Tekrar Dünya Tarihçiliği

Büyük alanların veya bölgelerin geçmişlerinin anlatılması, aktarılması veya kurgulanması şeklinde bir dünya tarihçiliği antik çağlardan beri var olmuştur. Tüm dünyanın ve dolayısıyla insanlığın bir bütün olarak ve elden geldiğince çok diyaloglu bir şekilde sunulmasını temel almış bir dünya tarihçiliğiyse nispeten yeni bir faaliyet alanıdır.


Bütünün Öyküsü


Bütün-Parça İilişkisi
Dünya tarihçiliği denince ilk akla gelen tüm insanlığın tarihidir. Kastedilen, dünya olarak adlandırılan gezegenin tarihinden ziyade, insanlığın tarih boyunca karşımıza çıkan yaşamları, deneyimleridir. Dünya tarihi insan deneyiminin, yeryüzündeki insan varlığının tarihidir. Bu tarihçilik farklı şekillerde yapılabilir. Bir yandan teker teker her bir parçanın öyküsünü anlatmaya çalışabiliriz, diğer yandansa dönem dönem ortaya çıkmış bütünleri tespit ederek veya bütünler görerek bunların öykülerini aktarmaya uğraşabiliriz. Her iki yaklaşımda da söz konusu olan bir bütündür ama birinci de öncelik parçadadır ve bütün, tüm parçaların toplamıdır; parçaların dışında farklı bir şeye, bir oluşuma işaret etmez. İkinci yaklaşımdaysa bütün, parçalardan bağımsız bir varlıktır. Parçalar bu varlığın içindedir ama bu varlık parçaların basit toplamından daha fazla bir şeydir. Parçaların toplamı bütünü vermeyeceği gibi, tamamen bütüne ait mekanizma ve süreçler söz konusudur. Bunların varlığı parçaların toplamıyla açıklanamaz. Burada söz konusu olan bütünü var eden, parçaların tesadüfen bir araya gelmesi veya getirilmesi değil, parçalar arasında ortaya çıkan etkileşim ve ilişkilerin farklı bir şeye, “en büyük parça”ya yol açmasıdır.

Bu şekilde düşündüğümüzde, bir ortam çok sayıda bütüne yol açabilir. Birkaç adet parçanın birleştiği bir durumda haliyle çok basit bir bütün söz konusudur ama binlerce, on binlerce farklı parçanın bir araya geldiği ortamlarda, iç içe geçmiş bir yığın bütünle karşılaşabiliriz. Örneğin 200 köyün ve yirmi kentin olduğu bir bölgede birbirinden farklı birçok toplumsal ve siyasi bütün söz konusu olabilir. Çünkü parça sayısı arttıkça etkileşim miktarı da artmaktadır ve bu etkileşimler tüm parçaları kapsayacak tek bir bütüne yol açabilecekleri gibi, aynı anda daha alt düzeylerde farklı büyüklüklerde bütünlerin ortaya çıkmasını da sağlayabilirler. Bu yüzden, bir bütünün tespiti aynı zamanda bir ölçek seçimi sorunudur da. Seçilen ölçeğe göre bütünlerin türü ve miktarı değişecektir. Çok küçük ölçeklerde bir köy karşımıza çıkarken, en büyük ölçeklerde üzerinde yaşadığımız gezegenin ve hatta tüm evrenin tarihi söz konusu olacaktır. Hangi ölçek seçilirse seçilsin, araştırmanın ve sunumun konusu olan bütün hiçbir zaman tüm ayrıntıları kapsamayacaktır. Her bütün onu ortaya çıkaran ölçekte anlamlı olan ayrıntılarla karşımıza çıkarken, birçok ayrıntı seçilen ölçeğin sunduğu bakış açısından ötürü gözükmeyecektir. Bu arada ölçek seçiminin hem zamansal hem de uzamsal olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Seçilen bölgenin son beş yüz yıllık tarihi yazılabileceği gibi, son 50 bin yıllık tarihi de yazılabilir.

Şu ana kadar yazılanlar açısından bakıldığında, hiç de nesnel olmayan bir durumla karşı karşıya olduğu görülüyor. Ne tür bir bütün üzerine yazılacağı gerçekten de tarihçinin seçeceği ölçeğe bağlıdır ama aynı durum parça seçiminde de söz konusudur ki, bir bakıma parça ve bütün arasında o kadar büyük bir farklılık da yoktur. Sonuçta her parçanın kendi içinde bir bütün olduğu ve her bütünün de daha büyük bir bütünün parçası olduğu söylenebilir. Zaten parça bütün ilişkisi de bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Ne tür bir bütün istendiği belirlendikten sonra parçalar da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır ama burada bile son seçim, yani ne tür parçalardan bahsedileceği, aslında tarihçinin yapacağı tercihlere bağlıdır. Öznellik ancak bütünün sınırları çizildikten sonra, tarihçi parça tercihlerini yapmadan önce ve kısa süreliğine ortadan kalkabilir.
Hem zamansal hem de boyutsal ne tür bir bütünden bahsedileceği belirlendikten sonra, tarihçinin veya araştırmacının önünde, seçtiği ölçeğin belirlediği bakış açısının sınırları içinde kalan geçmişe dair bir yığın iz belirir. Bu noktada bir tür nesnel bir dünyanın var olduğu söylenebilir ama bu çok kısa bir süre için var olan ve sadece araştırmacının karşılaştığı bir nesnelliktir (aslında bu durum bile araştırmacının neleri göreceğini veya görebileceğini belirleyen bir dizi analitik kalıp ve kültürel pratik tarafından sınırlanmıştır) ama araştırmacı tercihlerini yaptığı andan itibaren kesinlikle öznel bir ortamın içine girilmiştir.


Bağlam-Nesne İlişkisi
Bunu aşmanın, çok daha nesnel bir ortam yaratmanın bir yolu bulunamaz mı? Bir aracının olduğu yerde (bir dönemin geçmişini farklı bir döneme, yani şimdiye taşıyan araştırmacı bir aracıdır) bunu tamamen aşmanın bir yolu yoktur ama bununla beraber, parça-bütün ilişkisinin dayattığı, araştırmacının ve hatta insanın dışında var olan bir ilişkiden bahsetmek mümkün gözüküyor. Bunu nesne-bağlam ilişkisi olarak adlandırabiliriz. Ne tür bir nesnenin ve buna uygun ne tür bir bağlamın anlatılacağının seçimi de sonuçta araştırmacıya ya da aracıya/aktarıcıya bağlı olsa da, hiçbir araştırmacı ve hatta hiçbir insan, bir nesnenin her zaman belli bir bağlam içinde var olduğu gerçeğinden kaçamaz. Bu ilişki tamamen insan algılamasının sonucu olabilir ama neticede meseleye insanın dünyası açısından baktığımızda, burada bahsedilen, her insana özgü bir durumdur. Her insan bir nesne gördüğünde aynı zamanda bir bağlam da algılar veya bir bağlam algıladığında bu bağlamın içinde nesneler de görür. Bütün tartışmamızda yaptığımız gibi, aynı anda birden çok bağlamın var olabileceğini ileri sürebiliriz. Bir köyün bağlamı bir ulus devletin bağlamından farklıdır ve bu şekilde bir bağlamlar hiyerarşisinden de bahsedebiliriz. Her insan durumunda, bilgisinin var ettiği sınırlar içinde bir bağlamlar hiyerarşisi söz konusudur ve bu hiyerarşiler dönemden döneme farklılık gösterebilir. Çünkü her dönemin insanının içinde yaşadığı dünya hakkındaki bilgisi farklıdır. Tunç çağı insanının dünyasının sınırları bizim dünyamızın sınırlarıyla çakışmadığını, o dönemde birbirinden habersiz birden fazla dünyanın olduğunu görüyoruz. Bugünün dünyasına 1500’lerden itibaren ulaşıldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla tunç çağı Akdenizlisinin kafasındaki bağlamlar hiyerarşisi, bizimkiyle karşılaştırıldığında çok daha ufak bir dünyayı temsil etmiştir.

Dünya tarihinin ne olduğunu nesne-bağlam ilişkisinden yola çıkarak daha iyi anlayabiliriz. Böylece parça-bütün ilişkisinde gördüğümüz, parçanın bütüne, bütünün de parçaya dönüşebilmesi durumundan uzaklaşmayı ve nispeten daha nesnel bir referans noktası oluşturmayı başarabiliriz. Dünya tarihçisinin hedefi her şeyden önce bu bağlamlar hiyerarşisini ve bazı durumlarda da heterarşisini çözmektir. Bu elbette ulaşılması hiç de kolay olmayan ve bir yığın öznel tercihin kurbanı olabilecek bir hedeftir. Muhtemelen hiçbir tarihçi hiçbir dönemin “asıl” hiyerarşisini çözemeyecektir. Geçmişi en küçük ayrıntısına kadar çözdüğümüzü varsaydığımızda bile bu sorun çözülemeyecektir. Çünkü bu sefer de geçmişte var olmuş bakış açıları arasından en doğrusunu tespit etmek gibi çözülmeyecek bir sorun söz konusudur. Örneğin MÖ 5. yüzyıl Akdeniz dünyasının bağlamlar hiyerarşisini çözmek istediğimizde, o dönemin ünlü tarihçisi Herodotos’un mu, yoksa o dönemin ortalama insanının bakış açısı mı doğru tercih olacaktır ve eğer yanıtımız ikincisiyse, ortalama insanı nasıl belirleyeceğiz? Görüldüğü gibi, bağlamlar hiyerarşisini tespit etmek hiç de kolay değildir ama diğer yandan, herhangi bir dönem için var olmuş olduğunu düşündüğümüz bağlamlar hiyerarşinin en üst noktasını belirlemek pek de zor değildir. Elbette burada da elimizdeki verilerle sınırlıyızdır ve bu durumda da araştırmacının neyi hiyerarşinin en üst noktası olarak gördüğü belirleyicidir. Fakat yine de söz konusu dönemdeki bağlamlar hiyerarşisinin sınırlarının en azından nerede bittiği konusunda bir fikrimiz olabilir ve bu şekilde o dönemin dünyalarını biraz daha kendilerinden yola çıkarak oluşturabilir ve dünya tarihçiliğini bugünün bağlamına göre anlatmaktan kurtulabiliriz. Sorunu basit bir örnekle biraz daha netleştirmeyi deneyecek olursak, bu yöntem sayesinde tunç çağı Troya’sını (Truva) bugünün haritalarıyla anlatmak yerine, o günün haritalarıyla anlatmaya başlayabiliriz (Troya, kendi döneminin coğrafi koşullarına göre deniz kıyısındaydı, bugünse karada kalmıştır).

Şu ana kadar yapılan tartışmayı toparlayacak olursak, bağlamlar hiyerarşisinin en üst noktasını saptamak, bir insanın kendisini parçası hissettiği en büyük bağlamı, en büyük dünyayı bulup çıkarmaktır. Her ne kadar bir hiyerarşinin sunduğu çeşitli bağlamlarda yapılması mümkünse de, dünya tarihçiliği en büyük bağlamın sınırlarını çizerek bu bağlamın içinde kalan nesneler arasındaki ilişkilere göre belirlediği çeşitli bütünlerin geçmişlerini anlatmaya, aktarmaya veya yeniden kurmaya çalışır. Bu noktada araştırmacıya yardımcı olabilecek bir başka araç daha vardır: Ağlar. Her dünya çeşitli ağlardan oluşur veya bunları oluşturur. Bunlar ekonomik ve teknolojik ağlar olabileceği gibi, kültürel, siyasi, dini ve benzeri türden ağlar da olabilir. Ağların her zaman bağlamlar kadar yayıldıklarını kabul edebiliriz; en geniş ağ aynı zamanda bilinenin de sınırlarını oluşturur.

1500’lerde Avrupalıların başlattıkları keşif hareketleri dünya tarihinin önemli dönüm noktalarından biridir. İlk defa yeryüzünün tüm kıtalarını kapsayan küresel ağlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ağlar küçülüp büyüyebilir ve nitekim dünya tarihinde bu dalgalanmaları temsil eden çeşitli dönüm noktaları görebiliriz. Bir başka değişiklik de ağların yoğunluklarında görülebilir. Burada yeni dünyalarla karşılaşmak söz konusu değildir, ama ağların yoğunluklarının artışı insanların üzerinde çeşitli değişikliklere yol açarak yepyeni dünyaların yaratılmasını sağlayabilir. Antikçağ, ortaçağ, modern çağ gibi adlar bu türden değişikliklerin sonucunda ortaya çıkmış veya algılanmış farklı dünyalara işaret ederler. Böylece aynı fiziksel sınırlar içinde çok farklı bağlamlarla karşılaşabiliriz. Dünya tarihçiliği bu dönüşümleri de dikkat almalıdır.

Özetleyecek olursak, dünya tarihçiliği bağlam tarihçiliği olarak düşünülmelidir. Nesnelerden çok bağlamları ortaya çıkarmaya çalışır ve nesnelerin geçirdiği değişiklikleri bağlamlarına göre anlatmaya çalışır. Bu tür tarihçilikte öncelik nesnelerin içinde bulunduğu bağlamın nasıl değiştiğinin veya nasıl çok uzun süre boyunca değişmediğinin anlatılmasındadır. Tarih boyunca görülen uzamsal ve zamansal süreklilikler ve kopukluklara bakarak araştırmacının tercihlerine göre belirlenmiş bir dönemde ve yerde kaç adet dünyanın var olduğu saptanır ve bu dünyalarda var olmuş birbirinden farklı sınırları (söz konusu olan sadece coğrafi sınırlar değildir; kültürel, sanatsal, dini ve benzeri her türlü sınır kastedilmektedir ama bunların en üstünde tüm bu sınırları kapsayan bilinen dünyanın sınırları, onun oluşturduğu bağlam vardır) temsil eden bağlamlara göre, araştırmacının tanımladığı bütünlerin öyküleri anlatılır.

Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, yaklaşık 1500’lerden itibaren şekillenmeye başlamış tek dünya bile aslında uzun bir süre tek bir dünya olmamıştır. Ekonomik ve teknolojik açıdan 1500’lerden kısa süre sonra tek bir dünyadan bahsetmek mümkünse de, özellikle kültürel konular açısından bakıldığında, tek bir dünya uzun bir süre belirmemiştir. Fakat bilinen fiziksel veya coğrafi dünyanın sınırları açısından bakıldığında, hiç olmazsa coğrafi tek bir bağlamdan bahsetmek mümkün gözükmektedir. Elbette tüm bu bağlamları dikkate almak çok karışık bir duruma yol açabilir. Tarih biraz da karmaşığı basitleştirme, daha baş edilebilir boyutlara dönüştürme faaliyetidir ama bu süreç içinde bir zamanlar var olmuş karmaşıklığın ve bununla birlikte gelen çeşitli belirsizlik alanlarının ortadan kalkacaklarını ve bu yüzden de “gerçekten yaşanılmış olan”ın yitirilebileceğini de unutmamak gerekir. Karmaşıklık belli bir noktadan sonra insan algılamasının sınırlarını zorlayabilir. Bu yüzden eninde sonunda çeşitli varsayımların yapılması zorunlu gözüküyor.

Bu çalışma da belli varsayımlar üzerine kurulmuştur. Temel varsayım MS 600’lerden itibaren ortaçağ olarak adlandırılan bir döneme geçildiğidir. Bu tarihten itibaren eski sınırların içinde yeni bir dünyanın veya dünyaların ortaya çıktığı kabul edilmiştir. Elbette tartışma bunu göstermeye çalışacaktır ama son kertede belirleyici olan yapılan varsayımdır. İkinci temel varsayımsa, bu geçiş sırasında yeryüzünün dört farklı ana coğrafi alan şeklinde incelenebileceği ve incelenmesi gerektiğidir. Bunları Afrasya (Afrika + Avrasya), Amerikalar, Okyanusya ve Avustralya şeklinde sıralayabiliriz. Her iki varsayımında bu çalışmada yapılan ölçek tercihinin sonucu olduğu söylenebilir. Ya da seçilen tercihin bu iki temel varsayıma yol açtığını ileri sürebiliriz. Farklı bir ölçekte bu varsayımlar geçersiz olacaktır.

Yorumlar