İşlevlerini yitirmiş değerlerde ısrar: Değer tapınımcılığı, değerlerimiz saplantısı



Şöyle bir haber çıktı gazetelerde birkaç hafta önce: “Öğrencilerin değer karmaşası yaşamamaları” için Pendik ilçesindeki okullarda kep ve cüppe giyilmesi yasaklandı.

Değer karmaşası… Arada kaynadı gitti bu haber ama biraz düşünecek olursak, asıl sorunumuz burada. Bu saplantımızda. Osmanlı’nın son döneminden beri geçmemiş hastalığımız   

Batı’dan teknolojisini, kurduğu veya geliştirdiği çeşitli sistemleri, örneğin eğitim sistemini, örneğin milliyetçilik, halk egemenliği gibi ideolojilerini, fikirlerini almakta bir sakınca görmüyoruz ama iş değerlere geldiğinde orada dur diyoruz. Osmanlı’nın son döneminden beri böyle bir mücadele veriyoruz. Nafile de olsa veriyoruz. Peki tam olarak ne bu kaybetmek istemediğimiz değerlerimiz?

Her sistem kendi değerlerini üretir. Ürettiği teknolojiye karşılık gelir bu değerler. Teknoloji, bir kültürün ürettiği materyal ve hizmetleri, ulaşmak istediği hedefleri ortaya çıkarmak için kullandığı ve geliştirdiği teknik, yöntem ve sistemlerin tamamıdır. Yani sadece örneğin bir telefon değil, bu telefonu kullanmak için üretilen iletişim sistemi de teknolojiye girer. Bu açıdan bakıldığında değerlerin çoğu da, yöntem ve davranış kalıpları, yani kültürel sistemler de teknoloji dediğimiz fenomenin parçasıdır, bir teknoloji türüdür. Bu yüzden nafile bir uğraştır sözde bir teknoloji-değerler karşıtlığı, ayrımı icat etmek.

Aslında burada yapılan, belli teknolojileri seçerken belli teknolojileri de seçmemektir. Oysa bunlar birbirlerini tamamladıklarından, birini almak sonuçta diğerini de dayatacaktır. Telefonu alırken bu tür iletişimi mümkün kılan fiziksel sistem dışarıda tutulamaz ve bu sistem alınırken bununla beraber gelecek davranış kalıpları ve dolayısıyla yeni “değerler” engellenemez. Gerçi elbette engellenir ama bu ancak yasakların getirilmesiyle olur. Yani örneğin twitter denen sosyal iletişim sistemi alınırken bunun ortaya çıkaracağı insan tipine izin verilmemesi düşünülemez. Bu, yeni teknolojinin doğal sonucu olarak ortaya çıkacaktır ve ancak yasaklarla engellenebilecektir. 

 İki farklı sistem, iki farklı kültür birbirleriyle karşılaştıklarında, ki bu, dünya tarihinde sık sık olmuştur, değerler arasında da bir rekabet başlar. Kişi zaman içinde daha avantajlı, onu diğerleri karşısında hem maddi hem de manevi açıdan daha başarılı kılan değerlere yönelir. Osmanlı dünyası da, Müslüman’ıyla, Hıristiyan’ıyla, bu durumla karşılaşmıştır. Kendisini sadece Avrupa’nın, Batı’nın teknolojisinin bir kısmını, bilgisayar diliyle konuşacaksak, donanımı almakla sınırlamak istemiş, yazılımı reddetmiştir. Ama bir kez seçilen teknoloji etkilerini Osmanlı dünyasında hissettirmeye başladığında, insanlar bu yabancı dünyanın değerlerini, yani seçilen teknolojinin dışındaki teknolojileri, yani yazılımları, davranış kalıplarını da benimsemeye başlamıştır.

Başarı derken meseleyi sadece maddiyatla ilişkilendirmemeliyiz. İnsanlar için prestij, toplum içindeki konumları da çok önemlidir. Yeni teknolojiler insanların toplumsal konumlarını da etkiler, bunlar üzerinde olumlu veya olumsuz değişikliklerde bulunur. Modern çağ Osmanlı dünyasında da böyle bir sürece yol açmış, toplumsal ilişkileri, yani sınıf ilişkilerini, toplumsal rol ve konumları değiştirmeye başlamıştı. Osmanlı dünyasının değerleri süratle cazibesini yitirmeye başlamıştı. Müslümanlar kadar Hıristiyan ve Yahudi topluluklar da aynı sürecin içindeydi ama Osmanlı dünyasının milletler, yani dini gruplar arasında eşitsizliğe dayanan yapısı bu gruplar arasında farklı tercihlere yol açacaktı. Müslümanlardan daha aşağı konumda olan Hıristiyan ve Yahudi topluluklar bu süreci muhtemelen kendi konumlarını yükseltecek bir fırsat olarak görmüştü. Müslümanlar için tercih edilmeyen etkiler başlatmış olan bu süreç Hıristiyanlar ve kısmen de Yahudiler için çok daha olumlu sonuçlar doğurmaktaydı. Tabii bu tercihlerinin yirminci yüzyılın hemen başında, toplumda baskın konumda olan Müslüman kesimin sert tepkisiyle karşılaştığını da burada belirtmek gerekiyor. Bedeli bu topluluklar için ağır oldu. Müslüman kesim arasında da bu süreci daha olumlu bulmuş ve dolayısıyla da modern yaşamın getirdiği yeni teknolojiler doğrultusunda değişmeye başlamış olanlar da yok değildi.

Osmanlı dünyasına nasıl bakarsak bakalım, bu sistemi ne kadar güzelleştirmeye çalışırsak çalışalım, Osmanlı dünyası sonuçta ayrımcı bir dünyaydı; toplumsal ilişkilerinin en tepesinde Müslümanlar vardı. Osmanlı’nın “makbul” bireyi Müslüman bireydi, Müslümanlık tercih edilen, baskın ve başat değerdi. Toplumda en prestijli konum, varlıklı Müslüman olmaktı ve bu yeni süreçte tehdit altında olan tam da buydu. Modern yaşam bir yandan varlık ilişkilerini değiştirmekteydi, yani “ayaklar baş olmaktaydı.” Diğer yandan Müslüman olmak eski prestijini yitirmekteydi. Ama meseleyi sadece İslam’ın konumu olarak ele alırsak, tablonun tamamını görmemiş oluruz. Osmanlı dünyası aynı zamanda binlerce yıldır varlığını sürdürmekte olan erkek egemen, ataerkil veya pederşahi, bireyi arka plana atan, hatta ezen, topluluğu, cemaati, tek bir egemenin bir baba misali en tepede durduğu model şeklinde öne çıkaran, insanları makbul ve makbul olmayanlar anlamında ayıran bir dünyaydı; davranış kalıpları ve değerleri böyle bir dünyanın uzantısıydı. Yeni süreç bu dünyayı tehdit etmekteydi. Bu toprakların dinleri, bu davranış kalıp ve değerleri üzerinde yükselmiş, bunlarla kaynaşmıştı; bunları yansıtmaktaydı. Dolayısıyla dinlerin de altında var olan, toplumun temel nitelliklerini şekillendiren bir genel çerçeveden bahsediyoruz. Özellikle Müslüman kesimin ve bir ölçüde, en azından ilk başta, Hıristiyan ve Yahudi kesimlerin bırakmak, terk etmek istemedikleri bu çerçeveydi.

Kemalist devrim bu anlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı’nın içine düştüğü bu sorunu Batı’nın değerlerinin kısmi anlamda benimsenmesi şeklinde çözmeye çalışmıştır. Batı’nın yaşam tarzıyla ilgili teknolojilerinin bir kısmını benimseyerek Osmanlı’yı, mirası Türkiye şeklinde sürdürmeyi denemiştir. Ama Kemalist proje de kendisini daha yüzeysel değerlerle, “işine gelen” değerlerle sınırlamıştır ve en önemlisi de yukarıda bahsedilen erkek egemen, pederşahi, bireyi arka planda bırakan tek adamcı, makbul-makbul olmayan yurttaş ilkesini benimsemiş topluluk çerçevesine, yani bu toprakların kurucu felsefesine büyük ölçüde dokunmamayı, bunu sadece başka bir biçime dönüştürmeyi seçmiştir. Kıyafet, şapka, yeni alfabe, ölçü sistemi ve benzeri değişiklikler olmuşsa da temel çerçeve olduğu gibi bırakılmıştır. Yine sınırlı teknoloji transferiyle gün kurtarılmaya çalışılmıştır. Bugünse kendimizi Kemalist projenin bu kısmi değişikliklerini bile reddeden, eski formüle geri dönmeye çalışan yeni bir projeyle karşı karşıyayız.  

Kendisi değer üreten sistemlerin, kültürlerin genellikle değer karmaşası yaşama korkuları olmaz. Bu sorun, toplum tarafından tercih edilir değerler üretemeyen sistemlerin derdidir. Türkiye’deki durum tam da budur. Ağırlıklı olarak muhafazakâr kesim tarafından sürdürülmeye çalışılan bu kültürel yapı, bu yaşam teknolojileri, her ne kadar bir zamanlar tercih edilen değerler üretmiş ve bunlar yüzlerce yıl varlıklarını sürdürmüşlerse de, günümüz dünyasında bu işlevlerini büyük ölçüde yitirmişlerdir. Tam burada muhafazakâr kesim terimini biraz açmak gerekiyor. Bugün Türkiye’de var olan mücadele daha ziyade farklı muhafazakârlık projeleri, Osmanlı’dan beri gelen ana çerçeveyi farklı şekillerde korumaya, muhafaza etmeye çalışan projeler, Kemalist ve İslamcı projeler arasındadır. Her ikisi de aslında muhafazakâr projelerdir. İki projenin de değer karmaşası kavgası, saplantısı vardır ve her ikisi de artık işlevini yitirmiş bir yapıyı sürmeye çalışmaktadır. Türkiye’deki siyasi mücadele ağırlıklı olarak bu iki muhafazakâr grup arasında olduğundan, kendi içlerinden bakıldığında bir taraf daha az muhafazakâr, daha “çağdaş” olarak adlandırılıyor. Oysa eğer dinin altındaki, ona da şekil vermiş ana yapıya, çerçeveye inersek, henüz ortada pek de öyle muhafazakârlık karşıtı, çağdaş nitelendirilebilecek bir tartışma olmadığı görülecektir.

Hâlâ ısrarla sürdürülmeye çalışılan bu zamanı geçmiş yaşam teknolojilerimizde sorun olduğunu görmediğimiz sürece, değer karmaşası tartışması, kimlik bunalımız varlığını sürdürecek gibi gözüküyor. Kimlik ve değerler ilk bakışta önemli bir şey gibi gözükse de, eğer bunlar çok fazla ortaya çıkıyor, çok fazla tartışılıyorsa, aslında o değerler ve kimlikler çoktan işlevlerini yitirmiştir. Kendilerinden sürekli bahsediliyor, sürekli hatırlatılmaları gerekiyorsa, çoktan ölmüşlerdir, kendilerini üretme yeteneklerini yitirmişlerdir. Değerler, toplumsal yaşam içinde kendilerinden ortaya çıkarak insanları yönlendirir, hatırlatılmaları gerekmez ama eğer insanlar kendilerini yönlendirecek değerleri ayakta durmaya çalışıyorlarsa, sürekli hatırlatmak zorunda kalıyorlarsa, o zaman bir şeyler ters gidiyor demektir. O değerler ömürlerini tamamlamıştır. Aksi takdirde o değerler zaten hiçbir desteğe ihtiyaç duymadan varlıklarını sürdürüyor olmalıdırlar. Bu durumda iki seçenek vardır. Ya toplumda ortaya çıkan yeni değerlere yaşam alanı tanınacak, süreç kendi akışına bırakacak, suyun akacağı kendi yatağını yaratmasına izin verilecek ya da her şeye rağmen, çeşitli baskılarla eski değerler yaşatılmaya çalışacaktır.


Yorumlar