Anadolu’nun Hint-Avrupa Geçmişiyle Ne yapıyoruz, Ne Yapmalıyız?
Yeni bir toplum
yaratılırken veya ortaya çıkarken en önemli konulardan biri de tarihtir, o
toplumun kendisine bir geçmiş yaratmasıdır. Var olan bir geçmişin ortaya
çıkarılmasından bahsetmiyorum. Ortaya çıkarılması gereken bir geçmiş elbette
vardır. Ama bu geçmiş her zaman bir bulamaç şeklindedir, neyin ne olduğu çoğu
kez, hatta her zaman belirsizdir. Çeşitli kültürel, toplumsal ve siyasi
katmanlar, olaylar karmakarışık bir haldedir. Tarihçiler bu bulamaçtan, tarih
adını verdiğimiz anlamlı bir öykü, bir anlatı çıkartırlar ve bu öykü her zaman
söz konusu toplumun o günkü öncelik ve beklentilerinden oluşur. Söz
konusu bulamaç, bu öncelik ve beklentilere göre bir süzgeçten geçirilir, bir
seçim sürecinden geçer. Dolayısıyla, geçmiş hiçbir zaman her şeyiyle birlikte
çıkmaz karşımıza, bazı katmanlar dışarıda bırakılır, bazısı da değiştirilerek
yeniden kullanıma sokulur.
Anadolu’nun
geçmişi de bu süreçten fazlasıyla nasibini almıştır. Kendisine yeni bir geçmiş
tasarlamaya, kurgulamaya çalışan yeni Türkiye Cumhuriyeti her yeni toplum gibi
kendisine yeni bir tarih yaratmaya girişmiştir. İlk aşamada Osmanlı geçmişinden
kopmak istemiş ve bu amaçla bir yandan üzerinde bulunulan toprakların geçmişine
inerek o geçmişte var olmuş toplumlarla çeşitli kültürel bağlar kurmaya
çalışmıştır. Bir yandan da, kendilerinin dışarıdan geldiklerini kabul eden bu
toplumun bazı üyeleri, Anadolu’nun dışında var olan bir ana yerle tarihsel
bağlantılar kurmaya çalışmıştır. Bu süreç sırasında ilginç tarihsel kurgular
ortaya çıkarılmış, Hititler ve Sümerler ile Orta Asya Türk toplulukları
arasında bağlar olduğu iddia edilmiştir.
Her ne kadar bu
teorilerde ısrar edenler hâlâ varsa da, bunlar artık büyük ölçüde geçmişte
kalmıştır. Ama Anadolu’nun geçmişi, bu geçmişin nasıl bir tarihe dönüştürülmesi
gerektiği, bugün bu topraklarda yaşayan insanların Anadolu’nun geçmişine nasıl
dahil edilebilecekleri meselesi hâlâ önümüzde önemli ve zor bir proje olarak
durmaktadır.
Zorluğun ana kaynağı,
insanlar, yani günümüzün popüler terminolojisiyle halklar arasında, milliyetçi
değerler doğrultusunda katı sınırlar oluşturmamızdır. Biz ve onlar düşüncesinin
kök salmış olmasıdır. Bu öyle bir düşüncedir ki, bizden onlara herhangi bir
akışa, kaymaya, kaynaşmaya izin vermez; bu ikisi adeta sanki çok farklı
dünyalara aitmişçesine birbirlerinin karşısında durur. Yaklaşım böyle olunca,
ele alınan geçmiş de ortak bir geçmiş olmaktan çıkıp katmanların biz ve onlar
arasında paylaştırıldığı bir geçmişe dönüşür. Bir kültürel katman bizim
olurken, diğeri de onların kabul edilir ve böylece aradaki bağlar kopartılır,
birbirine geçmişlikler göz ardı edilerek halkların, toplulukların aralarına
kalın duvarlar örülür.
Örneğin, her ne
kadar hem Bizans hem de Osmanlı Anadolu’nun geçmişine aitseler de, Anadolu’nun
bugünkü sakinleri Osmanlı’yı kucaklarken Bizans’ı dışlarlar. Ya da aynı duruma
Helenler/Yunanlılar ile mesela Karyalılar, Luviler veya Hititler arasında da
rastlanır. Helenler, muhtemelen Yunanlı olmalarından dolayı, dışarıdan gelmiş
görülürken, diğerleri bu toprakların “öz halkları” olarak kabul edilir. Oysa
konuştukları diller açısından bakıldığında, bu toplulukların hepsi Hint-Avrupa
dilleri konuşmaktadır ve dolayısıyla da kültürel açıdan akrabadırlar.
Karca, Luvice ve
Hititçe Hint-Avrupa dil ailesinin Anadolu koluna ait dillerken, çeşitli
diyalektleriyle Yunanca aynı dil ailesinin kendi adıyla anılan kolunu
oluşturmaktadır. Benzer şekilde bugün hâlâ konuşulan çeşitli diyalektleriyle
Kürtçe ve Ermenice de Hint-Avrupa dilleridir. Neredeyse MÖ 2000 tarihlerinden
itibaren (daha erken de olabilir) Anadolu’da arka arkaya belirmiş bu diller,
Anadolu’nun geçmişinde önemli bir Hint-Avrupa katmanına işaret etmektedir. Ama
bu katman parçalara ayrılarak, bir kısmı dışarıda bırakılırken diğer kısmı
Anadolulu kabul edilerek ele alınmamalıdır. Hitit ne kadar Anadolulu oluyorsa,
Yunan veya Ermeni de Anadoluludur, eğer Anadolu’nun sınırlarını bugün
yaptığımız şekilde belirlemeye devam edeceksek.
Sonuç olarak
Anadolu’nun geçmişinde bugüne kadar gelen bir Hint-Avrupa katmanı mevcuttur. Bu
katmanın epey güçlü olduğu uzun bir dönem var. Tabii burada çok dikkatli olmak
gerekiyor. Her ne kadar bu Hint-Avrupalıların bu topraklara kültürel anlamda
illaki bir katkıları olmuşsa da, onlardan önce burada yaşayan kültürlerin
tamamen ortadan kalktığını da düşünmemeliyiz. Aksine, Hint-Avrupalılar bazı
temel katkılar dışında büyük ölçüde asimile olmuş da olabilirler ama sadece
dillerinin konuşulması bile önemli bir kültürel katkı olarak kabul edilmeli ki,
din alanını da unutmamak gerekiyor. Bu tartışmayı son bir cümleyle
sonlandıracak olursak, herhangi bir Anadolu tarihi kesinlikle bir Hint-Avrupa
bölümü de içermek zorundadır ama bunu, bu grupları dışarıdan gelenler ve buralılar
şeklinde, daha çok bugünün milliyetçi etnik zihniyetini yansıtan bir anlayışla
yapmaktan kaçınmalıyız.
Timuçin Binder
…
Yorumlar
Yorum Gönder