Tarih nasıl yazılmalı?
Tarihi nasıl anlatmak veya çalışmak gerekiyor? Örneğin Avrupa tarihi, Fransa tarihi veya Türkiye tarihi gibi terimler nereye kadar işimize yarayabilir?
Ulusal tarihlerin geçmişleri çok geriye gitmiyor. Fransa tarihi dendiğinde kastedilen modern Fransız ulusuysa, ancak üç, dört yüz yıl geriye gitmek mümkün. Fransızca konuşanların tarihini kastettiğimizde bile fazla geriye gidemeyebiliriz. Yani Fransa’nın tarihi kesinlikle taş çağından başlayamaz.
Günümüz ulusal tarihleri ancak günümüz modern uluslarının geçmişlerini yansıtabilir, anlatabilir. Fransa’nın veya Türkiye’nin modern ulusal tarihi ancak bu kavramların kullanılmaya başladığı, yani birilerinin kendilerine ben “Fransız’ım” veya “Türk’üm” dediği andan başlayabilir. Gerçi bu kavramları çok eskilere götürenler var ama bunun da bir şekilde somut verilerle gösterilmesi gerekiyor. İnsanların kendilerini boylar veya kabileler şeklinde örgütleyerek bunlardan birine Franklar veya Türkler demiş olması, kendilerini bir ulus olarak görmüş oldukları anlamına gelmiyor.
Neyse, tekrar baştaki sorumuza geri dönecek olursak, eğer ulusal tarihler bir bölgenin binlerce yıllık tarihi anlatmada bize yardımcı olamıyorsa, o zaman nasıl bir yöntem kullanacağız?
Coğrafi terimlere dayanabiliriz ama burada da sorunlar çıkıyor karşımıza. Örneğin Avrupa kavramı epey öznel bir tercihe dayanıyor. Diyelim ki, Avrupa adında bir kıtanın zaten olmaması gerekiyor (Avrupa, Asya kıtasının bir paçasıdır). Fakata diğer kıtalarda da farklı bir durumla karşılaşmıyoruz. Asya tarihi diye bir şey yazılabilir mi? Suriye ile Vietnam arasında ne gibi bir ortaklık var.
Belki Güney Amerika’da biraz daha şanslı olabiliriz ama burada da bizi şanslı kılan, coğrafi terimin sunduğu rahatlıktan ziyade, karşımıza ortak bir kimliğin çıkmasıdır. Hem Avrupa hem de Güney Amerika ortak bir şekilde paylaşılan kimlikler söz konusudur. Fakat bu, sorunu çözmüyor. Çünkü her iki kimlik de binlerce yıllık tarihleri kapsayacak yeterlikte değildir. Yani binlerce yıl önce bir Latin Amerikalılık veya Avrupalılık yoktur.
Belki de saat dilimlerinden yola çıkarak saat saat anlatmak gerekiyor tarihi. Bu da pek makul bir çözüm değil. Nesnellik uğruna (ki bunu başarmak ne kadar mümkün) tarihi tarih yapan en önemli özelliği, unsuru yitirmekle karşı karşıya kalabiliriz. Tarih her şeyden önce işe yarar; insanları, toplulukları bir araya getirmeye, aralarındaki bağları güçlendirmeyi sağlar. Bu yüzden de epey öznel bir uğraş ve alandır. Tarih özneldir ve öznel kalması gerekir. Nesnel tarih olsa olsa, dışarıdan bakanın baktığıyla ilgili olarak geliştirdiği öznel tarihtir.
…
Elbette etnik gruplardan veya diğer toplumsal örgütlenmelerden de yola çıkabiliriz; ve sanırım bu çok daha makul bir yaklaşım olacaktır. Örneğin bir kabilenin tarihi veya belli bir bölgedeki kültürün tarihi olabilir. Burada tek sorun, bu tür örgütlenmeleri gereğinden büyük düşünmemizdir. Diğer yandan, sürekli büyük örgütlenmelerden kaçmak zorunda olduğumuzu da düşünmemeliyiz. Büyük örgütlenmelerin tarihleri de olmalı. Günümüz, çok büyük ulus devletlerin dönemidir ama bu büyük örgütlenmeleri düşünürken, bunların birçok katmandan oluştuklarını da unutmamak gerekiyor. Modern ulus devletlerin tarihi, aynı zamanda başka tarihleri de anlatmayı gerektirir.
Bu arada artık var olmayan ama bir zamanlar var olmuş bir yığın başka toplumsal grubun tarihini de anlatmamız gerekiyor ve bunu, bu grupları bugünkü gruplarla ilişkilendirmeden yapmalıyız. Ortaçağda birçok kabile, etnik grup ve kültür var olmuştur. Geçmişimize bunları da dâhil etmeliyiz. Sonuçta öyle bir geçmiş anlatısı çıkmalı ki ortaya, eski dönemler bize tamamen yabancı dönemlere dönüşmeli. Çünkü doğrusu budur; geçmişi, bugünün hazırlanışı şeklinde sunmaktan vazgeçmeliyiz. Artık var olmayan diğer, yani önceki şimdileri de anlatmaya çalışmalıyız.
Coğrafi tarihçilik yapmak da mümkün olabilir. Doğu Akdeniz, Anadolu, Ortadoğu gibi tarihler de düşünülebilir. Ama bu tür tarihte ölçeğe çok dikkat etmek gerekiyor. Bugünün Türkiye’sini düşünelim. Her ne kadar tek bir ulus devlet söz konusuysa da, aslında batısıyla doğusu pek birbirini tanımaz. Kültürel olarak bir Antalyalının bir Sinopludan veya Edirneliden pek haberi yoktur. İnsanların ilişkileri daha ziyade yakın çevreleri ve kritik merkezlerledir. Örneğin İstanbul’u, Ankara’yı birçok insan bilir ve ilişkisi vardır. O zaman belki de tarih anlatımını bu şekilde düşünmek gerekmektedir. İnsanlar arasındaki toplumsal ilişkilerden yola çıkarak bir yığın haritalar belirleyip bunların tarihlerini anlatmamız gerekebilir.
Mesela bir Ege tarihi mümkün olabilir. Ege Deniz’i bölgesi ilk kez modern çağda bölünmüştür. O zamana kadar tek parçadır. Bir Bronz Çağı veya Demir Çağı Ege tarihi, bu bölgeyi Avrupa ve Asya şeklinde ikiye bölen bir tarih olamaz. Bununla beraber bazı durumlarda iki ayrı parça gibi gözüken bir yer de, diğer ilişkiler açısından bakıldığında tek parça olarak gözükebilir. Ama her şeye rağmen, sonunda fiziksel dünyaya karşılık gelen birimler mevcuttur. Herhalde bunu anlamanın en kolay yollarından biri, dil veya aksan farklılaşmalarına bakmaktır. Bu farklılaşmalardan yararlanarak çeşitli kültürel hiyerarşiler yaratabilir ve sonunda bunların tamamen ortadan kalktığı boşlukları, kültürel kopmaları görebiliriz.
Diğer yandan bu yaklaşım bizi sonunda yine etnik tarihçilikle karşı karşıya bırakabilir. Aslında burada anlatılmaya çalışılan bir tür habitatçı yaklaşımı. Kültür bölgeler dikkate alınabilir ama aslında söylenmek istenen, farklı kültürleşmeleri ortaya çıkaran habitatları bulup çıkarmak. Örneğin Ege Denizi bariz şekilde neredeyse tek başına bir habitat, her ne kadar alt habitatlara bölmek mümkünse de. Farklı yiyecekler, yeme şekilleri, iklimler ve benzeri verileri de dikkat etmek gerekiyor.
Antikçağa baktığımızda çok kısa mesafelerde dillerin değiştiğini görüyoruz ama bugünün dünyasında çok daha geniş mesafelerde aynı diller konuşulabiliyor. Bunda modernleşmenin de etkisi var ama büyük ihtimalle iletişimde yaşanan kolaylıklar da bir rol oynuyor. Örneğin İzmir Bodrum arasındaki mesafe bundan yüzyıl önce bile zorlu bir yolculuğa karşılık gelirken, bugün Bodrum İzmir seferi yapan otobüsler, günde defalarca gidip geliyor bu mesafeyi. İletişim alanlarını da dikkate alan bir yöntem geliştirmek gerekiyor.
Bu tür bir tarihçilik elbette çok daha zor ama binlerce yıl tek bir anlatıya sığdırılacaksa, bunu en uygun şekilde yapmanın yolunu bulmak gerekiyor. Modern ulusalcı tarihler bu işi pek beceremiyor.
Ulusal tarihlerin geçmişleri çok geriye gitmiyor. Fransa tarihi dendiğinde kastedilen modern Fransız ulusuysa, ancak üç, dört yüz yıl geriye gitmek mümkün. Fransızca konuşanların tarihini kastettiğimizde bile fazla geriye gidemeyebiliriz. Yani Fransa’nın tarihi kesinlikle taş çağından başlayamaz.
Günümüz ulusal tarihleri ancak günümüz modern uluslarının geçmişlerini yansıtabilir, anlatabilir. Fransa’nın veya Türkiye’nin modern ulusal tarihi ancak bu kavramların kullanılmaya başladığı, yani birilerinin kendilerine ben “Fransız’ım” veya “Türk’üm” dediği andan başlayabilir. Gerçi bu kavramları çok eskilere götürenler var ama bunun da bir şekilde somut verilerle gösterilmesi gerekiyor. İnsanların kendilerini boylar veya kabileler şeklinde örgütleyerek bunlardan birine Franklar veya Türkler demiş olması, kendilerini bir ulus olarak görmüş oldukları anlamına gelmiyor.
Neyse, tekrar baştaki sorumuza geri dönecek olursak, eğer ulusal tarihler bir bölgenin binlerce yıllık tarihi anlatmada bize yardımcı olamıyorsa, o zaman nasıl bir yöntem kullanacağız?
Coğrafi terimlere dayanabiliriz ama burada da sorunlar çıkıyor karşımıza. Örneğin Avrupa kavramı epey öznel bir tercihe dayanıyor. Diyelim ki, Avrupa adında bir kıtanın zaten olmaması gerekiyor (Avrupa, Asya kıtasının bir paçasıdır). Fakata diğer kıtalarda da farklı bir durumla karşılaşmıyoruz. Asya tarihi diye bir şey yazılabilir mi? Suriye ile Vietnam arasında ne gibi bir ortaklık var.
Belki Güney Amerika’da biraz daha şanslı olabiliriz ama burada da bizi şanslı kılan, coğrafi terimin sunduğu rahatlıktan ziyade, karşımıza ortak bir kimliğin çıkmasıdır. Hem Avrupa hem de Güney Amerika ortak bir şekilde paylaşılan kimlikler söz konusudur. Fakat bu, sorunu çözmüyor. Çünkü her iki kimlik de binlerce yıllık tarihleri kapsayacak yeterlikte değildir. Yani binlerce yıl önce bir Latin Amerikalılık veya Avrupalılık yoktur.
Belki de saat dilimlerinden yola çıkarak saat saat anlatmak gerekiyor tarihi. Bu da pek makul bir çözüm değil. Nesnellik uğruna (ki bunu başarmak ne kadar mümkün) tarihi tarih yapan en önemli özelliği, unsuru yitirmekle karşı karşıya kalabiliriz. Tarih her şeyden önce işe yarar; insanları, toplulukları bir araya getirmeye, aralarındaki bağları güçlendirmeyi sağlar. Bu yüzden de epey öznel bir uğraş ve alandır. Tarih özneldir ve öznel kalması gerekir. Nesnel tarih olsa olsa, dışarıdan bakanın baktığıyla ilgili olarak geliştirdiği öznel tarihtir.
…
Elbette etnik gruplardan veya diğer toplumsal örgütlenmelerden de yola çıkabiliriz; ve sanırım bu çok daha makul bir yaklaşım olacaktır. Örneğin bir kabilenin tarihi veya belli bir bölgedeki kültürün tarihi olabilir. Burada tek sorun, bu tür örgütlenmeleri gereğinden büyük düşünmemizdir. Diğer yandan, sürekli büyük örgütlenmelerden kaçmak zorunda olduğumuzu da düşünmemeliyiz. Büyük örgütlenmelerin tarihleri de olmalı. Günümüz, çok büyük ulus devletlerin dönemidir ama bu büyük örgütlenmeleri düşünürken, bunların birçok katmandan oluştuklarını da unutmamak gerekiyor. Modern ulus devletlerin tarihi, aynı zamanda başka tarihleri de anlatmayı gerektirir.
Bu arada artık var olmayan ama bir zamanlar var olmuş bir yığın başka toplumsal grubun tarihini de anlatmamız gerekiyor ve bunu, bu grupları bugünkü gruplarla ilişkilendirmeden yapmalıyız. Ortaçağda birçok kabile, etnik grup ve kültür var olmuştur. Geçmişimize bunları da dâhil etmeliyiz. Sonuçta öyle bir geçmiş anlatısı çıkmalı ki ortaya, eski dönemler bize tamamen yabancı dönemlere dönüşmeli. Çünkü doğrusu budur; geçmişi, bugünün hazırlanışı şeklinde sunmaktan vazgeçmeliyiz. Artık var olmayan diğer, yani önceki şimdileri de anlatmaya çalışmalıyız.
Coğrafi tarihçilik yapmak da mümkün olabilir. Doğu Akdeniz, Anadolu, Ortadoğu gibi tarihler de düşünülebilir. Ama bu tür tarihte ölçeğe çok dikkat etmek gerekiyor. Bugünün Türkiye’sini düşünelim. Her ne kadar tek bir ulus devlet söz konusuysa da, aslında batısıyla doğusu pek birbirini tanımaz. Kültürel olarak bir Antalyalının bir Sinopludan veya Edirneliden pek haberi yoktur. İnsanların ilişkileri daha ziyade yakın çevreleri ve kritik merkezlerledir. Örneğin İstanbul’u, Ankara’yı birçok insan bilir ve ilişkisi vardır. O zaman belki de tarih anlatımını bu şekilde düşünmek gerekmektedir. İnsanlar arasındaki toplumsal ilişkilerden yola çıkarak bir yığın haritalar belirleyip bunların tarihlerini anlatmamız gerekebilir.
Mesela bir Ege tarihi mümkün olabilir. Ege Deniz’i bölgesi ilk kez modern çağda bölünmüştür. O zamana kadar tek parçadır. Bir Bronz Çağı veya Demir Çağı Ege tarihi, bu bölgeyi Avrupa ve Asya şeklinde ikiye bölen bir tarih olamaz. Bununla beraber bazı durumlarda iki ayrı parça gibi gözüken bir yer de, diğer ilişkiler açısından bakıldığında tek parça olarak gözükebilir. Ama her şeye rağmen, sonunda fiziksel dünyaya karşılık gelen birimler mevcuttur. Herhalde bunu anlamanın en kolay yollarından biri, dil veya aksan farklılaşmalarına bakmaktır. Bu farklılaşmalardan yararlanarak çeşitli kültürel hiyerarşiler yaratabilir ve sonunda bunların tamamen ortadan kalktığı boşlukları, kültürel kopmaları görebiliriz.
Diğer yandan bu yaklaşım bizi sonunda yine etnik tarihçilikle karşı karşıya bırakabilir. Aslında burada anlatılmaya çalışılan bir tür habitatçı yaklaşımı. Kültür bölgeler dikkate alınabilir ama aslında söylenmek istenen, farklı kültürleşmeleri ortaya çıkaran habitatları bulup çıkarmak. Örneğin Ege Denizi bariz şekilde neredeyse tek başına bir habitat, her ne kadar alt habitatlara bölmek mümkünse de. Farklı yiyecekler, yeme şekilleri, iklimler ve benzeri verileri de dikkat etmek gerekiyor.
Antikçağa baktığımızda çok kısa mesafelerde dillerin değiştiğini görüyoruz ama bugünün dünyasında çok daha geniş mesafelerde aynı diller konuşulabiliyor. Bunda modernleşmenin de etkisi var ama büyük ihtimalle iletişimde yaşanan kolaylıklar da bir rol oynuyor. Örneğin İzmir Bodrum arasındaki mesafe bundan yüzyıl önce bile zorlu bir yolculuğa karşılık gelirken, bugün Bodrum İzmir seferi yapan otobüsler, günde defalarca gidip geliyor bu mesafeyi. İletişim alanlarını da dikkate alan bir yöntem geliştirmek gerekiyor.
Bu tür bir tarihçilik elbette çok daha zor ama binlerce yıl tek bir anlatıya sığdırılacaksa, bunu en uygun şekilde yapmanın yolunu bulmak gerekiyor. Modern ulusalcı tarihler bu işi pek beceremiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder