Doğru Tarih ? İstediğimiz Tarihi Yazabilir miyiz?
Hangi tarih daha doğru? Ünlü İngiliz arkeolog Colin Renfrew, geçmiş üzerine ürettiğimiz fikirlerimizi veya geçmişle ilgili yazdığımız tarihleri, veri ve analizlerin yönlendirmesi gerektiğini söylüyor ve ardından da, bunu özellikle “istediğimiz türden geçmişler” yazabileceğimizi söyleyen akademisyenlere karşı naçizane bir tepki olarak söylediğini ekliyor (Renfrew, 1996:135).
Gerçekten hangi tarih daha doğru? Verilere göre ortaya çıkarılan tarih mi, yoksa herkesin istediği gibi bir tarih yazması mı? İlk bakışta verileri ve bunların analizini temel alan tarihçilik türü, sanki olması gerekenmiş gibi geliyor. Ya da bize böyle öğretildiği için bunun doğru olduğunu düşünüyoruz. Ne de olsa tarihlerimiz bize dışarıdan veriliyor ve verilirken de, nasıl belgelere, gerçek verilere dayandıkları falan defalarca tekrarlanıyor. Böyle bir ortamda daha farklısını düşünmek zaten mümkün değil.
Eğer tam tersini düşünecek olursak, yani her grubun kendi özel tarihini yazdığı bir ortam olsaydı, acaba o zaman da bu aynı iddiayı hiç eleştirmeden kabul eder miydik? Bir şeylerin verilere ve bunlara dayanan analizlere dayanıyor olması, neden bizim için o şeyi daha doğru, daha tercih edilmesi gereken yapıyor?
Biraz daha farklı bir açıdan bakarak tarihin aynı zamanda grupları bir araya getirici bir ve hatta belki de psikolojik bir işlevi olduğunu kabul edecek olursak, o zaman belki de doğru olanın aslında en uygun anlatıyı bulmak olduğunu söyleyebiliriz.
Bu elbette herkesin, kendisini en yücelten tarihi seçeceği anlamına gelmiyor. Tercihini bu yönde kullananlar olacaktır ama sonunda başkaları da aksi yönde veya bu tercihe karşı tercihler geliştireceğinden, uzun vadede daha düzgün tarih arayışları devam edecektir. Bugün Türkiye’de gözlenen durum bundan pek farklı değil. Kabul edilmiş resmi tarihe, hem içeriden hem dışarıdan yoğun itirazlar geliyor.
Yine de bir kısmımız, bu durumda milliyetçi tarihin çok güçleneceğine dair bir itirazda bulunabilir; sanki veriler bu yönde yorumlanmıyormuş gibi. Bir taraf çok saçma milliyetçi tarihçiler üretebilir ama akademisyenlerin önemli bir kısmının da gayet milliyetçi kalıplardan yola çıkmadıklarını, bu yönde tarihler yazmadıklarını söylemek de epey zor. Dikkatli bakıldığında, bu verilerin belli analizlerden geçmeden önce bazı milliyetçi tercihlerin yapıldığını görebiliriz. Fakat kimimiz milliyetçilik denince kadar sert tavırlar düşünüyor ki, örneğin, ne bileyim, Taş Çağı’ndan bugüne Danimarka tarihi dediğinde, bu başlıkta milliyetçi bir yaklaşım görmüyoruz. Oysa modern kimliklerin hangisini seçersek seçelim, bu kimliklere dayanan tarihler bir yandan sadece kendilerinden ibaret bir homojen dünya görüyor ve diğer yandan da, bu dünyanın on binlerce yıl öncesindeki köklerini aramaya çalışıyorlarsa, o zaman milliyetçi ve/veya etnik, ama kesinlikle ayrımcı bir kalıpla karşı karşıyayız demektir. Ve araştırmalarının sonuçlarını bu kalıbı kullanarak analiz etmeye çalışan arkeolog veya tarihçi aslında milliyetçi veya daha kibar şekliyle ulusalcıdır ve “kendi istediği geçmişi” yaratmaktadır; her ne kadar bu geçmiş verilere dayanıyorsa da.
…
Ulusalcı bir dünyada ulusalcı seçimlerden kaçmanın zor, neredeyse olanaksız olduğunu kabul ettikten sonra, tekrar yukarıdaki soruya dönelim: Kendi istediğimiz, tercih ettiğimiz tarihi yaratabilir miyiz?
Eğer bir ulus devlet için tarih yazıyorsak, tabii ki çok daha geniş bir perspektiften bakmamız gerekecektir. Ne de olsa bazı ulus devletler epey kalabalık ve eğer bu ulus devleti bir arada tutmayı sağlayacak bir tarih yazılacaksa, sonunda herkesin hoşuna giden bir anlatı bulunması gerekecektir. Ortaya çıkan anlatıyı okuyan kişi, bu anlatı yoluyla diğerleriyle bir bağ oluşturabilecek ve eğer mümkünse bir parça da kendisiyle gurur duyacaktır ki, kendi büyük grubu dışındakilere özenmesin, onlarla arasında bir farklılık görsün.
Ama bir de çok daha küçük boyutta tarihler var veya bu ulus tarihçiliğinin bir de alt dalları var. Buralarda ne yapacağız? Kalemi elimize alıp istediğimizi döktürmeye mi başlayacağız? Post modern tarihçiler veya diğer geçmiş araştırmacıları bile bu kadar radikal davranmıyor. Hiç kimse bir masal yazmaya çalışmıyor. Ama bazı araştırmacılar daha farklı temalar kullanmayı tercih ediyor. Sanırım Renfrew’un beğenmediği de bu yaklaşım. Anladığım kadarıyla, Renfrew temaların veya anlatının oturtulacağı genel çerçevenin de verilerden sağlanabileceğini düşünüyor ve tartışmada, bu noktada başlıyor.
Verilerin kendisi elbette bazı temalara işaret edebilir ama burada gözden kaçan iki temel nokta var. Birincisi veriler her zaman eksik gelir, daha doğrusu eksik görüntüler sunar. Her zaman bize hiç ulaşmayan veriler söz konusu ve bunlar geçmişin hiç bilmediğimiz yanlarına ait olabilir. Dolayısıyla sırf bunlara dayandığımızda, temalarımız da eksik, daha doğrusu epey yanlı olacaktır. İkinci meseleyse, bu verilerin başına belli fikirlerle oturuyor olmamızdır. Çoğu kez daha verilerle karşılaşmadan, ne bulmak istediğimize dair belli fikirlerimiz söz konusudur ve tamamen bu nedenden ötürü verileri farklı yorumlayabilir ve hatta daha da kötüsü, bir kısmını hiç hesaba katmayabiliriz. Örneğin, en çok içine düştüğümüz sorunlardan birisi, neredeyse her zaman ortaya çıkanın, belirenin veya kurulanın tarihini yazmamız; ama yok olanın, kaybolanın tarihini pek anlatmıyor olmamız. “Ama Tunç Çağı tarihi bir yok oluşun tarihi değil mi?” diyebiliriz. Ama bu durumda bile, Tunç Çağı tam bir kayboluşun, tamamen ortadan kalkışın tarihi değildir, bir şekilde ardından gelen dönemin hazırlayıcısıdır.
Aslında neredeyse tüm temalarımız bu tavırdan, bu duygudan yoksundur. Çünkü tüm temalarımızı belirleyen bir genel kalıp söz konusudur: Her şeyin birbirine veya daha farklı bir şeye dönüştüğü kalıbı veya genel-teması. Kaybolan bir yaşamı, bir grubu, bir kültürel unsuru bir bitiş olarak algılayamıyoruz. Böyle olunca da, o bitişin getirdiği, yol açtığı tavırların, hislerin, çatışmaların ve bazı durumlarda da travmaların tarihini yazamıyoruz. Herhalde bu yarısı boş bir bardağı, yarısı dolu görmek gibi bir şey.
Tema seçimleriyle ilgili başka sorunlar da var. En önemlilerinden biri de, geçmişi etnik veya kültürel grupların yaşadığı bir dünya şeklinde düşünmemiz. Elbette etnik ve kültürel gruplar her zaman vardı ama geçmiş sadece bunlardan mı ibaret? Örneğin bugün Türkiye olarak adlandırdığımız yerde belli başlı birkaç tane ve bunun yanında da, bir o kadar küçük etnik grup var. Tüm Türkiye’nin tarihini yazmaya kalkıştığımızda, bu etnik gruplara ara sıra değinebiliriz; özellikle de siyasi tarihte. Ama bunun üzerinde biraz daha ciddi düşününce, etnik farklılıkların aslında pek o kadar önemli bir rol oynamadığını da söyleyebiliriz. Bir kere, bu etnik grupların altında ve dışında da birçok toplumsal grup var ve günlük yaşamın dinamiklerini büyük çapta bunlar etkiliyor. Zaten aynı etnik grubun içinde yaşayanlar açısından bakıldığında, etnik kimlik günlük etkileşimlerde aslında çok az rol oynar. Ayrıca çoğu kez bu etnik gruplar yaşamın birçok alanında birlikte de hareket ederler; yolları sık sık kesişir. Kendi yaşamımıza baktığımızda çok farklı bir görüntü görürken, nedense geçmişe bakarken sadece homojen bloklar görüyoruz.
Ya da başka bir örnek verecek olursam, örneğin 8000 yıl öncesinin Anadolu’suna baktığımızda, Anadolu’dan Avrupa’ya yayılan tarım toplumları görüyoruz ama nedense bu yayılma sırasında direnen veya dünyaları daralan avcı-toplayıcılar göremiyoruz, görmüyoruz veya görmek istemiyoruz. Bazı arkeologlar bu konuda araştırmalar yapıyor. Sözüm onlara değil, daha ziyade insanlara okullarda öğretilen tarihler. Bu marjinal araştırmalar genelde bu büyük tarih anlatılarına giremiyor.
Ya da aynı dönemle ilgili başka bir örnek verecek olursak, Çatalhöyük’e bakabiliriz. Bize göre Çatalhöyük tarihin ilk büyük yerleşim birimlerinden, kimine göre de ilk kentlerinden biridir. Bu şekilde doğru temayı mı seçmiş oluyoruz? Tamamen verilere dayanan bir anlatı mı bu? Verilerimiz elbette bugün Çatalhöyük olarak adlandırdığımız bir yerde bazı binaların kurulduğunu, burada insanların bir arada (kısmen veya tamamen) yaşadığını, tarımla, avcılıkla uğraştıklarını, bazı simgesel ürünler yarattıklarını gösteriyor. Ama bundan fazlası yok. Buradan çıkacak sonuç, haliyle, kendi içinde kapalı ve istikrarlı Çatalhöyüklüler anlatısı olacaktır. Zaman içinde kapalı Çatalhöyüklüler fikri değişebilir ama Çatalhöyüklüler fikri ne kadar değişecek? Ne tür veriler bize Çatalhöyüklülerin kendi içinde yaşadıkları sorunları gösterebilir? Bu tür verilere ulaşabilir miyiz? Ama diğer yandan bu tür veriler varmış gibi tahminlerde bulunabiliriz. Farklı grupların bir arada yaşamış olabileceğini hayal edebiliriz. Ve dolayısıyla farklı temalar çerçevesinde yeni anlatısal tahminlerde bulunabiliriz.
Renfrew’un düşündüğünün aksine, tarih biraz da hayal etmeyi gerektiriyor. Nitekim geçmişle uğraşan, geçmişi inceleyerek başkalarına aktarmaya çalışan herkes bir parça hayal kuruyor. Ama diğer yandan on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, insanların duygularını tarihsel anlatılara karıştırmalarına, bulaştırmalarına kötü gözle bakılıyor; bu tür yaklaşımlar tasvip edilmiyor. Bugünse, postmodern olarak adlandırdığımız ve bunun tersini savunan daha farklı bir yaklaşım var, hem tarihte hem arkeolojide.
Yukarıda belirtildiği gibi, postmodern her akla gelenin yazılabileceğini savunmuyor. Asıl çıkış noktası, insanın kendi tarihini yaptığını iddia etmesi ve tabii buradan da insanın istediği tarihi yaratabileceği sonucuna varılıyor. Biraz önce yazıldığı gibi, bu daha çok seçilen temalarla, anlatının oturtulacağı çerçevelerle ilgili bir durumdur. Ama yine de başta sorulan soru geçerliliğini koruyor: Nasıl insanlar kendi tarihlerini veya kendi hoşlarına giden tarihi yazabilir? Bu da bir sonraki yazıya.
Gerçekten hangi tarih daha doğru? Verilere göre ortaya çıkarılan tarih mi, yoksa herkesin istediği gibi bir tarih yazması mı? İlk bakışta verileri ve bunların analizini temel alan tarihçilik türü, sanki olması gerekenmiş gibi geliyor. Ya da bize böyle öğretildiği için bunun doğru olduğunu düşünüyoruz. Ne de olsa tarihlerimiz bize dışarıdan veriliyor ve verilirken de, nasıl belgelere, gerçek verilere dayandıkları falan defalarca tekrarlanıyor. Böyle bir ortamda daha farklısını düşünmek zaten mümkün değil.
Eğer tam tersini düşünecek olursak, yani her grubun kendi özel tarihini yazdığı bir ortam olsaydı, acaba o zaman da bu aynı iddiayı hiç eleştirmeden kabul eder miydik? Bir şeylerin verilere ve bunlara dayanan analizlere dayanıyor olması, neden bizim için o şeyi daha doğru, daha tercih edilmesi gereken yapıyor?
Biraz daha farklı bir açıdan bakarak tarihin aynı zamanda grupları bir araya getirici bir ve hatta belki de psikolojik bir işlevi olduğunu kabul edecek olursak, o zaman belki de doğru olanın aslında en uygun anlatıyı bulmak olduğunu söyleyebiliriz.
Bu elbette herkesin, kendisini en yücelten tarihi seçeceği anlamına gelmiyor. Tercihini bu yönde kullananlar olacaktır ama sonunda başkaları da aksi yönde veya bu tercihe karşı tercihler geliştireceğinden, uzun vadede daha düzgün tarih arayışları devam edecektir. Bugün Türkiye’de gözlenen durum bundan pek farklı değil. Kabul edilmiş resmi tarihe, hem içeriden hem dışarıdan yoğun itirazlar geliyor.
Yine de bir kısmımız, bu durumda milliyetçi tarihin çok güçleneceğine dair bir itirazda bulunabilir; sanki veriler bu yönde yorumlanmıyormuş gibi. Bir taraf çok saçma milliyetçi tarihçiler üretebilir ama akademisyenlerin önemli bir kısmının da gayet milliyetçi kalıplardan yola çıkmadıklarını, bu yönde tarihler yazmadıklarını söylemek de epey zor. Dikkatli bakıldığında, bu verilerin belli analizlerden geçmeden önce bazı milliyetçi tercihlerin yapıldığını görebiliriz. Fakat kimimiz milliyetçilik denince kadar sert tavırlar düşünüyor ki, örneğin, ne bileyim, Taş Çağı’ndan bugüne Danimarka tarihi dediğinde, bu başlıkta milliyetçi bir yaklaşım görmüyoruz. Oysa modern kimliklerin hangisini seçersek seçelim, bu kimliklere dayanan tarihler bir yandan sadece kendilerinden ibaret bir homojen dünya görüyor ve diğer yandan da, bu dünyanın on binlerce yıl öncesindeki köklerini aramaya çalışıyorlarsa, o zaman milliyetçi ve/veya etnik, ama kesinlikle ayrımcı bir kalıpla karşı karşıyayız demektir. Ve araştırmalarının sonuçlarını bu kalıbı kullanarak analiz etmeye çalışan arkeolog veya tarihçi aslında milliyetçi veya daha kibar şekliyle ulusalcıdır ve “kendi istediği geçmişi” yaratmaktadır; her ne kadar bu geçmiş verilere dayanıyorsa da.
…
Ulusalcı bir dünyada ulusalcı seçimlerden kaçmanın zor, neredeyse olanaksız olduğunu kabul ettikten sonra, tekrar yukarıdaki soruya dönelim: Kendi istediğimiz, tercih ettiğimiz tarihi yaratabilir miyiz?
Eğer bir ulus devlet için tarih yazıyorsak, tabii ki çok daha geniş bir perspektiften bakmamız gerekecektir. Ne de olsa bazı ulus devletler epey kalabalık ve eğer bu ulus devleti bir arada tutmayı sağlayacak bir tarih yazılacaksa, sonunda herkesin hoşuna giden bir anlatı bulunması gerekecektir. Ortaya çıkan anlatıyı okuyan kişi, bu anlatı yoluyla diğerleriyle bir bağ oluşturabilecek ve eğer mümkünse bir parça da kendisiyle gurur duyacaktır ki, kendi büyük grubu dışındakilere özenmesin, onlarla arasında bir farklılık görsün.
Ama bir de çok daha küçük boyutta tarihler var veya bu ulus tarihçiliğinin bir de alt dalları var. Buralarda ne yapacağız? Kalemi elimize alıp istediğimizi döktürmeye mi başlayacağız? Post modern tarihçiler veya diğer geçmiş araştırmacıları bile bu kadar radikal davranmıyor. Hiç kimse bir masal yazmaya çalışmıyor. Ama bazı araştırmacılar daha farklı temalar kullanmayı tercih ediyor. Sanırım Renfrew’un beğenmediği de bu yaklaşım. Anladığım kadarıyla, Renfrew temaların veya anlatının oturtulacağı genel çerçevenin de verilerden sağlanabileceğini düşünüyor ve tartışmada, bu noktada başlıyor.
Verilerin kendisi elbette bazı temalara işaret edebilir ama burada gözden kaçan iki temel nokta var. Birincisi veriler her zaman eksik gelir, daha doğrusu eksik görüntüler sunar. Her zaman bize hiç ulaşmayan veriler söz konusu ve bunlar geçmişin hiç bilmediğimiz yanlarına ait olabilir. Dolayısıyla sırf bunlara dayandığımızda, temalarımız da eksik, daha doğrusu epey yanlı olacaktır. İkinci meseleyse, bu verilerin başına belli fikirlerle oturuyor olmamızdır. Çoğu kez daha verilerle karşılaşmadan, ne bulmak istediğimize dair belli fikirlerimiz söz konusudur ve tamamen bu nedenden ötürü verileri farklı yorumlayabilir ve hatta daha da kötüsü, bir kısmını hiç hesaba katmayabiliriz. Örneğin, en çok içine düştüğümüz sorunlardan birisi, neredeyse her zaman ortaya çıkanın, belirenin veya kurulanın tarihini yazmamız; ama yok olanın, kaybolanın tarihini pek anlatmıyor olmamız. “Ama Tunç Çağı tarihi bir yok oluşun tarihi değil mi?” diyebiliriz. Ama bu durumda bile, Tunç Çağı tam bir kayboluşun, tamamen ortadan kalkışın tarihi değildir, bir şekilde ardından gelen dönemin hazırlayıcısıdır.
Aslında neredeyse tüm temalarımız bu tavırdan, bu duygudan yoksundur. Çünkü tüm temalarımızı belirleyen bir genel kalıp söz konusudur: Her şeyin birbirine veya daha farklı bir şeye dönüştüğü kalıbı veya genel-teması. Kaybolan bir yaşamı, bir grubu, bir kültürel unsuru bir bitiş olarak algılayamıyoruz. Böyle olunca da, o bitişin getirdiği, yol açtığı tavırların, hislerin, çatışmaların ve bazı durumlarda da travmaların tarihini yazamıyoruz. Herhalde bu yarısı boş bir bardağı, yarısı dolu görmek gibi bir şey.
Tema seçimleriyle ilgili başka sorunlar da var. En önemlilerinden biri de, geçmişi etnik veya kültürel grupların yaşadığı bir dünya şeklinde düşünmemiz. Elbette etnik ve kültürel gruplar her zaman vardı ama geçmiş sadece bunlardan mı ibaret? Örneğin bugün Türkiye olarak adlandırdığımız yerde belli başlı birkaç tane ve bunun yanında da, bir o kadar küçük etnik grup var. Tüm Türkiye’nin tarihini yazmaya kalkıştığımızda, bu etnik gruplara ara sıra değinebiliriz; özellikle de siyasi tarihte. Ama bunun üzerinde biraz daha ciddi düşününce, etnik farklılıkların aslında pek o kadar önemli bir rol oynamadığını da söyleyebiliriz. Bir kere, bu etnik grupların altında ve dışında da birçok toplumsal grup var ve günlük yaşamın dinamiklerini büyük çapta bunlar etkiliyor. Zaten aynı etnik grubun içinde yaşayanlar açısından bakıldığında, etnik kimlik günlük etkileşimlerde aslında çok az rol oynar. Ayrıca çoğu kez bu etnik gruplar yaşamın birçok alanında birlikte de hareket ederler; yolları sık sık kesişir. Kendi yaşamımıza baktığımızda çok farklı bir görüntü görürken, nedense geçmişe bakarken sadece homojen bloklar görüyoruz.
Ya da başka bir örnek verecek olursam, örneğin 8000 yıl öncesinin Anadolu’suna baktığımızda, Anadolu’dan Avrupa’ya yayılan tarım toplumları görüyoruz ama nedense bu yayılma sırasında direnen veya dünyaları daralan avcı-toplayıcılar göremiyoruz, görmüyoruz veya görmek istemiyoruz. Bazı arkeologlar bu konuda araştırmalar yapıyor. Sözüm onlara değil, daha ziyade insanlara okullarda öğretilen tarihler. Bu marjinal araştırmalar genelde bu büyük tarih anlatılarına giremiyor.
Ya da aynı dönemle ilgili başka bir örnek verecek olursak, Çatalhöyük’e bakabiliriz. Bize göre Çatalhöyük tarihin ilk büyük yerleşim birimlerinden, kimine göre de ilk kentlerinden biridir. Bu şekilde doğru temayı mı seçmiş oluyoruz? Tamamen verilere dayanan bir anlatı mı bu? Verilerimiz elbette bugün Çatalhöyük olarak adlandırdığımız bir yerde bazı binaların kurulduğunu, burada insanların bir arada (kısmen veya tamamen) yaşadığını, tarımla, avcılıkla uğraştıklarını, bazı simgesel ürünler yarattıklarını gösteriyor. Ama bundan fazlası yok. Buradan çıkacak sonuç, haliyle, kendi içinde kapalı ve istikrarlı Çatalhöyüklüler anlatısı olacaktır. Zaman içinde kapalı Çatalhöyüklüler fikri değişebilir ama Çatalhöyüklüler fikri ne kadar değişecek? Ne tür veriler bize Çatalhöyüklülerin kendi içinde yaşadıkları sorunları gösterebilir? Bu tür verilere ulaşabilir miyiz? Ama diğer yandan bu tür veriler varmış gibi tahminlerde bulunabiliriz. Farklı grupların bir arada yaşamış olabileceğini hayal edebiliriz. Ve dolayısıyla farklı temalar çerçevesinde yeni anlatısal tahminlerde bulunabiliriz.
Renfrew’un düşündüğünün aksine, tarih biraz da hayal etmeyi gerektiriyor. Nitekim geçmişle uğraşan, geçmişi inceleyerek başkalarına aktarmaya çalışan herkes bir parça hayal kuruyor. Ama diğer yandan on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, insanların duygularını tarihsel anlatılara karıştırmalarına, bulaştırmalarına kötü gözle bakılıyor; bu tür yaklaşımlar tasvip edilmiyor. Bugünse, postmodern olarak adlandırdığımız ve bunun tersini savunan daha farklı bir yaklaşım var, hem tarihte hem arkeolojide.
Yukarıda belirtildiği gibi, postmodern her akla gelenin yazılabileceğini savunmuyor. Asıl çıkış noktası, insanın kendi tarihini yaptığını iddia etmesi ve tabii buradan da insanın istediği tarihi yaratabileceği sonucuna varılıyor. Biraz önce yazıldığı gibi, bu daha çok seçilen temalarla, anlatının oturtulacağı çerçevelerle ilgili bir durumdur. Ama yine de başta sorulan soru geçerliliğini koruyor: Nasıl insanlar kendi tarihlerini veya kendi hoşlarına giden tarihi yazabilir? Bu da bir sonraki yazıya.
Renfrew, C., "Prehistory and identity of Europe, or, don't let's be beastly to the Hungarians", P.Graves-Brown, S. Jones ve C. Gamble (der.), Cultural Identity and Archaeology, The Construction of European Communities, Londra: Routledge, Theoretical Archaeology Group, 1996.
Yorumlar
Yorum Gönder