Türk/Oğuzların Roma/Bizansla Karşılaşması
Gelenler ve Yerel ile Evrenselin Çatışması.
Türk toplulukları Roma-Bizans siyasi varlığıyla Malazgirt’ten çok önce karşılaşmıştır. Türk İmparatorluğu veya Konfederasyonu’nun Roma-Bizans’la altıncı yüzyıldan itibaren ilişkide olduğunu biliyoruz. Yedinci yüzyılda Roma-Bizans imparatoru Heraklius Türk ordularının yardımına başvurarak Sasanileri yenilgiye uğratmıştır. Diğer yandan Balkan sınırlarında var olmuş Türkçe konuşan çeşitli bozkır topluluklarıyla (Bulgarlar, Peçenekler, Kıpçaklar, Uzlar) da ilişki halinde olmuştur. Uzlarla Oğuzların aynı topluluğu temsil ettikleri düşünülmektedir. Roma-Bizans bu gruplarla çoğu zaman savaş halinde olmakla beraber, hem bu topluluklardan bireyleri veya grupları ordularında kullanmış hem de bu grupları zaman zaman topraklarına yerleşmiştir. Sayıca her zaman az olmuş bu gruplar ve bireyler kısa zamanda asimile olmuş, kimliklerini yitirmiştir.
Roma-Bizans’ın Türk topluluklarıyla karşılaşması bir de Arap orduları aracılığıyla olmuştur. Arap ordularında savaşan Türk asker ve komutanlar özellikle Roma-Bizans’ın Ermenilerden oluşan doğu topraklarına düzenlenen akınlarda yer almıştır.
Roma-Bizans devletinin ve imparatorluğun Türklerle çatışan iki büyük siyasi yapı şeklinde karşılaşmasıysa Selçuklu döneminde olmuştur. Bu dönemde Türkler Anadolu’ya üç farklı biçimde gelmiştir: Göçebe gruplar (Türkmenler), Gaziler, Selçuklu Devleti. Burada aynı anda sosyolojik açıdan da farklı üç grup tipi söz konusudur. Buradaki farklılığın daha çok siyasi düzeyde olduğu söylenebilir ama diğer yandan iki ayrı düzeyde mevcut olan bazı farklılıklar da söz konusudur. Bunlardan bir tanesi din boyuttur. Her ne kadar çok fazla tartışılmasa da, gelenlerin ne kadar dindar, hatta Müslüman oldukları kesin bir şekilde belirlenmemiştir. Çoğu kez gazilerin gazi oldukları için Müslüman olmaları, hatta dindar Müslümanlar olmaları gerektiği öne sürülürken, Türkmenlerin ne kadarının bu topraklara Müslüman olarak geldiği veya ne kadarının ortodoks yapının arzuladığı biçimde Müslüman olduğu hâlâ tartışmaya açık bir konudur. Bu Türkmen toplulukların bir kısmı Müslümanlığı kendi eski Şamanist gelenekleriyle karıştırırken, bir kısmının da (bunların arasında Osmanlıların kurucusu Osman Gazi de vardır) Anadolu’ya geldiklerinde Müslüman olmadığı iddia edilmiştir. Diğer yandan Anadolu’ya gelen Müslüman Türk toplulukların neredeyse hepsinin İran üzerinden ve İslam’ın bu bölgede şekillenmiş biçimleri aracılığıyla Müslümanlığa geçmiş olduklarını dikkate almak gerekmektedir. İran üzerinden kabul edilen İslam, bu bölgede ortaya çıkmış Sufi akımlardan oldukça etkilenmiştir. Son olarak da Anadolu’ya 11. yüzyılda gelen Türk topluluklarının, özellikle göçebe olanların uzun bir İslam toplumu deneyiminden geçmeden bu topraklara gelmiş olduğunu da unutmamalıyız. Diğer boyutsa medeniyet düzeyinde var olan yerleşiklik-göçebelik karşıtlığıdır. Tüm Türk topluluklarının göçebe olarak geldiğini düşünmemeliyiz. Bunların bir kısmı, özellikle Gaziler ve Selçuklu yerleşik gelenekten, bu geleneğin içinde geçirdikleri çeşitli derecelerdeki deneyimler tarafından yoğrulmuş bir şekilde gelmiştir. Göçebeler bozkır kökenli kültürlerini Anadolu’ya taşırken, Gaziler ve Selçuklu genelde İslam medeniyeti olarak kabul edilen Müslüman Ortadoğu (ağırlıklı olarak Farsi) medeniyet formasyonunun üyeleri olarak gelmişlerdir. Doğaları gereği medeniyetle (yerleşiklikle) ilgilenmeyen göçebe grupların bir kısmı burada yerleşik gruplarla çatışma içine girerken, bir kısmı da içinde bulundukları koşullardan ötürü yerleşik düzene geçmeye başlamıştır.
Tekrar yukarıda vermiş olduğumuz siyasi boyuttaki üçlü ayrıma dönecek olursak, burada en ciddi çelişkinin yerel-evrensel karşıtlığında biçimlenen egemenlik mücadelesinde ortaya çıktığını görürüz. Göçebe gruplar daha çok yerelde egemenlik oluşturma iddiaları olan gruplardır. En önemli kaygıları otlaklardır ve ancak gerekli miktarda otlağa sahip olmalarını sağlayacak bir egemenlik projesiyle tatmin olmaktadırlar. İslam monarşisi modelini benimsemiş Selçuk ailesiyse daha ziyade bir devlet oluşturma amacını gütmektedir. Bu yerelin ötesine geçen daha evrensel boyutta düşünülen bir projedir. Burada iki farklı gelenek söz konusudur. Göçebe boyunun yerelde, yani sürülerinin gerektirdiği otlakla sınırlanan yerelde egemenlik kurma, yani il tutma amacını (göçebede siyasetinin boyutu budur), ideolojisini reddetmiş olan Selçuklu Oğuz diyarını terk ederek İslam diyarına girmiştir. Selçuklu başından beri yerleşik dünyada bir monarşi oluşturma çabasındadır. Selçuklunun bu geçişi neden yaptığı konusu hâlâ tartışılacak ve muhtemelen hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek bir konudur. Bununla beraber Selçuklunun yaptığı sıçramanın bir yandan göçebe dünyadan yerleşik dünyaya, bir yandan da yereli bırakarak daha evrensel hedefler arzulayan bir zihniyete geçişi temsil ettiğini bildiğimizi söyleyebiliriz. Selçuklu aynı zamanda liderliğini yaptığı boyu da dönüştürmüştür. Bu boyu il tutmaya çabalayan bir boy olmaktan çıkarıp iktidar mücadelesinde kullanılan bir savaşçı güce dönüştürmüştür. Bu savaşçı güç sayesinde kendisine İslam dünyasında bir yer ve daha sonra da bir monarşi edinmiştir. Bu süreç içinde Selçuklu önemli bir geleneğe de ciddi bir darbe vurmuştur. Orhun Yazıtları’nda gördüğümüz aristokrat geleneği, iktidarın meşruiyetini aristokrat bir aileye, bir boya, yani ak buduna bağlama (Aşina klanına) ilkesini de böylece reddetmiştir. Bu yaklaşımın son temsilcisinin Karahanlılar olduğu söylenebilir. Bundan sonra Selçuklunun savaşçı boy veya Gaznelilerin paralı asker modeli geçerli olacaktır. Yani meşruiyeti aristokrat bir boya dayandırma çabası (Cengiz sonrası Orta Asya ve İç Asya süreçleri hariç) tamamen ortadan kalkacak, yeterli savaşçı gücü bir boy veya paralı asker grubu halinde elde eden herkes iktidara talip olabilecektir.
Selçuklunun hedefi belli sınırlar içinde evrensel ve merkezi bir devlet otoritesi oluşturmaya çalışmak olurken, göçebe grupların derdi çeşitli nedenlerle terk etmek zorunda kaldıkları illerin yerine yenilerini bulmak, yani Anadolu’da veya Anadolu’yu il tutmaktır. Bozkır göçebe dünyasında il kavramını iki şekilde tanımlamak mümkündür; daha doğrusu bu kavram iki farklı kullanım şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Bunlardan bir tanesi obanın veya oğuşun bir üstünde yer alan barışçıl ilişkilerin egemen olduğu grup anlamındadır, diğeriyse boylar konfederasyonu anlamına gelen siyasi yapı, yani Orhun Yazıtları’nda karşımıza çıkan konfederasyondur. İl tutmaktan kasıt her ikisi de olabilir. Fakat biraz önde değinilmiş yerel tartışmasının nesnesi, oba, oğuş veya oymağın üstünde var olan barışçıl ilişkilerden oluşan gruptur. Göçebenin il tutması bu barışçıl ilişkilerin hâkim olduğu grubu yaratmak anlamında anlaşılabilir ama çoğu zaman ikinci anlamdaki il de işin içine karışabilir. Çünkü göçebenin il tutması çoğu zaman merkezi iktidarın kendi otoritesini kendi yerelinin dışına taşıması, daha evrensel bir iktidar oluşturma amacıyla çatışır. Bu durumda göçebe, bozkırın konfederasyonları misali ittifaklar oluşturma yoluna gidebilir.
Yerele ve boya öncelik vermesi açısından baktığımızda, göçebe hiçbir zaman devletleşme gayesine sahip değildir. Onun ulaşacağı en yüksek düzey il veya boylar federasyonudur. En fazla bir bodun olabilir. Herhangi bir göçebe konfederasyonunun bir devlet gibi gözükmeye ve davranmaya başladığı anlar nadirdir ve ancak yerleşiklerin yönetime katılmasıyla mümkündür. Bu tür oluşumlar istinasız bir şekilde karizmatik şeflerin ve boyları bir araya getirecek çıkarların varlığına bağlıdır.
Göçebeden bahsederken, Anadolu’ya Türklerin gelişi bağlamında Türkmenler meselesine de değinmek gerekmektedir. Kimdir Türkmenler? Türkçe konuşan bir bireyin Türkmen olarak adlandırdığı kimdir? Hem Türkmen hem de Türk teriminin bugün çağrıştırdığından farklı çok özel bir anlamı da olmuştur. Bu dönemde Türkçe konuşan bireyler veya Müslümanlar rahatlıkla bazı birey ve grupları Türkmen ve Türk olarak tanımlamış ve bunları küçümsemiştir. Türk ve Türkmen (ama farklı bir şekilde) Anadolu’da yerleşik dünyanın “öteki”sini oluşturmuştur. Tabii tek öteki Türk veya Türkmen değildir. Göçebenin ötekisi de yerleşikler olurken, hem Hıristiyan’ın hem de Müslüman’ın ötekisi kâfir olarak adlandırdığı diğer dinden olandır. Fakat bu ötekiler dünyasında etnik anlamda bir ötekileştirme göremeyiz. Yani etnik anlamda düşmanlıklar söz konusu değildir. Ötekileştirmelere dayanan düşmanlıkların kaynağı genellikle dinsel veya bölgesel düşmanlıklar ya da yerleşiklerle göçebeler arasındaki çatışmadır. Fakat tarih genellikle yerleşiklere ait bir uğraş olduğundan, genelde göçebenin bakış açısını yansıtan kaynaklar ne yazık ki mevcut değildir.
Gelelim Anadolu’daki ötekilerden birini oluşturmuş Türkmen’in öyküsüne. Türkmen terimi Anadolu öncesine dayanır. Arap kaynaklarında Oğuz (Ghuzz) terimine ilk kez Baladuri’de (820-821) rastlıyoruz. Bundan bir yüzyıldan biraz fazla bir süre sonra, onuncu yüzyılın ikinci yarısında da Türkmen terimiyle karşılaşıyoruz (al-Mukadassi). Türkmen teriminin nasıl ortaya çıktığı ve ne anlama geldiği konusunda çeşitli teorilere sahibiz ama bunların hangisinin gerçek hikâyeyi yansıttığı konusunda kesin bir sonuca ulaşmış değiliz. Bu teorilerden birine göre, Türkmen (Türk manand) kelimesi Türke benzeyen anlamına gelmektedir ve İranlılarla karışmış Türkçe konuşanları tanımlamak içindir. Bu açıklamaya Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugat-it Türk’ünde rastlıyoruz. Diğer teoriye Osmanlı tarihçisi Neşri’de rastlıyoruz ve burada bu sözcüğün Müslüman Türk’ü (Türk iman) diğer hemcinslerinden ayırmak için kullanıldığı belirtiliyor. Son olarak da ben Türküm (Türk men) olarak kullanıldığını iddia eden teori bulunmaktadır. Türkmen’in ne anlama geldiği konusundaki tartışma büyük olasılıkla bir sonuca bağlanamayacak ama bu grubun Oğuzlardan geldiğini ve onuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığını biliyoruz. Bu dönemden itibaren Oğuz yerine Türkmen’in kullanıldığını görüyoruz. Bu terimin aynı anda hem Müslüman Türk hem de İranlılarla karışmış Türk anlamında kullanıldığını da düşünmek mümkün. Üstelik benzer bir kullanımın olduğunu örneğin Tacik (Müslüman veya Araplaşmış İranlı) teriminde görüyoruz. Benzer şekilde kullanılmış Kıpçak ve Tatar kelimeleri de mevcuttur. Bu veriler ışığında Türkmen teriminin de aynı şekilde ortaya çıktığını düşünmek ve dolayısıyla bu insanların Müslüman ve/veya İranlılarla karışmış Oğuzlar olarak görüldüğünü iddia etmek mümkün gözükmektedir.
Siyasi boyuttaki üçlü ayrımın son ayağı olan Gazilere geldiğimizde bir kez daha epey farklı bir grupla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Gazilik doğrudan Müslümanlıkla ilişkili bir kavramdır. Her ne kadar gazaya, yani akına, savaşa giden anlamına geliyor olsa da, bu din adına yapılan bir savaştır. Fakat Müslümanların birbiriyle savaşması en azından teorik açıdan mümkün olmadığından, aslında zaten tek bir savaş türü vardır: Din adına yapılan savaş. Demek ki aslında savaşçı veya akıncı olarak anlaşılması gereken gazi terimi, İslamiyet’le birlikte din savaşçısı anlamına bürünmüştür. Bununla beraber gazilik sıkı bir şekilde kazanç sağlamayla da ilişkilendirilmiş bir kavram ve pratiktir. Gazi aynı zamanda yağmayla, yani ganimetle de ilgilenir. Ganimetsiz gaza söz konusu değildir ama bu düzensiz bir yağma faaliyeti de değildir. Yağmanın kuralları vardır ama en önemlisi dinsizlere, yani kâfirlere karşı düzenlenir.
İlk gazi gruplarının Bozkır sınırında, Orta Asya bölgesinde ortaya çıktığı iddia edilse de, aynı anda Bizans sınırında da ortaya çıktığını düşünmememiz için bir sebep yoktur. Orta Asya sınırında örgütlenmiş gazilerin hedefi dinsiz Türkler olmuştur. Kalelere yerleşmiş savaşçı gruplar halinde örgütlenmiş gaziler Türklerin (ve tabi İranlıların da) bulunduğu topraklara akınlar düzenlemiş, buralardan köle ve ganimetle dönmüştür. Türklerin müslümanlaşmasıyla işlevini yitirmeye başlamış gaziler bulundukları yöredeki halkın başına dert olmaya başlayacaktır. Çözüm gazilere başka alanlar bulmaktır. Bu alan Anadolu olur. Fakat bu noktada konuyu yağmacılık açısından düşünmek daha yararlı gözükmektedir. Çünkü Bizans sınırlarına atılmaya çalışılan bir anlamda işlevini yitirmiş ve bu yüzden bulunduğu topluma zararlı olmaya başlamış yağmacılık faaliyetidir. Bu yağmacılık faaliyetini yürütenlerin ne kadar İslam dinine bağlı oldukları hâlâ tartışma konusudur. Farklı bir açıdan bakınca, bir uç bölgesi (gaziler uçlarda faaliyet gösterir) yağmacılık işlevini yitirmiş ve bu yüzden de uç bölgesi faaliyetlerinde bulunanların ve diretenlerin başka uçlar araması gerekmiştir. Benzer bir durum Türkmen göçebe toplulukları için de söz konusudur ama burada sorun bu kişilere yağma yapılacak alan kalmamış olması değildir. Türkmenlerin ana sorunu otlaklardır ve gittikleri yerde bu otlakları ya yerleşiklerin ya da diğer göçebe toplulukların ellerinden almaları gerekmektedir. Bu çatışmaların sonu yağmalarla sonuçlanabilmektedir. Bir göçebe topluluğunun var olabilmesi için sürü olarak kabul edilen bir hayvan grubuna dair belli bir sınırı geçmesi ya da minimum bir sayıyı koruması gerekmektedir. Bunun sağlanamaması göçebeyi zora sokar; var olabilmesi için başka yolara başvurması gerekir ki yağma bu yollardan biridir. Müslüman bölgelerine göç etmeye başlayan (veya göç ederken) Müslümanlaşmış Oğuzların veya yeni adlarıyla Türkmenlerin yerleşikler için oluşturdukları en büyük sorun bu olur. Özellikle Kuzey Irak bölgesinde merkezi otoritenin başına dert olurlar.
Tekrar gazilere geri dönecek olursak, bu bireyler için siyasi açıdan söyleyebileceğimiz son nokta, gazilerin de göçebeler gibi yerelle daha ilişkili olduklarıdır. Gaziler yağma peşinde koşan ve bunu İslamı yaymayla birleştiren savaşçı gruplardır. Evrensellik ancak eylemin felsefesinde mevcuttur: İslamı her yere yaymak. Fakat siyasi anlamda söz konusu olan evrenselleşmeye çalışan siyasi bir yapı oluşturmak değildir. Akınlardan sonra elde edilen yağmanın paylaşımında bile, gaziler çok ortaklı bir şirketi andırmaktadır. Katılım seçimledir ve ganimet eşit şekilde pay edilir. Bu açıdan bakınca gaziler göçebelerden çok da farklı değildir. Onlar için de konfederasyonlar biçiminde akınlar söz konusudur ama merkezi bir monarşi gündemde değildir. Buna rağmen yerel egemenliğin peşinde koşan veya yerelleşmenin norm haline geldiği bir dünyada faaliyet gösteren bu gazi ve Türkmen grupları arasından evrensel bir iktidar kurmayı başaracak Osmanlı çıkacaktır ama bunun gerçekleşmesi için iki yüz elli yılın geçmesi gerekecektir.
Türk toplulukları Roma-Bizans siyasi varlığıyla Malazgirt’ten çok önce karşılaşmıştır. Türk İmparatorluğu veya Konfederasyonu’nun Roma-Bizans’la altıncı yüzyıldan itibaren ilişkide olduğunu biliyoruz. Yedinci yüzyılda Roma-Bizans imparatoru Heraklius Türk ordularının yardımına başvurarak Sasanileri yenilgiye uğratmıştır. Diğer yandan Balkan sınırlarında var olmuş Türkçe konuşan çeşitli bozkır topluluklarıyla (Bulgarlar, Peçenekler, Kıpçaklar, Uzlar) da ilişki halinde olmuştur. Uzlarla Oğuzların aynı topluluğu temsil ettikleri düşünülmektedir. Roma-Bizans bu gruplarla çoğu zaman savaş halinde olmakla beraber, hem bu topluluklardan bireyleri veya grupları ordularında kullanmış hem de bu grupları zaman zaman topraklarına yerleşmiştir. Sayıca her zaman az olmuş bu gruplar ve bireyler kısa zamanda asimile olmuş, kimliklerini yitirmiştir.
Roma-Bizans’ın Türk topluluklarıyla karşılaşması bir de Arap orduları aracılığıyla olmuştur. Arap ordularında savaşan Türk asker ve komutanlar özellikle Roma-Bizans’ın Ermenilerden oluşan doğu topraklarına düzenlenen akınlarda yer almıştır.
Roma-Bizans devletinin ve imparatorluğun Türklerle çatışan iki büyük siyasi yapı şeklinde karşılaşmasıysa Selçuklu döneminde olmuştur. Bu dönemde Türkler Anadolu’ya üç farklı biçimde gelmiştir: Göçebe gruplar (Türkmenler), Gaziler, Selçuklu Devleti. Burada aynı anda sosyolojik açıdan da farklı üç grup tipi söz konusudur. Buradaki farklılığın daha çok siyasi düzeyde olduğu söylenebilir ama diğer yandan iki ayrı düzeyde mevcut olan bazı farklılıklar da söz konusudur. Bunlardan bir tanesi din boyuttur. Her ne kadar çok fazla tartışılmasa da, gelenlerin ne kadar dindar, hatta Müslüman oldukları kesin bir şekilde belirlenmemiştir. Çoğu kez gazilerin gazi oldukları için Müslüman olmaları, hatta dindar Müslümanlar olmaları gerektiği öne sürülürken, Türkmenlerin ne kadarının bu topraklara Müslüman olarak geldiği veya ne kadarının ortodoks yapının arzuladığı biçimde Müslüman olduğu hâlâ tartışmaya açık bir konudur. Bu Türkmen toplulukların bir kısmı Müslümanlığı kendi eski Şamanist gelenekleriyle karıştırırken, bir kısmının da (bunların arasında Osmanlıların kurucusu Osman Gazi de vardır) Anadolu’ya geldiklerinde Müslüman olmadığı iddia edilmiştir. Diğer yandan Anadolu’ya gelen Müslüman Türk toplulukların neredeyse hepsinin İran üzerinden ve İslam’ın bu bölgede şekillenmiş biçimleri aracılığıyla Müslümanlığa geçmiş olduklarını dikkate almak gerekmektedir. İran üzerinden kabul edilen İslam, bu bölgede ortaya çıkmış Sufi akımlardan oldukça etkilenmiştir. Son olarak da Anadolu’ya 11. yüzyılda gelen Türk topluluklarının, özellikle göçebe olanların uzun bir İslam toplumu deneyiminden geçmeden bu topraklara gelmiş olduğunu da unutmamalıyız. Diğer boyutsa medeniyet düzeyinde var olan yerleşiklik-göçebelik karşıtlığıdır. Tüm Türk topluluklarının göçebe olarak geldiğini düşünmemeliyiz. Bunların bir kısmı, özellikle Gaziler ve Selçuklu yerleşik gelenekten, bu geleneğin içinde geçirdikleri çeşitli derecelerdeki deneyimler tarafından yoğrulmuş bir şekilde gelmiştir. Göçebeler bozkır kökenli kültürlerini Anadolu’ya taşırken, Gaziler ve Selçuklu genelde İslam medeniyeti olarak kabul edilen Müslüman Ortadoğu (ağırlıklı olarak Farsi) medeniyet formasyonunun üyeleri olarak gelmişlerdir. Doğaları gereği medeniyetle (yerleşiklikle) ilgilenmeyen göçebe grupların bir kısmı burada yerleşik gruplarla çatışma içine girerken, bir kısmı da içinde bulundukları koşullardan ötürü yerleşik düzene geçmeye başlamıştır.
Tekrar yukarıda vermiş olduğumuz siyasi boyuttaki üçlü ayrıma dönecek olursak, burada en ciddi çelişkinin yerel-evrensel karşıtlığında biçimlenen egemenlik mücadelesinde ortaya çıktığını görürüz. Göçebe gruplar daha çok yerelde egemenlik oluşturma iddiaları olan gruplardır. En önemli kaygıları otlaklardır ve ancak gerekli miktarda otlağa sahip olmalarını sağlayacak bir egemenlik projesiyle tatmin olmaktadırlar. İslam monarşisi modelini benimsemiş Selçuk ailesiyse daha ziyade bir devlet oluşturma amacını gütmektedir. Bu yerelin ötesine geçen daha evrensel boyutta düşünülen bir projedir. Burada iki farklı gelenek söz konusudur. Göçebe boyunun yerelde, yani sürülerinin gerektirdiği otlakla sınırlanan yerelde egemenlik kurma, yani il tutma amacını (göçebede siyasetinin boyutu budur), ideolojisini reddetmiş olan Selçuklu Oğuz diyarını terk ederek İslam diyarına girmiştir. Selçuklu başından beri yerleşik dünyada bir monarşi oluşturma çabasındadır. Selçuklunun bu geçişi neden yaptığı konusu hâlâ tartışılacak ve muhtemelen hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek bir konudur. Bununla beraber Selçuklunun yaptığı sıçramanın bir yandan göçebe dünyadan yerleşik dünyaya, bir yandan da yereli bırakarak daha evrensel hedefler arzulayan bir zihniyete geçişi temsil ettiğini bildiğimizi söyleyebiliriz. Selçuklu aynı zamanda liderliğini yaptığı boyu da dönüştürmüştür. Bu boyu il tutmaya çabalayan bir boy olmaktan çıkarıp iktidar mücadelesinde kullanılan bir savaşçı güce dönüştürmüştür. Bu savaşçı güç sayesinde kendisine İslam dünyasında bir yer ve daha sonra da bir monarşi edinmiştir. Bu süreç içinde Selçuklu önemli bir geleneğe de ciddi bir darbe vurmuştur. Orhun Yazıtları’nda gördüğümüz aristokrat geleneği, iktidarın meşruiyetini aristokrat bir aileye, bir boya, yani ak buduna bağlama (Aşina klanına) ilkesini de böylece reddetmiştir. Bu yaklaşımın son temsilcisinin Karahanlılar olduğu söylenebilir. Bundan sonra Selçuklunun savaşçı boy veya Gaznelilerin paralı asker modeli geçerli olacaktır. Yani meşruiyeti aristokrat bir boya dayandırma çabası (Cengiz sonrası Orta Asya ve İç Asya süreçleri hariç) tamamen ortadan kalkacak, yeterli savaşçı gücü bir boy veya paralı asker grubu halinde elde eden herkes iktidara talip olabilecektir.
Selçuklunun hedefi belli sınırlar içinde evrensel ve merkezi bir devlet otoritesi oluşturmaya çalışmak olurken, göçebe grupların derdi çeşitli nedenlerle terk etmek zorunda kaldıkları illerin yerine yenilerini bulmak, yani Anadolu’da veya Anadolu’yu il tutmaktır. Bozkır göçebe dünyasında il kavramını iki şekilde tanımlamak mümkündür; daha doğrusu bu kavram iki farklı kullanım şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Bunlardan bir tanesi obanın veya oğuşun bir üstünde yer alan barışçıl ilişkilerin egemen olduğu grup anlamındadır, diğeriyse boylar konfederasyonu anlamına gelen siyasi yapı, yani Orhun Yazıtları’nda karşımıza çıkan konfederasyondur. İl tutmaktan kasıt her ikisi de olabilir. Fakat biraz önde değinilmiş yerel tartışmasının nesnesi, oba, oğuş veya oymağın üstünde var olan barışçıl ilişkilerden oluşan gruptur. Göçebenin il tutması bu barışçıl ilişkilerin hâkim olduğu grubu yaratmak anlamında anlaşılabilir ama çoğu zaman ikinci anlamdaki il de işin içine karışabilir. Çünkü göçebenin il tutması çoğu zaman merkezi iktidarın kendi otoritesini kendi yerelinin dışına taşıması, daha evrensel bir iktidar oluşturma amacıyla çatışır. Bu durumda göçebe, bozkırın konfederasyonları misali ittifaklar oluşturma yoluna gidebilir.
Yerele ve boya öncelik vermesi açısından baktığımızda, göçebe hiçbir zaman devletleşme gayesine sahip değildir. Onun ulaşacağı en yüksek düzey il veya boylar federasyonudur. En fazla bir bodun olabilir. Herhangi bir göçebe konfederasyonunun bir devlet gibi gözükmeye ve davranmaya başladığı anlar nadirdir ve ancak yerleşiklerin yönetime katılmasıyla mümkündür. Bu tür oluşumlar istinasız bir şekilde karizmatik şeflerin ve boyları bir araya getirecek çıkarların varlığına bağlıdır.
Göçebeden bahsederken, Anadolu’ya Türklerin gelişi bağlamında Türkmenler meselesine de değinmek gerekmektedir. Kimdir Türkmenler? Türkçe konuşan bir bireyin Türkmen olarak adlandırdığı kimdir? Hem Türkmen hem de Türk teriminin bugün çağrıştırdığından farklı çok özel bir anlamı da olmuştur. Bu dönemde Türkçe konuşan bireyler veya Müslümanlar rahatlıkla bazı birey ve grupları Türkmen ve Türk olarak tanımlamış ve bunları küçümsemiştir. Türk ve Türkmen (ama farklı bir şekilde) Anadolu’da yerleşik dünyanın “öteki”sini oluşturmuştur. Tabii tek öteki Türk veya Türkmen değildir. Göçebenin ötekisi de yerleşikler olurken, hem Hıristiyan’ın hem de Müslüman’ın ötekisi kâfir olarak adlandırdığı diğer dinden olandır. Fakat bu ötekiler dünyasında etnik anlamda bir ötekileştirme göremeyiz. Yani etnik anlamda düşmanlıklar söz konusu değildir. Ötekileştirmelere dayanan düşmanlıkların kaynağı genellikle dinsel veya bölgesel düşmanlıklar ya da yerleşiklerle göçebeler arasındaki çatışmadır. Fakat tarih genellikle yerleşiklere ait bir uğraş olduğundan, genelde göçebenin bakış açısını yansıtan kaynaklar ne yazık ki mevcut değildir.
Gelelim Anadolu’daki ötekilerden birini oluşturmuş Türkmen’in öyküsüne. Türkmen terimi Anadolu öncesine dayanır. Arap kaynaklarında Oğuz (Ghuzz) terimine ilk kez Baladuri’de (820-821) rastlıyoruz. Bundan bir yüzyıldan biraz fazla bir süre sonra, onuncu yüzyılın ikinci yarısında da Türkmen terimiyle karşılaşıyoruz (al-Mukadassi). Türkmen teriminin nasıl ortaya çıktığı ve ne anlama geldiği konusunda çeşitli teorilere sahibiz ama bunların hangisinin gerçek hikâyeyi yansıttığı konusunda kesin bir sonuca ulaşmış değiliz. Bu teorilerden birine göre, Türkmen (Türk manand) kelimesi Türke benzeyen anlamına gelmektedir ve İranlılarla karışmış Türkçe konuşanları tanımlamak içindir. Bu açıklamaya Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugat-it Türk’ünde rastlıyoruz. Diğer teoriye Osmanlı tarihçisi Neşri’de rastlıyoruz ve burada bu sözcüğün Müslüman Türk’ü (Türk iman) diğer hemcinslerinden ayırmak için kullanıldığı belirtiliyor. Son olarak da ben Türküm (Türk men) olarak kullanıldığını iddia eden teori bulunmaktadır. Türkmen’in ne anlama geldiği konusundaki tartışma büyük olasılıkla bir sonuca bağlanamayacak ama bu grubun Oğuzlardan geldiğini ve onuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığını biliyoruz. Bu dönemden itibaren Oğuz yerine Türkmen’in kullanıldığını görüyoruz. Bu terimin aynı anda hem Müslüman Türk hem de İranlılarla karışmış Türk anlamında kullanıldığını da düşünmek mümkün. Üstelik benzer bir kullanımın olduğunu örneğin Tacik (Müslüman veya Araplaşmış İranlı) teriminde görüyoruz. Benzer şekilde kullanılmış Kıpçak ve Tatar kelimeleri de mevcuttur. Bu veriler ışığında Türkmen teriminin de aynı şekilde ortaya çıktığını düşünmek ve dolayısıyla bu insanların Müslüman ve/veya İranlılarla karışmış Oğuzlar olarak görüldüğünü iddia etmek mümkün gözükmektedir.
Siyasi boyuttaki üçlü ayrımın son ayağı olan Gazilere geldiğimizde bir kez daha epey farklı bir grupla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Gazilik doğrudan Müslümanlıkla ilişkili bir kavramdır. Her ne kadar gazaya, yani akına, savaşa giden anlamına geliyor olsa da, bu din adına yapılan bir savaştır. Fakat Müslümanların birbiriyle savaşması en azından teorik açıdan mümkün olmadığından, aslında zaten tek bir savaş türü vardır: Din adına yapılan savaş. Demek ki aslında savaşçı veya akıncı olarak anlaşılması gereken gazi terimi, İslamiyet’le birlikte din savaşçısı anlamına bürünmüştür. Bununla beraber gazilik sıkı bir şekilde kazanç sağlamayla da ilişkilendirilmiş bir kavram ve pratiktir. Gazi aynı zamanda yağmayla, yani ganimetle de ilgilenir. Ganimetsiz gaza söz konusu değildir ama bu düzensiz bir yağma faaliyeti de değildir. Yağmanın kuralları vardır ama en önemlisi dinsizlere, yani kâfirlere karşı düzenlenir.
İlk gazi gruplarının Bozkır sınırında, Orta Asya bölgesinde ortaya çıktığı iddia edilse de, aynı anda Bizans sınırında da ortaya çıktığını düşünmememiz için bir sebep yoktur. Orta Asya sınırında örgütlenmiş gazilerin hedefi dinsiz Türkler olmuştur. Kalelere yerleşmiş savaşçı gruplar halinde örgütlenmiş gaziler Türklerin (ve tabi İranlıların da) bulunduğu topraklara akınlar düzenlemiş, buralardan köle ve ganimetle dönmüştür. Türklerin müslümanlaşmasıyla işlevini yitirmeye başlamış gaziler bulundukları yöredeki halkın başına dert olmaya başlayacaktır. Çözüm gazilere başka alanlar bulmaktır. Bu alan Anadolu olur. Fakat bu noktada konuyu yağmacılık açısından düşünmek daha yararlı gözükmektedir. Çünkü Bizans sınırlarına atılmaya çalışılan bir anlamda işlevini yitirmiş ve bu yüzden bulunduğu topluma zararlı olmaya başlamış yağmacılık faaliyetidir. Bu yağmacılık faaliyetini yürütenlerin ne kadar İslam dinine bağlı oldukları hâlâ tartışma konusudur. Farklı bir açıdan bakınca, bir uç bölgesi (gaziler uçlarda faaliyet gösterir) yağmacılık işlevini yitirmiş ve bu yüzden de uç bölgesi faaliyetlerinde bulunanların ve diretenlerin başka uçlar araması gerekmiştir. Benzer bir durum Türkmen göçebe toplulukları için de söz konusudur ama burada sorun bu kişilere yağma yapılacak alan kalmamış olması değildir. Türkmenlerin ana sorunu otlaklardır ve gittikleri yerde bu otlakları ya yerleşiklerin ya da diğer göçebe toplulukların ellerinden almaları gerekmektedir. Bu çatışmaların sonu yağmalarla sonuçlanabilmektedir. Bir göçebe topluluğunun var olabilmesi için sürü olarak kabul edilen bir hayvan grubuna dair belli bir sınırı geçmesi ya da minimum bir sayıyı koruması gerekmektedir. Bunun sağlanamaması göçebeyi zora sokar; var olabilmesi için başka yolara başvurması gerekir ki yağma bu yollardan biridir. Müslüman bölgelerine göç etmeye başlayan (veya göç ederken) Müslümanlaşmış Oğuzların veya yeni adlarıyla Türkmenlerin yerleşikler için oluşturdukları en büyük sorun bu olur. Özellikle Kuzey Irak bölgesinde merkezi otoritenin başına dert olurlar.
Tekrar gazilere geri dönecek olursak, bu bireyler için siyasi açıdan söyleyebileceğimiz son nokta, gazilerin de göçebeler gibi yerelle daha ilişkili olduklarıdır. Gaziler yağma peşinde koşan ve bunu İslamı yaymayla birleştiren savaşçı gruplardır. Evrensellik ancak eylemin felsefesinde mevcuttur: İslamı her yere yaymak. Fakat siyasi anlamda söz konusu olan evrenselleşmeye çalışan siyasi bir yapı oluşturmak değildir. Akınlardan sonra elde edilen yağmanın paylaşımında bile, gaziler çok ortaklı bir şirketi andırmaktadır. Katılım seçimledir ve ganimet eşit şekilde pay edilir. Bu açıdan bakınca gaziler göçebelerden çok da farklı değildir. Onlar için de konfederasyonlar biçiminde akınlar söz konusudur ama merkezi bir monarşi gündemde değildir. Buna rağmen yerel egemenliğin peşinde koşan veya yerelleşmenin norm haline geldiği bir dünyada faaliyet gösteren bu gazi ve Türkmen grupları arasından evrensel bir iktidar kurmayı başaracak Osmanlı çıkacaktır ama bunun gerçekleşmesi için iki yüz elli yılın geçmesi gerekecektir.
İslamı yaymayla daha çok neyi anlamamız gerekiyor? Yerli gayrimüslim halkların müslümanlaştırılmasını mı? Yoksa yeni Türkmen/Müslüman göçleriyle demografik/genetik yapının değişmesini mi? Birincisiyse bunu hangi yöntemlerle yapıyorlardı? Köleleştirme, baskı gibi yöntemlerle mi? Eğer cevabınız ikinci seçenekse yerli halka ne oluyordu? Katliam yapılıyor muydu?
YanıtlaSilSon olarak, kadınlara ve çocuklara nasıl muamele edildiğini sormak istiyorum. Örneğin, gaziler ve/veya Türkmenler fethettikleri/yerleştikleri bölgelerdeki yerli kadınlarla (evlenmemiş ya da dul) mı evleniyordu, yoksa Orta Asya'dan gelen kadınları (Anadolu'ya çok sayıda kadın da gelmiş olabilir) ve onların soyundan gelenleri mi tercih ediyorlardı?
Herhalde bu Orta Asya'dan gelenlerin büyük çoğunluğu Türkmen kategorisine girenlerdendi, öyle değil mi? Gaziler zaten daha çok öncü güç olarak geldikleri ve sınır bölgelerinde biriktikleri için Anadolu'da bayağı kısıtlı bir varlıkları olmalı. Selçuklu aristokrasisi, bürokrasisi ve peşlerinden gelen daha çok İranlı ağırlıklı şehirli zümre de keza oldukça kısıtlı sayıda olmalı. Geriye bir tek Türkmenler kalıyor. Onlar da çoğunlukla taşra bölgelere yerleşmiş olmalı. Dolayısıyla şehirler ve kasabalar Müslüman göçlerinden demografik olarak çok az etkilenmiş olabilir. Bu durumda Selçuklu'nun (ve diğer erken dönem Türk yönetimlerinin) kentli yerlileri ezecek bir durumda olduğunu söyleyemeyiz zannedersem.
YanıtlaSilKöylerdeki durumsa daha karışık, zira Türkmenler full-time göçebe olduğundan tarıma ve köylülüğe de yabancıydılar. Selçuklu yönetimi, bu sorunun üstesinden 1- yerli köylü halktan yararlanarak, 2- Türkmenleri yerleşik düzene ve tarıma geçirerek, 3- Orta Doğu ve Orta Asya'nın yerleşik köylü halklarından (örn, yerleşik Araplar, İranlılar, Tacikler) takviye yaparak gelmiş olabilir. Sizce hangi yola daha çok başvurmuş olabilirler? Birinci seçenekse eğer, en azından ilk dönemler (tıpkı Arap yönetiminin ilk dönemlerindeki gibi) yerli köylülere oldukça müsamahalı bir tutum sergilenmiş olması gerektiğini düşünüyorum, katılır mısınız? Daha sonra Türkmenler arttıkça yerlilerin üzerindeki dini ve ekonomik baskı da artmış olabilir. Bence toplu din değiştirmeler işte esas bu aşamada başlamış olmalı. Bu aşamdan önceyse, toplu din değiştirmeden ziyade, küçük çaplı din değiştirmeler ve işgalci erkeklerin yerli kadınlarla evlenmesi fenomeni söz konusu olmuş olmalı.
Peki Türkmenlerin artması yerli nüfus üzerindeki dini ve ekonomik baskıyı niye arttırmış olabilir? Bence bunun nedeni Anadolu Türk yönetimlerinin bu sayede daha büyük askeri güce ulaşmış olmasının verdiği rahatlık, ve de Türkmenlerin güvenli bir ortam taleplerini karşılmak için yerli halkı müslümanlaştırarak olası bir halk isyanını (muhtemelen Bizans'ın da desteğini alacak) önlemek ve bu sayede Türkmenlerin - ve tabii ki kendilerinin de - Anadolu'dan püskürtülmesine mani olmak. Sonuçta güvenlik herşeyden önce gelir. Ayrıca bir azınlık ne kadar güce sahip olursa olsun çoğunluğu kendi tarafına çekmedikçe kalıcı olamaz.