Türklerin Anadolu’yu İl Tutması - II

Anadolu Selçuklu İktidarının Parlak Dönemi

II. Kılıç Arslan’ın oluşturmuş olduğu iktidarı 1186’da oğulları ve kardeşi arasında paylaştırması Anadolu’da yeni bir kriz döneminin başlamasına yol açmıştır. Yaklaşık 1205’e kadar sonuçlanmamış bu kriz döneminin sonunda I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tek başına iktidar olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Anadolu Selçukluların yararına çeşitli siyasi gelişmeler de gerçekleşmiştir. Bunların arasında en önemlisi muhtemelen Konstantinopolis’in IV. Haçlı Seferi tarafından 1204’te ele geçirilmesi ve burada bir Letin Krallığı’nın kurulmasıdır. Bizans devleti bu olay üzerine Mora, Epir, Trabzon ve Batı Anadolu’da çeşitli siyasi yapılar şeklinde yeniden örgütlenmek zorunda kalır. Bunların arasında Batı Anadolu’yu kontrol eden Theodor I. Laskaris’in İznik İmparatorluğu’dur. Diğerleri arasında daha önemli bir yere sahip olacak bu imparatorluk artık tüm kuvvetleriyle birlikte Batı Anadolu’dadır. Bunun ilk doğrudan etkisi bu bölgeye yönelik her türlü akının sona ermesi olacaktır. Ege’deki Bizans adalarının büyük bir kısmı da Venedik’in eline geçmiştir. Diğer yandan Büyük Selçuklu Sultanlığı küçük devletlere ayrılarak dağılmış ve 1193’te Selahaddin Eyyubi’nin ölümüyle birlikte Mısır ve Suriye’deki Eyyubi Sultanlığı da gücünü büyük ölçüde yitirmiştir.

Anadolu Selçukluları bu durumdan yararlanmakta gecikmezler. Her ne kadar Batı Anadolu’daki Bizans iktidarını karşılıklı çatışmalardan sonra tanımak zorunda kalsalar da, bu onların hem Karadeniz hem de Akdeniz sahillerinde çeştili kazanımlar elde etmelerini, Kırım, Trabzon ve Ermeni Kilikya’yı etkilemelerini, sınırlarını doğuya doğru genişletmelerini önlemez. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (ölümü 1211) oğulları I. İzzeddin Keykavus (ölümü 1220) ve I. Alaeddin Keykubad (ölümü 1236) da babalarının başlattığı parlak dönemi devam ettirecektir. Bizansla barış yarım yüzyıla yakın sürecektir. Bu barış bir yandan Latin Krallığı ile Selçuklu arasında bir tampon bölge yaratmış, bir yandan da Selçuklu’nun Anadolu’nun doğusu üzerinde yoğunlaşmalarını sağlamıştır. Barış Bizans’ın da işine gelmiş, o da tüm çabalarını İstanul’u Latinlerin elinden geri almaya yöneltmiştir. Selçuklular sırasıyla Sinop, Samsun, Antalya ve Alanya’yı alarak her iki denize de açılmışlar, sonunda 1225’de Kırım’a da çıkmışlardır.

I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in dönemi hem devletin hem de Anadolu’nun yeniden yapılandırıldığı evredir. Devlete kalıcılık kazandırılmış ve bu sayede Anadolu’daki farklı etnik ve dini topluluklar arasında barış ve güven ortamı yaratılmıştır ve bu andan itibaren Anadolu Selçuklu devletinin hizmetinde çok sayıda Rum ve Ermeni kökenli kontlarla İran ve Türkmen kökenli emirler gözükür. [1] Burada iki farklı eğilimin görüldüğünden bahsetmek mümkündür. Bir yandan İran kökenli simgelere yönelme söz konusudur. Her şeyden önce sultanların adları İranlaşmış, bu tarihten sonra neredeyse tüm yöneticiler Farsi adlarla anılır olmuştur. Örneğin, I. Gıyaseddin Keyhüsrev “Afrasyab’ın soyundan gelen bir hakan olarak Turani kavimlerin büyük hakanı, destani İran şahlarının unvanı olan Keyhüsrev unvanını kullanarak eski İran şahlarının devamı” olduğuna atıfta bulunmuştur.[2] Diğer isimler de (Keykavus, Keykubad, Keyferidun, Siyavuş, Feramurz vb) İran kahramansal mitolojisindendir.[3] Anadolu Selçukluların resmi dilinin Farsça olduğunu da dikkate aldığımızda, karşımıza kültürel açıdan epey Farsi bir kültür çıkmaktadır.

Anadolu’da ilk baştan itibaren iki farklı kültür alanı mevcut olmuştur. Bunlardan Selçuklu’ya dahil edilene kadar Danişmendlilerin merkezi olmuş Tokat merkezli olan kültürel çevre daha çok Türkçe ve Türkmen temelliydi. İlk Türkçe yazma geleneği bu bölgede, özellikle de Amasya’da başlamıştır. Malatya merkezli kültürel çevredeyse İran kültürüyle Süryani kültürü buluşmuştur. Burası aynı zamanda şehzadelerin eğitim merkezi olmuştur. Örneğin I. Gıyaseddin Keyhüsrev ve oğlu I. İzeddin Keykavus Malatya’da eğitim görmüştür. Ayrıca İranlı çok sayıda alim (I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in veziri Malatyalı Muhammed el-Gazi, Şeyh İzzüddin Ebu’l Kasım el-Hammui, Şeyh Ebu Tahir Ahmed el-İsfahani vb.) Malatya’ya yerleşmiştir. Selçuklular zamanında Malatya bölgesinde İslami ilimler alanında yoğun bir faaliyet vardır. Bu alanda önde gelen alimlerden biri “Sultanlar Muallimi” olarak bilinen Malatyalı Şeyh Mecdüddin İshak’tır. Anadolu Selçukluların kültür politikasına yöne veren bu kişi Bağdat’a yaptığı birçok seyahat sırasında ünlü birçok alimi Anadolu’ya çekmiştir. Bunların arasında sufi İbnü’l Arabi’yi, Evhadüddin Hamid el Kirmani’yi, Ahi örgütünün baş mimarı Şeyh Nasirüddin Mahmud’u sayabiliriz.[4]

Bu iki kültür bölgesi arasındaki mücadelenin rakiplerini Selçuklular ve Danişmendliler veya Selçuklular ve Türkmenler şeklinde kesin çizgilerle ayırmak mümkün gözükmemektedir; her ne kadar ilk anda eğilim bu yönde olsa da. Bu tür etnik ayrımların bu dönemde ne kadar geçerli oldukları bilinmiyor. Her ne kadar bu dönemde yaşamış insanları çevrelerindeki etnik ayrımları farkında olmuşlarsa da, burada anlatılmak istenen bu ayrımların farkına varılmadığı değil, bu tür ayrımlara özel bir öenem atfedilmediği. Yani belli bir etnik gruba ait olmak her zaman bir başkasına karşı olmayı getirmemiş gözüküyor ki, belli bir etnik gruba ait olmanın bazı gruplarla çalışmamayı getirmediği de görülüyor. Selçuklu bazen Türkmenlere karşıyken, bazen de onlarla birlikte çalışmış gözükmektedir ki, burada Selçuklu teriminden ne kastedildiğinin de belirlenmesi gerekmektedir. Selçuklu’nun kökeninin Oğuz’a, yani Türkmen’e (Türkmenlerin Müslüman Oğuzlar olduğunu kabul ediyoruz) gittiğini biliyoruz ama bu acaba I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in döneminde böyle midir? Selçuk Bey kendi grubunu alarak Horasan’a doğru hareket ettiğinden beri neredeyse yüz elli yıl geçmiştir. Selçuk Bey’in oğulları hem Oğuz hem de Yahudi adları taşıyorlardı. Buradaysa artık Farsça adlar taşıyan sultanlar vardır. Ayrıca bu hükümdarların bir kısmının anaları başka gruplardandır. Örneğin I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in anası Bizans kökenlidir.[5] Etnik düzeyde bir karışma söz konusudur; yani tamamen Oğuz veya Türkmen bir grup değildir Selçuklu. Üstelik Selçuklu’yu var olan devleti oluştudan grup olarak gördüğümüzde, bu devletin içinde sadece Oğuz kökenliler yoktur. İranlılar, Ermeniler, Rumlar vb vardır. Öyle ki, bu dönemde kullanılan unvanlar arasında “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acem” (Arap ve Acem halkların sultanı), “Sultanü’r-Rumi ve’l Acemî” (Rumilerin ve Acemlerin sultanı) ve “Sultanü’r Rumi ve’l-Ermeni ve’l-Efrenc “ (Rumilerin, Ermenilerin ve Frenklerin sultanı) de vardır. Bu unvanların daha çok siyasi seçimlere işaret ettiği, etnik tanımlamaları ifade etmediğini düşünebiliriz.[6] Diğer yandan, bu dönemde siyasi seçimlerin nerede bittiğini ve etnik tanımların nerede başladığını bilmediğimizden, böyle bir iddia da bulunmak en azından şu anda mümkün değildir. Pekâlâ bir devlet kimliği yaklaşımı söz konusu olmuş olabilir.

Bu tartışmayı bir kenara bırakıp Tokat ve Malatya kültürel çevreleri arasındaki mücadeleye geri döndüğümüzde, Danişmendliler zamanından itibaren iki farklı kültürel yaklaşımın var olduğunu görürüz. Bu farklılık her zaman Selçuklu ve Selçuklu olmayanlar şeklinde gelişmemiş, Danişmendliler ortadan kalktıktan sonra Selçuklu’nun kendi içinde de daha İranlılarla İranlılar karşıtı şeklinde bir ayrılma gözlemlenmiştir. Örneğin I. Alaeddin Keykubad’ın Türk ve Türkmen kökenlileri tercih ettiği görülürken, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in daha İran veya Malatya yanlısı olduğu düşünülmektedir. Neticede hem I. İzzeddin Keykavus hem de I. Alaeddin Keykubad suikasta kurban gitmiştir. Bu mücadelenin II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğulları II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasında da (1243’den sonra) sürdüğü görülmektedir.[7] Böyle bir ayrımın var olduğunu kabul etmemek zordur ama bunun ne tür bir ayrım olduğu ve bunu günümüz zihniyetiyle yaklaştığımızda nasıl tanımlamamız gerektiği konusunda daha fazla çalışmanın yapılması gerekmektedir; bu safhada henüz tam anlamıyla aydınlatılmamış bir konudur.

I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in devlete kalıcılık kazandırması sürecinde ortaya çıkan ikinci eğilime geldiğimizde, bunun da Bizans ve/veya Anadolu Rum nüfusuyla olan karışma olduğunu görüyoruz. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’den itibaren sadece Farsi kültür ve simgelere yönelinmemiş, hem Bizansla hem de Bizans kökenlilerle birlikte çalışılmaya ve kaynaşmaya başlanmıştır. Örneğin I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahtı ele geçirmede Komnenos Manuel Mavrazemos’dan büyük destek görmüş ve daha sonra bu kişiyi Uluborlu, Denizli ve Honas’a melik unvanıyla uç beyi yapmıştır. Bu, bir Hıristiyan tarafından yönetilen ve Selçuklu devletine bağlı ilk melikliktir. Mavrezomos’un oğlu İoannes de bir Hıristiyan olarak bu görevi sürdürmüştür. Onun oğluysa Müslümanlığı kabul ederek bu görevi Denizlili mehmed el-Mevrazami adıyla sürdürmüştür. Benzer şekilde, II. İzzeddin Keykavus’un anası da bir Rum papazının kızıdır ve üstelik bir de İznik İmparatoru Vatatzes’in kızıyla evlenmiştir. 1243’ten sonra yer alan taht mücadelelerinin sonunda kaybedince Bizans sarayına sığınacak ve oradan da Kırım’a geçecektir. Burada Bizans’ı Anadolulu Rumlardan ayırarak incelemek gerekmektedir. Çünkü burada çıkarları birbirinden farklılıklar gösteren iki grup söz konusudur. Bizans Rumdur ama her Rum Bizans sarayıyla aynı çizgide değildir. Moğol istilasına karşı hem Bizans devleti hem de Anadolulu Rumlar Türkmenlerle birleşerek birlikte hareket etmekte bir sakınca görmemiştir. Örneğin daha sonra İstanbul ele geçirildiğinde (1261) tahata geçecek Michael Palaeologus 1256’da Türkmenlerle birlikte Moğollara karşı savaş alanında yer almaktan çekinmemiştir. Burada neredeyse herkes bir aradadır: Bizans, Selçuklu, Rum, Türkmen. Fakat aynı Palaeologus bir kez tahta geçtikten sonra Moğollarla birlikte hareket etmeye başlamış ve dostu II. İzeddin Keykavus’a sırt çevirmiştir.

Anadolu Selçukluları veya Rum Selçuklularıya (asıl bu ikinci terimle adlandırılmışlardır) ile ilgili ikinci ilginç durum melez bir topluluğun veya toplulukların belirmiş olmasıdır. Bunlardan biri daha çok kentlerde bulunan ve iğdiş olarak adlandırılan melezlerdir; tahminen Türklerle yereller arasındaki birleşmelerin ürünü bir topluluktu. Her ne kadar iğdişlerin yeniçeriler türünden bir askeri topluluk oldukları düşünülmüşse de, bundan daha farklı bir topluluğu tanımlamak için kullanıldığı da düşünülmektedir.[8] Aynı şekilde Bizans kaynaklarında da mixovarvaroi ve Turkopol gibi terimlerle karşılaşılmaktadır. Bunlardan mixovarvaroi Grek-Türk karışımı melezler, Turkopol ise bir şekilde Hıristiyanlaşmış Türkler veya Türk kökenliler için kullanılmış gözükmektedir. Bazı durumlarda bu terimlerin birbirleri yerine kullanıldıklarını da düşünebiliriz, her ne kadar arada ufak da olsa bir farklılık gözükse de. [9] Selçuklu dönemine ait bazı vakıf belgelerine göre (Konya 102 Altun-Aba vakfı ve Kayseri’nin güneyinde Karatay’ın vakıfları; bu ikinci örnekte Karatay’ın kendisi de bir eski Hıristiyan) Anadolu’da yaşayan Hıristiyan nüfusu bu dönemde hâlâ çok kalabalıktır. Bu tarihlerde Anadolu’dan geçmiş Rubruck’lu William yerellerin nüfusunun Türkm ve Müslüman unsurdan hâlâ çok fazla olduğunu (10’a 1) olduğunu söylemektedir. Her ne kadar Anadolu’nun Türk karakterini belirtmek için Avrupalılar tarafından bu yöre için en geç Barbarossa’nın Haçlı Seferi’nden itibaren Turchia adının kullanılmaya başladığını görüyorsak da, etnik yapı özellikle kırsal kesimde hâlâ yerel unsurlardan ibarettir. Diğer yandan var olan Müslüman unsurun kendisini nasıl tanımladığı konusunda da dikkatli olmak gerekmektedir. Önemli bir Türkmen nüfus vardır. Bu nüfusun bazı durumlarda (Danişmendlilerin durumunda) var olan kentlere, daha doğrusu kasabalara yerleşirken, bazı durumlarda da kentsel yapının dışında, özellikle de uçlarda yığılmıştır. Bununla beraber, önemli bir Türk-dışı Müslüman unsur da vardır. Bunların daha çok İranlılar veya Horasanlılar denen bir topluluktan oluştuğunu kabul etmek gerekir ki, daha önce belirtildiği gibi, bu Türk-dışı unsur var olan Müslüman unsura Türk-dışı ve hatta bazı durumlarda Türk-karşıtı bir kimlik veya kültürel yapı dayatmıştır. Öyle ki, Mısır’daki Memlükler kendilerini Türk olarak tanımlarken aynı durum Anadolu için geçerli değildir; kentlerdeki nüfus kendisini sadece Müslüman olarak adlandırmış ve Türk terimini daha çok Türkmenler için kullanmıştır. [10]

Anadolu Selçuklu iktidarının durumu 1243’ten sonra süratle farklı bir yönde gelişmiştir. Moğol istilasının etkileri henüz I. Alaeddin Keykubad’ın döneminde kendini bu istiladan kaçanlar şeklinde göstermeye başlamıştı. Bir yandan Moğollar tarafından yıkılan Harzemşahların askeri unsurunun veya unsurlarının doğu ve güneydoğu Anadolu’da sorunlar yarattığını, bir yandan da Trürkmen ve İranlı göçünün tekrar hızlandığını görüyoruz. I. Alaeddin Keykubad Harzemşahlarla başarılı bir şekilde mücadele edecektir. Göç eden unsurların sonuçları daha etkili ve vahim olacaktır. Muhtemelen bu unsurların Anadolu’da var olan dengeleri bozmasına ve Anadolu Selçuklu iktidarının bu bozulan dengelere karşı gerekli ve doğru stratejileri geliştirememesiyle bağlantılandırılabilecek Babalar (Babai) isyanı Moğollarla yapılacak Kösedağ savaşından hemen önce (1240-43) Selçuklu’yu fazlasıyla yıpratmıştır. Kendisini resül ilan eden Baba İlyas ve Baba İshak adlı Türkmen babalarının önderliğinde Selçuklu’nun onlar açısından yanlış olarak algılanan politikalarına karşı Amasya/Tokat ve Malatya’da ayaklanan, daha sonra Sivas ve Kayseri’ye ilerleyen temelde Türkmenlerden oluşan çeşitli unsurlar üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını iki kere mağlup ettikten sonra sonunda Kırşehir yöresinde yok edilirler. Bu Selçuklu’yu Kösedağ savaşı arifesinde ciddi bir şekilde yıpratmıştır. Moğollar bu ayaklanmanın bemen ardından 1242/43 kışında Baycu’nun önderliğinde Doğu Anadolu’da belirmiş ve Erzurum’u ele geçirecek ve 1243 Haziranı’nda da II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in aslında Moğollar’dan güçlü avantajlı durumdaki ordusunu Kösedağ’da yok edecektir.

Bu dönemden sonra Anadolu’da hâkim konumda olanlar Moğollardır. Her ne kadar Selçuklu’nun iktidarı vezirleri sayesinde (bunların başında Rum asıllı karatay gelmektedir) Moğollara bağlı bir şekilde sürmüşse de, bir süre sonra bu vasallık konumu da ortadan kalkacaktır. Bu ikinci değişikliğin arkasındaki en büyük neden muhtemelen Moğol istilasına karşı Anadolu’nun göstermiş olduğu direniştir.

Kösedağ savaşı ertesinde biçimlenen sükkunet 1256’da İran’nın Moğol hükümdarı Hülagu’nun Orta Asya’dan gelen göçebe unsurlara yer sağlamak için Baycu’ya askerleriyle birlikte Anadolu’ya yerleşmeye emretmesiyle bozulur. Moğol göçebelerin Anadolu’ya yerleşmesi, özellikle buradaki otlakları kaybetmek istemeyen Türkmen unsurlar için ciddi bir tehdittir ama bu nedenle bir araya gelerek isyan eden Türkmen ve Hıristiyan unsurlardan oluşan Selçuklu ordusu bir kez daha Baycu tarafından bir kez daha Moğollar tarafından darmadağın edilir. Bu isyanın ardından Karatay’ın yerine vezir olarak Moğollara daha yakın olan ve tarihe “Pervane” adıyla geçmiş Muhyeddin Süleyman geçer.

Bu sırada diğer bölgelerde de bazı değişiklikler gerçekleşmektedir. Bizanslılar Mikhail (Michael) VIII. Palaeologos’un (1259-1282) liderliğinde İstanbul’u Latinlerin elinden geri almıştır. Bu tarihten itibaren Bizans Moğollara dostça yaklaşacak, onları Türkmenlere karşı kullanmaya çalışacaktır. Aynı sırada 1252’de Mısır’daki Eyyubilerin yerine geçmiş Türk kölemenlerden oluşan Memlükler de 1260’da Suriye’de Ayn Calut’ta Moğolları yenilgiye uğratmıştır. 1260 yılında Anadolu’da Konya yöresinde Karamanlılar da ilk defa belirmiştir.

Memlüklerin lideri Baybars bir süre sonra Anadolu’ya el atmanın zamanının geldiğine inanır ve 1277’de ordusuyla ilerleyerek Elbistan’da Moğolları bir kez daha yener. Fakat bu galibiyetin hemen ardından gerçekleşmesini beklediği Selçuklu-Moğol iktidarının çöküşü gerçekleşmeyince geldiği gibi geri çekilir. Bu çekilişin sonuçları Anadolu için hiç de iyi olmaz. Güçlü bir Moğol baskısının ardından Selçuklu’nun doğrudan Moğollara bağlanması hamlesi gelir; Anadolu artık Moğol valiler tarafından yönetilmektedir. Bu tarihten sonra Türkmenlerin bir yandan daha batıya yerleştiklerini, bir yandan da kendi bağımsız iktidar odaklarını oluşturmaya başladıklarını görüyoruz. Türkmenleri ve Rumları yanında toplayarak Moğollara karşı mücadele etmiş II. İzeddin keykavus da daha çok Moğol yanlısı bir politika izlemiş kardeşi Rükneddin IV. Kılıç Arslan karşısında kaybederek, daha önce belirtildiği gibi, ilk önce İstanbul’a Bizanslılara sığınmış ve ardından da Kırım’a nakledilmiştir. Sonunda Kırım’da ölecektir. Rükneddin de bir süer sonra öldürülecektir ama Selçuklu hanedanı 1300’lerin başına kadar sürecektir. Bu sırada Moğollların kendi iç sorunlarıyla meşgul olmalarından da yararlanan Türkmen ve Türkmen-dışı unsurlar (Ahiler, genelde kentli nüfus) çeşitli beylikler oluşturacaktır. Bir süre sonra Osmanlı da bu koşulların hüküm sürdüğü kuzeybatı Anadolu’da, Bitinya’da ortaya çıkacaktır. [11]


[1] Mikâil Bayram, Anadolu Selçuklularında Devlet Yapısının Şekillenmesi, s.67, Selçuklular Cogito, YKY, c.29, Güz 2001.
[2] age., 66.
[3] Cahen, 257.
[4] Bayram, “Selçuklular Zamanında Anadolu’da Bazı Yöreler Arasındaki Farklı Kültürel Yapılanma ve Siyasi Boyutları”, Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya: Kömen.
[5] Cahen, 114.
[6] Bayram, 67.Cogito.
[7] Bayram, Türkiye Selçukluları, agy.
[8] Cahen, 192.
[9] Nevra Necipoğlu, “Türklerin ve Bizanslıların Ortaçağda Anadolu’da Birliktelikleri (11. ve 12. yüzyıllar)”, Selçuklular Cogito, YKY, c.29, Güz 2001; Vryonis, S., The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century, 228-229.
[10] Cahen
[11] Cahen; Jean-Pierre Bodmer, Selçuklular Anadolu’da, Cogito.

Yorumlar

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  4. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  5. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  6. Rubrucklu William yazısında, Selçuklu topraklarında yaşayanların 10'da 1'inin bile Müslüman olmadığını, neredeyse tamamının Ermeni veya Yunan olduğunu söylüyor (İngilizce çevirideki cümlesi şöyle: "You must know of the Turks (burada Selçuklu topraklarında yaşayan herkes anlamında) that not one man out of ten (among them) is a Saracen (Müslüman); nearly all are Hermenians (Ermeni) and Greeks, and (the country) is governed by children."). Burada Müslümanların hangi etnisitelere mensup olduğunu belirtmemiş. Ayrıca, sadece Selçuklu topraklarının nüfusunu kastetmiş, halbuki o dönemde Anadolu'nun önemli bir bölümü Selçuklular'a ait değildi ve bu kalan toprakların da çoğu Hristiyan yönetimlerin elindeydi. Bunu da hesaba kattığımızda, Anadolu'da, bırak Türk miktarını, Müslüman miktarının bile, en azından o dönemde, oldukça az olduğu sonucu çıkıyor.

    Bir de Rubrucklu'da dikkatimi çeken diğer bir husus, Türk ve Türkmen dikotomisinin onda da olma ihtimali. Bu ikisini bir yerde aynı cümle içinde kullanmış. İngilizce çeviride şöyle diyor: "For the Soldan (Selçuklu Sultanı) who was defeated by the Tartars (Moğollar) had as a legitimate wife an Iberian woman, by whom he had one son, a weakling, who he ordered should be Soldan (after him). By a Greek concubine, whom he gave (later on) to a certain powerful emir, he had another; and he had yet another by a Turk; and a lot of Turks and Turkemans conspired with this one to kill the sons of the Christian (women)." Buradaki kullanımında, Türk kapsamına yerli Hristiyan unsurları dahil etmediği ortada. Ona rağmen Türk ve Türkmen kelimelerini ayrı gruplarmış gibi yanyana kullanması bana ilginç geldi. Gerçi Tatar (Tartar) ve Moğol (Mo'al) kelimelerini de bazı yerlerede yanyana sanki iki farklı grupmuş gibi kullanırken, bazı yerlerdeyse birbirinin yerine kullanmış, dolayısıyla aralarında bir ayrım yapmamış gibi gözüküyor. Aynı durum Türk ve Türkmen kelimeleri için de geçerli olabilir. Bu arada, Türk ve Türkmen kelimelerini ne kadar etnik anlamda kullandığı da tartışmalı.

    YanıtlaSil
  7. osman turanın kitabını okursanız eğer aydınlanırsınız onur bey...propoganda yapmayın

    YanıtlaSil
  8. Yukarıdaki Adsızın yorumunu yeni farkettim.

    Adsız,

    Ben propaganda filan yapmıyorum. Ben bu blogda ciddi şeyler konuşuyorum ve amacım mümkün olduğunca gerçeklerin aydınlanması. Osman Turan'ın kitabı derken hangi kitabını kastettiğini belirtmemişsin ve kitaptan alıntı yapmamışsın, bu durumda ben senin bana ne söylemeye çalıştığını nasıl bilebilirim?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder