bu toplumsal çerçevelerin bir kısmının veya tamamının ortadan kalkmasıyla ilgili bir durumdur. (agy, s.172).
Demek ki anıların bastırılması, bazı anıların gerekli koşullar oluştuğunda daha sonra anımsanabilecek şekilde unutulmaları değil, ama bu anıları veya anımsamaları oluşturan kolektif çerçevelerin ortadan kalkmaları şeklinde de açıklanabilir. Toplumsal çerçevelerin ortadan kaldırılması etkisini iki düzeyde gösterir: bireysel ve toplumsal düzeylerde. Halbwachs’a göre birey, toplumsal çerçeveler olmadan anımsama eyleminde bulunamaz. Bu, anımsamanın sonucunda ortaya çıkacak anı veya öyküleri dinleyecek, kabul edecek toplumsal bir ortamın, toplumsal çerçevelerin var olmasının gerektiği anlamına gelmektedir. Ancak bu koşullarda anımsama olanaklıdır ve bunun tersi, anımsamama veya unutmadır. Bu konuyla ilgili olarak Kirmayer ilginç bir noktaya değinmekte, Holocaust kurbanlarının daha çok anımsama, çocukken cinsel tacize uğramışların ise daha çok unutma eğiliminde olduklarına dikkat çekmektedir. Çeşitli nedenleri gözden geçiren Kilmayer, bu farkı söz konusu olayların içinde bulundukları toplumsal çerçevelerin gösterdikleri duyarlılığa bağlamaktadır. Yahudilerin karşılaştıkları soykırım bir insanlık trajedisi olarak öyküsünü rahatlıkla anlatabileceği hazır bir ortam bulurken, aynı durum çocuk tacizi kurbanları için genellikle söz konusu değildir (agy, s.173-199). Çocuk tacizi kurbanları için bir yandan ciddi bir inkârla karşılaşmak mümkünken, diğer yandan bu süreç sırasında ciddi manevi zarara uğramları söz konusudur. Sonuç olarak birinde anımsama için gerekli olan kolektif çerçeve fazlasıyla varken, diğerindeyse bu çerçeve her zaman olmadığı gibi, olduğu zaman da daha çok sessiz kalmayı, unutmayı özendirme eğilimindedir. Bu bağlamda ilginç bir saptama, Amerikan toplumunda, 1980’lerin başından itibaren, çocukken uğradıkları cinsel tacizleri anımsayan yetişkin kadınların sayısındaki artıştır. Neden bu artış tam bu sırada belirmiştir? O güne kadar bastırılmış anılar aniden o sırada belirmeye mi başlamış ya da tam bu sırada bireylere sunulan psikolojik hizmetlerin hacminde büyük bir artış mı gerçekleşmiştir? Sturken, Amerikan kültüründe, yirminci yüzyılın sonuna doğru aile, cinsellik ve cinsiyet (gender) iktidar ilişkileri konularında yeni kafa karışıklıklarının ve tartışmaların başlamış olduğuna işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, yirminci yüzyılın sonuna doğru Amarikan toplumunda bu konularla ilgili olarak daha duyarlı bir toplumsal ortam, bir toplumsal çerçeve oluşmaya başlamış, bu tür bir anımsama bu konuyla ilgili toplumsal duyarlılık belirdikten sonra mümkün hale gelmiştir (M. Sturken, “Narratives of recovery: Repressed Memory as Cultural Memory”, der. M. Bal, J. Crewe ve L.Spitzer, Acts of Memory – Cultural Recall in the Present, Dartmouth College, 1999, s.231).
Burada tek bir toplumsal çerçeve fikrine saplanıp kalmamalıyız. Anımsama aile gibi daha küçük bir kolektif çerçevede kendisine duyarlı bir ortam bulduğunda, o zaman söz konusu kolektif bellek de bu çerçevede varlığını sürdürecektir. Sık sık bastırma olarak açıklanan unutma eylemi, tüm kolektif çerçevelerde gözükmeyebilir. Bir yerde unutulan veya bastırılan olay, başka bir yerde ara sıra yaşlıların kendi kendilerine mırıldandıkları anılar olarak var olabilir. Bununla beraber, anımsama başlayabilmesi için gerekli olan kolektif çerçeveyi bulsa bile, ortaya çıkan anıların gerçekleri yansıttığını söylemek hâlâ zordur. Çünkü daha önce gördüğümüz gibi, bellek tahrifat içerir veya tamamen tahrif edilmiştir ve aşırı derecede de seçicidir. Anımsama, yaşanmış olanın bir kısmını barındırabileceği gibi tamamen farklı ve belki de hiç olmamış bir olay hakkında da olabilir. Böylece birden fazla toplumsal çerçeve, tahrifat veya çarpıtılma dereceleri farklı birden fazla anımsamaya yol açabilir. Bu da sorunun, özellikle soykırım tartışmalarında, aslında gerçekle gerçek olmayan arasında değil, ama çarpıtılma dereceleri farklı anımsamalar veya yeniden kurmalar arasında olduğunu gösterir. Bu açıdan bakınca, ortaya çıkan, yeni anımsamalar değil ama yeni toplumsal çerçevelerdir.
Toplumsal çerçevelerin kaldırılmasının bireysel düzeydeki etkisi anımsamanın gerçekleşmemesi şeklinde belirirken, toplumsal düzeydeki etkisi de toplumsal olarak paylaşılan simge, araç ve anlatıların yok edilmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu konuyla ilgili olarak Akçam çok yerinde saptamalar yapmış, Ermeni Soykırımı meselesinde yaşanan inkârın arkasında bu konuyla ilgili simge, araç ve anlatıların ortadan kaldırılmasının rolüne işaret etmiştir. Fakat burada söz konusu olan, Akçam’ın belirttiği gibi bilinçaltına atma değil, ama olayları doğrudan yaşamış olanların dışındakiler için, belli bir kolektif belleğin tamamen ortadan kalkması, geri gelmemek üzere kaybolmasıdır. Bu bağlamda Hrant Dink’in şu sözleri çok yerindedir: “Diaspora Ermenilerine hep şunu söylüyorum: Türkiye halkı gerçekleri biliyor da inkâr mı ediyor, yoksa ne biliyorsa onu mu savunuyor? Ne biliyorsa onu savunuyor” (Hrant Dink, “Hrant Dink’le Ermeni Meselesi Üzerine – Zehir ve Panzehir”, Express, 2004/11, 20 kasım - 20Aralık, s.6). Her ne kadar inkârın arkasında sadece bilmemek yatmıyorsa da, bu saptama kanımca doğrudur. Cumhuriyet’in ilk yıllarının “başarısı”, belli bir kolektif belleği bastırmış olması değil, ama bu belleği mümkün kılan toplumsal çerçeveleri yok etmiş olmasıdır. Fakat yıkım hiçbir zaman topyekûn olmamıştır. Ufak çapta ve parçalanmış şekilde olsa da, bu belleği mümkün kılan toplumsal çerçeveler aileler veya küçük gruplar düzeyinde varlıklarını sürdürmüştür. Türkiye dışındaysa durum doğal olarak daha farklıdır. Bastırılmış anıların geri dönüşü aslında hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmamış kolektif belleğin veya belleklerin yeni alan ve boyutlara değişen şekillerde yayılmasıdır. Günümüzde Türkiye’de gözlemlenen gelişim, bugüne kadar marjinal bir şekilde var olmuş bir kolektif belleğin ilk kez yeni ve daha geniş ölçekte toplumsal çerçevelere kavuşmasıdır ve bu toplumsal çerçeveler de yeni bir simgesel ve ideolojik altyapının ortaya çıkmasını sağlamaktadır.
Özetle, Akçam’ın tezinin temelini oluşturan unutulmuş tarihin yeniden anımsanması veya silinmiş kolektif belleğin yeniden bastırılmış olduğu yerden bilince geri getirilmesi ve böylece gerçeklerin ortaya çıkacağı, aslında bellek üzerine son araştırmalar dikkate alındığında kabul edilmesi zor bir iddiadır. Bu araştırmalar belleğin, özellikle yaşanmış olayların anımsanmasıyla ilgili olan episodic belleğin, gerçekleri hiç de olduğu gibi yansıtmadığını, aksine çoğu zaman baştan kurduğunu göstermiştir. Diğer yandan anımsamanın toplumsal ortamla yakından ilişkili olduğu da ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Ermeni Soykırımı ve benzeri olaylarla ilgili tartışmaların inkâr edilmelerinin sona erdirilmesi, bastırılmış olanın geri getirilmesiyle değil ama inkârdan çeşitli kabul etmelere doğru gidecek dönüşümü sağlayacak toplumsal çerçevelerin kurulması, var olanlarınsa alanlarının genişletilmesiyle ilgilidir. Söz konusu olan, yeni bir tarih bilincinin ilk kez oluşturulmasıdır. Bu tarih bilinci sonuç olarak gene çarpıtılmış bir bilinç olacaktır. Aksi mümkün değildir. Fakat günün koşullarına göre yeniden kurulmuş bir kolektif belleği yansıtacaktır ve zaten kolektif belleğin işlevi de budur. Sorun bir kez daha belli bir geçmişle yüzleşme olayıdır, ama bu yüzleşme bastırılmış bir kolektif belleğin geri getirilmesiyle değil, bu geçmişi oluşturacak toplumsal çerçevelerin kurulmasıyla gerçekleşecektir. Yüzleşme toplumsal çerçeveleri değil, toplumsal çerçeveler yüzleşmeyi getirecektir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından geriye, tahrifata uğramamış çok az şey kalmıştır. Bunun üzerine yeni anılar eklenecek, insanlar belki de yaşamamış oldukları olaylar anımsayacaktır. Bu belleğin doğası gereğidir. Toplum arzuladığı kolektif belleği kuracak, yaratacaktır. Dolayısıyla mesele, gerçeklerin ortaya çıkarılması değil – bu mümkün değildir – ama toplum olarak nasıl bir geçmiş anımsamak istediğimize karar verme meselesidir. Son günlerde azınlık olarak tanımlanan gruplarla ilgili anımsama ve anlatıların sayısında gözlemlenen artış – buna televizyon dizilerini ve sinema filmlerini de katabiliriz – toplumsal arzunun yeni bir arayış içinde olduğunu ve bu arayışın ne yönde olduğunu net bir şekilde göstermektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder