“Çalma”: “Üplet”ten “Çal”maya - Türkçede başkasına ait olana zorla el koymayla ilgili sözcüklerin 12. yüzyıldan itibaren değişimi
(Bu yazı Aralık dergisinin ilk sayısında çıkmıştır)
Sözcüklerin peşinden koşarken aslında anlamların peşinden koşarız; kimisi hâlâ bizimle birlikte yaşayan, kimisi de artık kullanılmayan anlamların peşinden. Bunu bir arkeologun çabasına benzetebiliriz. Tıpkı bir kazı alanında olduğu gibi, çeşitli katmanlar, çeşitli anlam katmanları söz konusudur. Aynı sözcük, farklılaşan anlamları aracılığıyla katmanlar arasında takip edilebilir. Bazı sözcüklerinse ya hiçbir anlamı günümüze ulaşmamıştır ya da taşıdıkları anlamların bir kısmını veya tamamını diğer sözcüklere aktarmışlardır. Her katman farklı bir anlamlandırma dünyasına karşılık gelir ve bu dünyalar bize bu anlamları kullanmış topluluklar ve bireyler hakkında bazı ipuçları sunar. Böylece bu toplulukların yaşam pratikleri hakkında sınırlı da olsa bazı sonuçlara ulaşabilir, bazı sorular yöneltebilir ve bugüne kadar karanlıkta kalmış bazı alanların üzerindeki gizem perdesini veya perdelerini bir parça olsun aralayabiliriz.
Karanlıkta kalmış ya da üzerinde pek uğraşılmayan bu tür alanlardan biri de, başkasına ait olana zorla el koyma (bundan sonra kısaca el koyma olarak yazılacak) pratiğidir. Türkiye Türkçesinde bununla ilgili birçok sözcük bulunmakla beraber, bu yaşam pratiğini günümüz dilinde temsil eden temel sözcük “çalma”dır. Orijinal anlamı açısından bakıldığında, “çalma” sözcüğü farklı bir kökenden gelmektedir. Yazılı kaynaklar ancak on ikinci yüzyıldan itibaren bu pratikle ilişkilendirildiğine işaret etmektedir. “Çalıp çırpmak” herkesin bildiği bir deyimdir. Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Deyimler Sözlüğü’ne göre, (1) “iyi kötü, az ya da çok demeden ne bulursa çalmak” veya (2) “kötü yollardan edinmek” anlamlarını taşımaktadır. Fakat bu deyimi oluşturan sözcüklerin kendilerine baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşırız. Divanü Lugat-it-Türk’e bakıldığında, “çalma” sözcüğünün anlamlarından hiçbiri “el koyma” değildir. Burada “çalma”nın anlamları sırasıyla (1) yere yıkmak (“ol anı çaldı”), (2) birinin kulağına bağırmak (“ol sözüg menig kulakka çaldı”) ve (3) bir taşı duvara veya bir şeyi bir yere kakmak (“tonuğ taş üze çaldı”) olarak verilmektedir. Clauson’un etimolojik sözlüğü de farklı bir sonuç sunmamaktadır. Burada bunlara ek olarak hastalıktan bitap düşme ve bir müzik aleti çalma anlamları da bulunmaktadır. Aynı çalışmada “çalma” sözcüğünün on dördüncü yüzyıl Osmanlı’sındaki anlamları, vurmak, yere çarpmak, oynamak, bir şey sürmek ve karıştırmak olarak verilmektedir. Görüldüğü gibi, belli bir tarihe kadar “el koyma” hiçbir yerde “çalma” sözcüğünün anlamlarından biri değildir.
Bu elbette Türkçede bu dönemden önce “el koyma” pratiğini temsil eden sözcüklerin bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Kaşgarlı’nın çalışmasında bu pratiği farklı boyutlarına karşılık gelecek şekilde ifade eden epey sözcük bulunmaktadır: “alsık-”, “bozul-”, “çopart-”, “kırıl-”, “soyuk-”, “soysuk-”, “kap-”, “kun-”, “küça-”, “üple-”, “kapış”, “karmaç”. Bunları Türkiye Türkçesiyle karşılaştırdığımızda tanıdık sözcüklerin sayısı azdır. Soyulmak sözcüğü hâlâ kullanılmaktadır ama bu sözcük daha çok “el koyma” pratiğinin kurbanının durumunu anlatmada kullanılır. Pratiği tatbik eden açısından bakıldığında bile (“soyduk”), söz konusu eylem hâlâ kurban üzerinden ifade edilmektedir. “El koyma” pratiğini yapan ve yapanın kazancı açısından ifade eden, eylemi bu açıdan tanımlayan sözcüklere baktığımızda, bu listede bulunup günümüzde hâlâ kullanılan sözcüklerin sayısı azdır. “Üple” ve “kapış” sözcüklerinin çok daha arka planda hâlâ kullanıldıkları söylenebilir ama “el koyma” pratiğini günümüzde Türkiye’de ifade eden temel sözcükler “çalma”, “hırsızlık”, “talan”, “çapul”, “yağma”, “araklama”, “aşırma”, “yürütme”, “götürme” vb.dir. Bu sözcüklere Osmanlı döneminde uzun süre kullanılmış “akın” sözcüğünü de ekleyebiliriz.
Günümüzde bu alanda kullanılan temel sözcükler arasındaki en önemli ortak özellik neredeyse hepsinin 12. yüzyıldan itibaren kullanıma girmiş olmasıdır. Bu sözcükleri oluşturan kökleri 12. yüzyıl öncesine götürmek mümkünse de, “el koyma” anlamında kullanılmaya başlamaları bu tarihten sonradır; bu tarihten önce “el koyma” anlamında kullanıldıklarını gösteren herhangi bir kaynak bugüne kadar tespit edilememiştir. Bu da ister istemez 12. yüzyıldan itibaren en azından bu alanda bir dönüşümün gerçekleşmiş olduğunu düşündürmektedir. Yeni sözcükler belirmiş veya var olan bazı sözcükler “el koyma” pratiğini ifade etmek için kullanılmaya başlamıştır. Ne tür bir dönüşümdür bu? Farklı bir grubun şivesinin veya dilinin öne çıkması mıdır arkasındaki neden? Yoksa farklı bir yaşam tarzının kendisini kabul ettirmesinden ötürü, eski anlamların kullanımdan kalktığını mı düşünmeliyiz? Bu alandaki araştırmaların yetersizliğinden dolayı kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, sözcüklerin kendilerinden yola çıkarak bazı varsayımlarda bulunabiliriz.
Yeni olan sözcüklerin neredeyse tamamına Dede Korkut’ta rastlanmaktadır. Bu dönüşümün Dede Korkut’tan önce başlamış olduğu mümkünse de, ne anlama geldiğini anlamak için Dede Korkut’un temsil ettiği kültürel ortamı anlamanın zorunlu olduğu görülmektedir. Burada iddia edilen, Dede Korkut dünyasının yeni bir kültürel ortam olduğu değildir. Bunun tam tersi de söz konusu olmuş olabilir ama kesin olarak söylenebilecek bir şey varsa, Dede Korkut dünyasının muhtemelen bozkır yaşamından daha farklı bir yaşam tarzına geçmekte olan Türk dili topluluklarının yaşadıkları bir kültürel dönüşüme işaret ettiğidir. En azından “el koyma” pratiği açısından bakıldığında, bu alanda daha farklı bir uygulamanın bu dönemde belirmeye başlamış olduğunu düşünebiliriz. Bu arada bu dönüşümün sadece biçimsel bir dönüşüm olduğunu da düşünmemeli, en azından analizimizi bu şekilde sınırlandırmamalıyız. Söz konusu olan dönüşüm sadece yapılan eylemin biçimiyle değil, özüyle, ardındaki ideolojiyle de ilgili olmuş olabilir. Eğer bu dönemden önceki Türk toplulukları üzerinde yapılan çalışmaların sık sık değindikleri potlaç uygulamalarının “el koyma” pratiği alanında önemli olduklarını dikkate alacak olursak, dönüşümün belki de burada aranması gerekmektedir. Bozkır dünyasının terk edilerek yepyeni bir ideolojiyle, İslam ve onun gaza pratiğiyle tanışma, bu süreç sırasında boyların değişen coğrafi koşullardan ötürü küçülmeye ve hatta ortadan kalkmaya başlamaları, yerlerini daha ufak gruplaşmalara bırakmaları ve buna benzer daha başka toplumsal değişiklikler, genel hatlarıyla kendi mülkünü, zenginliğini yağmalatma pratiği olarak tanımlanan potlaç ve bununla ilgili terminolojinin ortadan kalkmaya başlamasına yol açmış olabilir. Örneğin böylece, Clauson’ın, malının çalınmasını emretti ve malına el konulmasında ısrar etti biçimlerinde çevirdiği, sırasıyla, “ol anın tavarın üpletti” ve “ol anın tavarın küçetti” cümlelerindeki “üpletmek” ve “küçetmek” sözcüklerinin kullanıldığı biçimlerin ortadan kalkmış olduğu söylenebilir. Yeni sözcüklerde bu tür kullanımlara rastlanmamaktadır; süratle kaybolmuşlardır. Talan, yağma ve çalma pratiklerinin, mal sahibinin kendi malını isteyerek ve toplumsal gereklerden ötürü yağmalatması biçiminde gerçekleşmediği görülmektedir. “El koyma” pratiği hâlâ vardır ama bu artık mal sahibinin katılımıyla (veya bu katılımın ima edilmesiyle) gerçekleşen bir pratik değildir. Bu açıdan bakıldığında, burada önemli bir dönüşümün gerçekleşmeye başladığı görülmektedir ama bu yine de eski sözcüklerin neden ortadan kalktıklarını açıklamamaktadır. Sadece “üpletme” ve “küçetme” gibi biçimler değil, “üpleme” ve “küçetme” gibi aktif biçimler de ortadan kalkmıştır.
Bu noktada yeni sözcüklerin çağrıştırdıkları veya taşıdıkları diğer anlamlarına bakmak yararlı olabilir. Bir yanda “akın” ve “yağma” sözcüklerinde görülen “akmak”, “yağmak” gibi “el koyma”dan bağımsız anlamlar vardır. Her ne kadar “yağma” sözcüğünün “yağı” (düşman) sözcüğünden türetildiği ileri sürülüyorsa da, bu sözcüğün (ve belki “yağı” sözcüğünün kendisinin de) her şeye rağmen “bir yere yağmayı” çağrıştırmadığını iddia etmek zordur. Acaba bu dönemde yavaş yavaş yerleşmeye başlamış olan kâfire saldırma ve malına el koyma pratiği ve hatta buna karşılık gelen ideoloji bir şekilde “akma” ve “yağma” eylemleriyle mi ilişkilendirilmiştir? Belki de bu eylemler bir önceki dönemdeki “el koyma” pratiklerinden çok daha kitlesel bir şekilde örgütlenmiş ve dolayısıyla da zamanla bu kitleselliği öne çıkaran sözcüklere ihtiyaç duyulmuştur. Veya asıl üzerinde durulması gereken, “el koyma” pratiklerinin bir sel görünümünü zihinlerde canlandırmış olmalarıdır. Aynı şekilde coğrafyanın etkisinden bahsedebiliriz. Bozkırların yerini dağların almış olmaları akma metaforunu getirmiş olabilir. Bu dönemde akanların daha çok yaylalarda, üzerine akılanların da ovalarda olduklarını düşünecek olursak, “el koyma”nın coğrafi yapısı bir aşağı-yukarı ilişkisi üretmiş olabilir.
Diğer nokta da şiddettir. Eski sözcüklerin genelde çağrıştırdıkları eylem türü alıp kaçma, kapıp kaçmadır. On ikinci yüzyıldan itibaren belirmiş çarpma, çırpma ve çalma sözcükleri aynı zamanda diğerini veya bir şeyi yere yıkmak, savurmak gibi şiddet biçimlerini de ifade etmektedir. Üstelik bu sözcüklerin orijinal veya ana anlamları bunlardır. “El koyma” anlamı bu sözcüklere daha sonra eklenmiştir ki, bu değişim, “el koyma” pratiğinin yeni biçiminden ötürü belirmiş olabilir. Örneğin “çalıp çırpma” deyimi aynı zamanda, bugün kaybolmuş olan, birini fiziksel biçimde hırpalama, birisine şiddet uygulama anlamını da içermektedir. “El koyma” pratiğinde potlaç ve benzeri uygulamaların (boylar ve kabileler arasında nispeten kontrollü şiddet içeren yağmalama eylemleri de dahil) terk edilmiş olması, malına el konulanın, kâfire, yok edilmesi çok da sakıncalı olmayan ve hatta bazı durumlarda gerekli olan bir ötekiye dönüşmüş olması, “el koyma” pratiğinde şiddeti özgürleştirmiş olabilir.
Bu alanla ilgili çalışmaları harekete geçirmeye yönelik bir tür deneme olarak düzenlenmiş bu kısa çalışmayı özetleyecek olursak, bir başkasına ait olana zorla el koyma pratiğiyle ilgili sözcüklerin 12. yüzyıldan itibaren değiştiğini görüyoruz. Yeni sözcüklerin ilk kez ve özellikle Orta Asya’da (bugünün Türki Cumhuriyetlerinin bulunduğu bölgede) ve İran’da kullanıldığı ve daha çok Çağatay Türkçesinde belirdiği görülmektedir. Değişimi ortaya çıkartan süreç, başkasına ait olana zorla el koyma pratiğinin biçiminin ve bununla ilgili ideolojinin değişmiş olmasıyla bağlantılı olabilir. Özellikle İslam’la birlikte gelen gaza pratiğinin ve bu pratiğin teşvik ettiği gazilik kurumunun, bazı sözcükleri bu yeni değişiklikleri karşılayacak biçimde değişmeye zorladığı düşünülebilir. Örneğin çarpma, çırpma, çalma gibi temelde şiddet uygulamayla veya eylemde güç kullanmayla ilgili sözcüklerin belirmeye başlaması, gaza pratiğinde şiddetin daha fazla yer almasıyla ilgili olabilir. Şiddetin ve zorla el koymanın sistemlerin değişmelerinde epey etkili oldukları düşünülecek olursa, tam da Anadolu’ya Türk boylarının gelmeye başladığı dönemde değişen bu sözcüklerin ne tür bir dönüşüme karşılık geldiklerinin daha iyi anlaşılması, üzerinde özellikle durulması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar:
Clauson, G. 1972. An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford Üniversitesi.
Dankoff, R. ve Kelly, J. 1982. Mahmud el-Kaşgari, Türk Şiveleri Lügatı (Divanü Lugat-it-Türk), (yay.) Ş.
Tekin ve G.A. Tekin, Doğu Dilleri ve Edebiyatlarının Kaynakları 7, Harvard Üniversitesi.
Nişanyan, S. Sözlerin Soyağacı, Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü,
Püsküllüoğlu, A. 2003. Türkçe Deyimler Sözlüğü, Ankara: Arkadaş ve Angora.
Tezcan, S. 2001. Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar, istanbul: YKY.
Yorumlar
Yorum Gönder