Antikçağda Tektanrıcı Dünyaya Geçiş

Tektanrıcılığa geçişin en azından iki bağlamda gerçekleştiğini iddia edebiliriz. Bunlardan biri Yahudi dininin kendisi ve diğeriyse Greko-Romen dünyadır. Bu bağlamların sayısını arttırmak elbette mümkündür. Bir yandan İran bölgesindeki değişimleri, yani Zerdüştlüğün tektanrıcılığa doğru gittiği iddiasına dayanan gelişimi ve diğer yandan da Orta Asya pastoral (kırsal hayvancı) topluluklarında rastlanan tektanrıcılık benzeri inanç sistemlerini tektanrıcılığın ortaya çıkışını teşvik eden bağlamlar olarak görebiliriz. Neyin tektanrıcılığın başlangıcı olduğunu görmek biraz da araştırmacının bakış açısına bağlı olduğundan bu bağlamları arttırmak elbette mümkündür ama tartışmamızı, belli bir bölgede ve daha kontrol edilebilir boyutlar içinde kalmak için, yukarıda adı geçen iki bağlamla sınırlayacağız. Bununla beraber farklı bağlamlardan da bahsedilebileceğini unutmamak gerekir ki tektanrıcılığın doğuşunu belli bir dönemle de sınırlamamalıyız. Yahudiliğin ve daha sonra tüm Greko-Romen dünyanın tektanrıcılığa geçmiş olması herkesin bu geçişi aynı anda gerçekleştirdiği anlamına gelmemelidir. Örneğin Araplar yedinci yüzyılda tektanrıcı olmuş, Türkler de daha sonra tektanrıcılığa adım atmıştır. Ayrıca tektanrıcılığı insanlık tarihinde olmazsa olmaz bir evre olarak da görmemeliyiz. Her ne kadar tektanrıcı bireyler tektanrıcılığı doğru tek inanç olarak kabul etse de, yeryüzünde var olan inanç çeşitliliği açısından baktığımızda sadece farklı bir inanç biçimidir.

Farklı Tektanrıcılıklar

Tektanrıcılık tartışmasının daha sağlıklı bir biçimde yürümesini istiyorsak, ilk olarak bu konuyla ilgili terimler ve kavramlar konusunda bilgilenmemiz gerekmektedir. Tektanrıcılık olarak çevrilen monoteizm kavramı tek bir tanrıya inanmaktır ama monoteizm farklı biçimlerde gelebilir. Tek bir tanrıya inanırken diğer tüm tanrıların varlığını reddetmek monoteizmken diğer tanrıların varlığını inkâr etmeden bunların arasından birine en üstün tanrı olarak inanmak da monoteizmdir. Bu arada diğer tanrıların varlığını inkâr etmeden, yani tek bir tanrı olduğunu iddia etmeden yapılan tektanrıcılık da monoteizmdir. Bu karışıklığı ortadan kaldırmak için haliyle farklı terimler kullanmak gerekmektedir. Hepsini aynı kategoride toplama eğiliminde olsak da bunlar farklı pratiklerdir. Tektanrıcılığı diğer tanrıları reddedecek biçimde ifade etmeye monoteizm(tektanrıcılık) derken, var olan tanrıların arasından birini ayrıcalıklı konuma getirerek ona sanki tek tanrıymış gibi tapmaya (bir tür tanrıların tanrısı ama çoğu zaman bu bile açık bir şekilde ifade edilmeyebilir) ama bunu yaparken diğerlerini inkâr etmemeye henoteizm (birtanrıcılık) diyeceğiz. Diğer yandan tektanrıcılık sadece ibadette görülen bir uygulama da olabilir. Dolayısıyla, inanma anlamında olmayan veya ibadetsel tektanrıcılığı bir öğreti düzeyine taşımayan veya tek tanrıya inanıldığını ifade etmeden tek tanrıya ibadet etmeyi de monolatri (tektanrıcı ibadetçilik) olarak adlandıracağız.

Burada dikkat edilmesi gereken iki temel unsur bulunuyor. İlk olarak çoktanrıcılıkla tektanrıcılık arasında melez yapılanmaların olabileceğini dikkate almamız gerekmektedir. İkinci olarak da bu yapılanmaların inançsal düzeyde hemen ve her zaman gerçeklik kazanmadığını, kazanmayabileceğini, ilk başta ve uzun bir süre boyunca ibadet düzeyinde görülebileceğini gözden kaçırmamalıyız. Yukarıdaki terimler de özellikle bu farklılıklara ve bunlarla ilgili süreçlere dikkat çekmek içindir. Çoğu zaman çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa gidiş doğrudan bir geçiş şeklinde düşünülmektedir. Oysa bu aniden gerçekleşmiş bir geçiş olmayıp çeşitli evreler söz konusudur. Nerede çoktanrıcılığın sona erdiği ve nerede tektanrıcılığın başladığı hâlâ tartışma konusudur. Örneğin, henoteizm ya da tanrıların arasında bir tanrıyı diğerlerinden daha ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmek tektanrıcılık mıdır, yoksa çoktanrıcılığın farklı bir biçimde sürmesi midir? Benzer şekilde, tektanrıcılığın ibadet düzeyinde gerçekleştirilmesi yeterli midir, yoksa bunun ilan edilerek inanç düzeyine taşınması mı gerekmektedir?

Tartışmaya ara evreleri öne çıkaran bir bakış açısı getirdiğimizde Greko-Romen dünyada Hıristiyanlıktan çok önce tektanrıcılığa doğru bir gidişin başlamış olduğunu görmemek olanaksızdır. Hem felsefi akımlar düzeyinde hem de çoktanrılı inançlar arasında en azından ibadet düzeyinde “tanrıların tanrısı” kavramına gidiş söz konusudur. Bu dönemde her şeyin arkasında tek bir ilahi güç görme ihtiyacı veya arzusu çeşitli şekillerde kendisini göstermiştir. Henüz diğer tanrıların reddedilmesi ve evrensel tek bir tanrıya inanma anlamında bir tektanrıcılık kendisini göstermemişse de, en azından ibadet ve dini pratikler ve faaliyetler açısından tek bir tanrının veya ilahi gücün diğerlerinden daha ayrıcalıklı konumda gösterilmesi başlamıştır.

İsrailliler

Aynı bakış açısını ilk tektanrıcı din olarak kabul edilen Yahudiliğin kendisine yönelttiğimizde, burada da benzer bir durumun geçerli olduğunu görürüz. Yahudilik de günümüzdeki tektanrıcı yapısına Greko-Romen dünyada gözlemlediğimiz şekilde çeşitli evrelerden geçerek kavuşmuştur. Yahudiliğin çoktanrıcı bir dünyada ortaya çıktığı veya bir adım daha ileri giderek, Yahudilerin ilk başta çoktanrıcı olduğunu ileri sürmek çok dayanaksız bir iddia değildir. Böyle bir geçmişe dair ipuçlarını her şeyden önce Eski Ahit’in kendisinde görmekteyiz. Her ne kadar Yahudiliğin çoktanrıcılıktan koparak tam anlamıyla tektanrıcı bir din olarak belirmesiyle ilgili fikir ayrılıkları bir sonuca bağlanmamışsa da, tektanrıcı ifadelerin MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda belirmeye başladığını görüyoruz. Neden bu dönemde Yahudiliğin içinde böyle bir değişime rastlıyoruz?

Bu soruyu yanıtlamak kanıtların yetersizliğinden ötürü çok kolay değil ama yine de bazı varsayımlarda bulunmak mümkün gözüküyor. Bu varsayımları ayrıntılarıyla tartışmak bu çalışmanın amacı değil. Burada asıl görmemiz gereken nokta, bu dönemde Yahudi toplumunda bazı önemli kimliklerle veya bunlara dair referanslarla ilgili değişikliklerin ortaya çıktığıdır. Tarihsel olaylar açısından baktığımızda bu dönem Yahudilerin Babil’e sürülmesine, yani sürgün dönemine denk gelmektedir. Sürgün İsrail krallığının sonunu, İsrail ileri gelenlerinin İsrail topraklarından Babil’e sürülmesini getirmiştir (genel kanının aksine tüm halk sürülmemiştir). Nebukadnezar İsraillilerin tapınağını ve Kudüs’ü yıkmıştır (MÖ 587). Bu olay İsrailliler’i büyük bir travmaya sürüklediği gibi, var olan toplumsal ağları da dağıtmış, daha sonra farklı yapılanmaların ortaya çıkmasını getirmiştir. Sürgün İsrail tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu andan itibaren Yahudilik veya İsrail dini kendisini çoktanrıcı yapısından uzaklaştırmaya ve tektanrıcı bir görünüm kazanmaya başlamıştır.

Sürgünden önce dışarıya kapalı bir İsrail toplumu görüyoruz. Söz konusu olan dini değil, etnik bir kimliktir. Yahudi olmak, Yahudi kanı taşımak önemlidir. İsrailliler krallıklar ve kabileler şeklinde örgütlenmiştir. Bu dönemde tektanrıcılıktan bahsedilecek olursa bu henoteizm (birtanrıcılık) ve/veya monolatridir (tek tanrıcı ibadetçilik). Çoktanrıcı yapının tanrılarından biri daha ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiş olup buna ibadet edilmektedir veya farklı grupların farklı tanrılara kendi tanrıları olarak tapması söz konusudur. Henüz evrensel ve tüm diğer tanrıları reddeden bir tektanrıcılık gelişmemiş olduğu gibi, çoktanrıcılık da azımsanmayacak ölçüde İsrail toplumunun parçasıdır. Bu ortamda İsrail toplumu içinde zamanla tek bir tanrıya (Yehu(o)va) ibadetin başladığını söyleyebiliriz. Bu gelişim muhtemelen sürgünden önce gerçekleşmiştir ama bu, monoteizm biçiminde olmamıştır; çoktanrıcı ortam ve unsurlar hâlâ vardır. Yehova kimisi için tanrıların tanrısı konumundayken, kimisi içinde diğer tanrıları reddetmeyi getirecek bazı yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Fakat iki şey kesindir: Diğer tanrıların inkârı henüz yoktur ve İsrail tanrısı evrensel bir tanrı olarak düşünülmemektedir. Özellikle evrenselliğin henüz gelişmemiş olması, İsrail’de sürgün öncesinde var olan dini yapının monoteist olduğunu iddia etmemizi zorlaştırmaktadır. İsrail etnik kimliğinin dışındaki ilahi güçler hakkında iddiada bulunmama ve Yehova’yı etnik bir tek tanrı şeklinde düşünmek tektanrıcılık olarak görülmek zorunda değildir. Olsa olsa bir henoteizmden bahsedilebilir. Hatta henoteizm bağlamında gerçekleşen tektanrıcılığın da bir öğreti (yani inanç) şeklinde değil, daha ziyade ibadetsel bir yaklaşım şeklinde ortaya çıkmış olması da bu tektanrıcılığı monolatri (tektanrıcı ibadetçilik) düzeyinde düşünmemizi gerektirmektedir. Kısacası, tektanrıcılığın bugün aşina olduğumuz temel unsurları henüz bu evrede mevcut değildir. Monoteizm bu dönemde henüz yoktur.

Babil hükümdarı Nebukadnezzar’la birlikte gelen yıkımın ve onun ardından da sürgünün en büyük etkisinin, İsraillilerin kimlikleriyle olan ilişkisini sarsıntıya uğratması olduğu sanılmaktadır. Krallık ve tapınak yıkılmıştır. İsrail toplumunun bu iki temel dayanağı ortadan kaldırılmıştır ama diğer yandan aile biçimindeki grup anlayışının (burada söz konusu olan günümüzün çekirdek ailesi değil, büyük aileler ve hatta kabiledir) geçerliliği de ciddi derecede sarsıntıya uğramıştır. Bu grup anlayışını çok genel bir şekilde tipik bir ailenin sunduğu akrabalık ilişkileri biçiminde düşünebiliriz. Çoktanrıcılık da bir bakıma bu tür bir toplumsallaşmanın yansıtılmasıdır diyebiliriz. Yıkım ve sürgün İsrail ailesini parçalar ve dağıtır. Geride kalanlar ailelerinden kopartılmış bireyler, İsrail etnik ailesinden kopartılmış birimlerdir. Bu birimler yurtları olarak gördükleri mekândan da uzaklaştırılmıştır. Mekâna ve etnik gruba bağlı olarak gelişmiş tanrının temel unsurlarından yoksun kalmışlardır. Yehova belli bir yere ve etnik gruba ait bir tanrı, bir ilahi güçtür. Sürgüne gönderilmiş İsrailliler, inançlarıyla olan ilişkilerini tekrar tekrar üretmelerini sağlayan fiziksel bağ ve koşullardan uzaklaştırılmıştır. Bu noktada farklı gelişmelerin ortaya çıkması gayet doğaldır. İsrailliler ya farklı toplumların bünyesinde eriyerek kimliklerini tamamen yitirecek ya da varlıklarını sürdürmelerini sağlayacak farklı kimlikler ve pratikler geliştirecektir.

İsrail toplumunda soy sop ilişkilerine dayanan bu aileci grup yapısının yukarıda bahsedilmiş olaylar sonucunda sarsılmış olmasının inanç düzeyinde de tektanrıcılığı özendirdiği, çoktanrıcılığın aile benzeri yapısının yerini bu yapının ortadan kalktığı bir bağlamda var olan tek bir tanrının aldığı ileri sürülmüştür. Diğer yandan, aynı dönemde etnik kimlik anlayışının yerini dini kimliğin, dünyevi ve ilahi düzeylerde grupsal sorumluluğun yerini de bireysel sorumluluğun aldığını görüyoruz. İsrail dini doğrudan kana dayalı ilişkilendirmeden daha farklı bir boyutta oluşturulan bir ilişkilendirilmeye kaymaktadır. Kral otoritesinin ve liderliğinin yerini rahiplerinki almaya başlamış, Yehova kralla ilişkilendirilirken tüm İsrail halkıyla ilişkilendirilir olmuştur. Artık önemli olan katı etnik ilişki değil, daha esnek bir yapı sunan aynı dini paylaşma, aynı dine ait olma ilişkisidir. Sadece tek bir tanrının var olmaya başlamasıyla birlikte mümin, yani inanan da bireyselleşmiştir. Var olan toplumsal grup da aynı kandan bireylerin ailesi değil, aynı dinden bireylerin cemaatidir artık. Bu arada ilk kutsal metinler de belirmeye başlamıştır. Bu gelişmenin, İsrail’den kopartılmış olmayla bir ilgisi olduğu da düşünülebilir. Sürgün, dinle ilgili bilginin aktarılmasını önemli bir soruna dönüştürmüş ve bunun sonucunda da kutsal metinler belirmiştir.

Tanrıyla ilgili içerik değişiklikleri de söz konusudur. Yehova, aile babası rolünden sıyrılmış bireysel tanrı figürünün dışında, cezalandıran bir tanrı da olmuştur ama en önemlisi artık evrensel bir tanrıdır. Her şeye gücü yeten, her yerde olan ve tüm evreni yaratmış bir tanrıdır söz konusu olan. İsrail tanrısının tüm evrenin tanrısı olması monoteizme giden yolda önemli bir adımdır. Artık var olan sadece İsrail halkının tanrısı değil, tüm evrenin tanrısıdır. Son gelişmeyi sürgün olayının bir sonucu olarak da görebiliriz. Kendi topraklarından uzaklaştırılmış İsrail tanrısının diğer topraklarda da gücü olması gerekmektedir. Aksi takdirde sürgündeki İsraillilerin tanrısız kalma ihtimali vardır. Diğer yandan, aynı gelişme İsraillilerin dünyevi yaşamda her şeylerini kaybetmeleriyle ilişkilendirilmektedir. Dönemin güçlü imparatorluklarının karşısında (Babil, Pers) kendilerini güçsüz hisseden ve sonunda krallıklarını da kaybeden İsraillilerin bu açıklarını ilahi düzeyde evrensel tanrı fikriyle kapattıkları ileri sürülmüştür. Yeryüzünde dibe vuran İsrailliler gökyüzünde, yani ilahi dünyada ulaşabilecekleri en üst noktaya ulaşmıştır: Her şeyin yaratıcısı evrensel bir tanrının seçilmiş halkı.

İsrail tektanrıcılığının ortaya çıkması elbette bir anda olmamıştır. Şu ana kadar anlatılmış gelişmeler uzun bir dönemde gerçekleşmiştir ama kısaca şunu söyleyebiliriz. Sürgünden önce çoktanrıcı bir yapı baskındır. Sürgünden sonraysa tektanrıcı zihniyet kendini göstermeye başlamış, günümüzde aşina olduğumuz Yahudi dininin ilk unsurları ortaya çıkmaya başlamıştır. Fakat Yahudi dininin tam anlamıyla günümüzdeki biçimini kazanması MS 70 yılında Tapınağın ikinci kez yıkılmasından sonra gerçekleşecektir. Örneğin, Sinagoglar MÖ 3. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Konumuz bu ayrıntılara girmemizi gerektirmemektedir. Bizi burada asıl ilgilendiren ayrıntı monoteizmin İsrail bağlamında nasıl ortaya çıktığını görmektir ve bu süreçte dikkat edilmesi gereken en önemli nokta tektanrıcılığın yeni bir dini zihniyet olarak belirmediğidir. Asıl gerçekleşen, İsraillilerin içine düştükleri koşullardan ötürü kendi tanrılarını öne çıkarması, kendi tanrılarını yüceltmesidir. Burada tektanrıcılık seçeneği İsrailliler açısından en geçerli stratejidir; varlıklarını sürdürmeleri buna bağlıdır. Bu, içine düştükleri olumsuz koşulları kendi avantajlarına dönüştürmelerinin yoludur. Ceza, cezalandırılma ve cezalandıran tanrı düşüncesinin belirmesi de bu açıdan baktığımızda anlam kazanmaktadır. Sürgün ve İsrail’in yıkılması ancak işledikleri günahlardan ötürü İsraillileri cezalandıran tanrı biçiminde açıklanabilir. Bunu tersi tanrılarının yetersizliğini kabul etmek olacaktır ki bu da İsraillilik kimliğinin sonunu getirebilecektir. Çünkü Yehova’nın yetersizliği İsraillilerin yetersizliğidir. Neticede farklı bir dini zihniyete gidiş değil, Yehova’nın değişen koşullara uyumlu hale getirilmesi söz konusudur. Bu uyumlu hale getirmenin sonucu da monoteizm olmuştur.

Yorumlar