Herşeyi anlamasak, biraz da eksik kalsak
Eski bir yazı:
Devrim tartışmasıyla ilgili fikirlerimi sunmaya devam ediyorum. Aslında doğrudan konunun kendisinden çok aralarda dikkatimi çeken bazı noktalar ilgimi daha çok çekiyor. Sonunda elbette devrim konusuyla ilgili bazı fikirlerim de olacak. Fikirler çekici, derin ve karmaşık olduğundan ve tabii başka şeylerle de ilgilenmek gerektiğinden bu şekilde ilerleyebiliyorum ancak. Bu sefer Utku Özmakas'ın bir yazısında geçen anlama konusunda söylenmiş bazı şeyler anlamanın ne olduğu konusunda düşünmeye itti beni. Utku Özmakas şöyle yazmış yazısının ilgimi çeken bu kısmında. Ben burada sadece anlama üzerine yazacağım.
Utku Özmakas:
Yani ben ideolojik bir birlik olarak –çeşitli dünya görüşlerini içinde barındıran- “ulus-devletçi proje”nin “içinden” değilim ancak temel argümanlarını anlıyorum. Onları onayladığımı söylemiyorum. Onaylamak, katılmak ve anlama arasındaki ayrıma dikkat çekiyorum. Eğer Nizamettin’in dile getirdiği gibi içinden olmadığım için diğer doğruları “hata” olarak kabul etmeye dayanan bir “ideolojik birlik” nosyonu yalnızca kendi düşmanını yaratarak kendine yol açan bir bakışın ürünü. Eğer “anlama” böyle bir şey olmasaydı, yani öteki’ye eğilmenin bir yolu olmasaydı o zaman zaten konuşamazdık? Birini anladığımızı varsayıyoruz ki eleştiriyoruz. Yani “ideolojik birlik” ifadesini yalnızca “faşist” çağrışımlar içerisine hapsetmenin, kavramları belli bir görüşün boyunduruğu altına sokmanın bir anlamı yok.
Yani ben ideolojik bir birlik olarak –çeşitli dünya görüşlerini içinde barındıran- “ulus-devletçi proje”nin “içinden” değilim ancak temel argümanlarını anlıyorum. Onları onayladığımı söylemiyorum. Onaylamak, katılmak ve anlama arasındaki ayrıma dikkat çekiyorum. Eğer Nizamettin’in dile getirdiği gibi içinden olmadığım için diğer doğruları “hata” olarak kabul etmeye dayanan bir “ideolojik birlik” nosyonu yalnızca kendi düşmanını yaratarak kendine yol açan bir bakışın ürünü. Eğer “anlama” böyle bir şey olmasaydı, yani öteki’ye eğilmenin bir yolu olmasaydı o zaman zaten konuşamazdık? Birini anladığımızı varsayıyoruz ki eleştiriyoruz. Yani “ideolojik birlik” ifadesini yalnızca “faşist” çağrışımlar içerisine hapsetmenin, kavramları belli bir görüşün boyunduruğu altına sokmanın bir anlamı yok.
Anlama ne zaman gerçekleşir? Bir şeyi anlamaya çalışan “ben bunu anlıyorum, bunu kavrıyorum” dediğinde mi? Yoksa bir şeyi anlatmaya çalışan “sen beni anlıyorsun” dediğinde mi? Anlamak, süreç tamamlandığında anlaşılmaya çalışılan gibi olmak değil midir? Eğer anlamaya çalıştığım gibi olamıyorsam, onu ne kadar anlıyorum? Ben milliyetçiliği anlıyorum dediğimde ne kadar anlamış oluyorum milliyetçiliği? Çünkü anlamış olsam, milliyetçi olmam gerekmez mi? O zaman iki farklı anlama söz konusu değil mi? Bu iki farklı anlama birleşecek bir ortak alan bulabilirler mi? Bu iki farklı anlamanın birbirlerini ortak bir anlama düzlemi çerçevesinde anlayabilmeleri ortak bir söylem üretmelerine bağlı olduğuna göre, nasıl iddia edebiliriz diğerini anladığımızı? Benim tektanrıcı bir dindarla “Tanrı”nın varlığı konusunda anlaşabilmem sonunda onun getirdiği önermeleri ve akıl yürütme şeklini kabul etmeme bağlıysa, nasıl ortak bir anlama çerçevesinden bahsedebiliriz? Benim düşüncemde onu ona katılmadan anlamam mümkün olabilir ama onun düşüncesinde onu anlamak ona katılmaksa veya ona katılmıyor olmam onu anlamamış olmamın işaretiyse, daha işin başında bir sorun çıkmıyor mu? Dolayısıyla aslında anlama-şamıyoruz, diğerini anladığımızı sanıyoruz. Belki de yapılması gereken, diğerini anlayamadığımızı, anlamadığımızı kabul etmemizi sağlayan bir pratik çerçevesinde diğeriyle ilişkiye girmeye çalışmak, “öteki”ni anlamaya değil, onun gerçekten ulaşılamaz anlamında öteki olduğunu kabul etmek ve buradan yola çıkarak birbirimize dünyalarımızda karşılıklı biçimde yer vermeye çalışmak olmalı. Belki de diğerini ve her şeyi anlayabileceğimizi getiren söylemin (modern söylemin) kendisini sorgulamamız gerekiyor.
Beni anlamaya çalışan zihniyet neticede anlaşılmadığımı iddia etmeme, ileri sürmeme yol açan zihniyetin diğer yüzü değil mi? Nasıl oluyor da bir yandan diğerinin de benim gibi olmadığını, onun doğrularına da yer vermek gerektiğini savunacağım ve diğer yandan o da dahil her şeyi anlayabildiğimi ileri süreceğim? Farklı doğruların var olmasının nedeni her şeyi aynı görmememiz değil mi? Mesele, diğerinin şikâyet ettiği “bütünün” onun üzerinde oluşturduğu hegemonyadan kaynaklanmıyor mu? Hegemonyaya karşıyım, çünkü farklı doğrularıyla, farklı bakış açılarıyla, farklı yaşam tarzlarıyla var olan diğerleri var. Ama iş anlamaya gelince, hiçbir farklılık görmüyorum ve böylece hegemonyayı hâlâ sürdürüyorum? Çünkü ben herkesi ve her şeyi anlayabilirim. Bu sadece bana mı özgü, yoksa diğer türdeşlerim de bunu becerebiliyor mu? O zaman mesele ne? Birbirimizi anlayabiliyorsak, neden anlaşamıyoruz? Çünkü birbirimize katılmıyoruz. Diğerinin getirdiği şeye katılmıyoruz ama anlıyoruz. Hayır, anlamıyoruz, sadece anladığımızı sanıyoruz veya varsayıyoruz ve bunu doğruların üstünde bir ilkeye dönüştürüyoruz.
Diğerlerinin canını yaktığımız en önemli nokta da tam burada. Onlara kendilerine özgü, sadece kendilerinin anlayabileceği hiçbir şey bırakmıyoruz. Onlara ait olup benim anlayamayacağım hiçbir şey olamaz. Kavganın merkezinde olan sorun da bu. Bırak, bende de sadece benim anlayabildiğim ve senin anlayamadığın bir şey olsun. Aksi takdirde ben nasıl bana ait olana veya seninkinden farklı olana ait olabileceğim, böyle bir aidiyet geliştirebileceğim? Yaşamımda ve senin yaşamında sadece benim anlayabildiğim, sadece bana ait bir deneyim olsun. Bunu sadece ben anlayabileyim ve sen anlayama, bunun sende yarattığı eksiklikle yaklaş bana. Bunun üzerinden konuşmaya başlayalım. Anlayamadığımız yanlarımıza rağmen neler yapabiliriz, bunu konuşalım. Nereden çıktı bu, herkesin diğerini anlayabilmesi meselesi. Anlasaydın, şu anda benim yanımda olurdun. Çünkü beni anlamak benim gibi davranmak demek. Bunun dışındaki eksik anlamadır ve sorun da bu eksiklik aracılığıyla var olmanın bir yolunu henüz bulamamış olmamızdır.
Aydının rolü bütünü kurtarmayacak çözümler üretmek olmayacaksa, ilk önce her şeyi anlayabilme ama bazı şeylere katılmamam söylemini, daha doğrusu pratiğini bırakması gerekmektedir. Ancak bu noktada bütünden kopup parçanın dünyasına adım atılabilir; aksi takdirde parçalar değil, daha küçük bütünler söz konusudur. Bütünü terk edip parçanın dünyasına girmek eksik olmayı gerektirir, her şeyi anlayamamanın, görememenin getirdiği eksik olmayı, ve bu şekilde var olmayı öğrenmeyi. Bütünün parçası ile tek başına parça, bütünü görememenin, anlamamanın getirdiği, ortaya çıkardığı parça birbirinden çok farklıdır. Bu biçimde aydın olmak, günümüz dünyasının getirdiği normlar açısından bakıldığında, mümkün mü?
Gönderen timuçin binder @ 10:56
Kategoriler: Devrim
1 yorum:
aysegul dedi ki...
HER ŞEY ???carl jung un çalışması mıydı şu; "ben"(peki parça), zamanda ve mekanda ilerliyorken-ol'uşuyorken...her bir kesitimde...ben'im hakkımda yalnız benim bilebildiklerim...ben'im hakkımda yalnız sen'in bilebildiklerin...ben'im hakkımda, hem sen'in hem de ben'im bildiklerimiz...ben'im hakkımda henüz ikimizin de bilmedikleri var-dır.?sevgiler ayşegül denizci
23 Mayıs 2007 Çarşamba 13:03
Yorumlar
Yorum Gönder