Antikçağ Dini Pratiği

Tüm bunları göz önüne alarak antikçağ dinlerine yaklaştığımızda, ilahi olanın aslında bir güç olduğunu görürüz. Aynı durum bize özgü tektanrıcı dinler için de söz konusudur ama gene de bir farklılık vardır. Antikçağ dininde güç olarak ifade edilen aslında doğa kaynaklı güçlerin veya doğa güçlerinin ifade edilmesidir.[1] Bu tanımın bile eksik olduğu düşünülebilir. Antikçağ dininin öznesi ilahi güçle ilişkiye giren birey değil, ilahi güçlerle ilişkilere geçen topluluk olduğundan, güç olarak ifade edilen, topluluğun dışında bulunan ve öfkesi ya da rastlantısal eylemleriyle topluluğu tehlikeye sokan her türlü güçtür. Doğa güçleri tanrı ve tanrıçalar olarak tanımlanabileceği gibi, topluluğu tehdit eden bir kral veya hükümdar da rahatlıkla tanrı konumuna yükseltilebilir. Yani dini pratiğin özünde topluluğun baş etmekte zorlanacağı veya zorlandığı bir süreç veya görüngünün (ki bu yüzden bir güçtür) topluluk tarafından anlaşılır ve uğraşılabilir duruma sokulması vardır. Antikçağın tanrısı dolayısıyla daha basit bir kavramdır. Topluluk üstünde olağandışı, olağanüstü ve sonuçları belli bir sisteme oturtulamayan dış etkinin, topluluğun alışkın olduğu, kendisini yabancı hissetmediği ve sayesinde kontrol edebileceğine inandığı bir sisteme dahil edilmesidir. Aslında sisteme dahil etme, bu dış etkinin etkisizleştirilmesi, topluluğa verebileceği zararın ortadan kaldırılması olarak anlaşılmamalıdır. Sisteme dahil etmenin bunu başaracağının garantisi yoktur ama bu sayede topluluğun daha güçlü bir şekilde kenetlenmesi, kendine inanması, yani var olması sağlanmaktadır. Topluluk dış etkilerin temsil ettiği ve aslında çözümsüz olduğu itiraf edilmese de varlığı bilinen tehlikelere rağmen, sağlıklı kabul edilecek bir düzeyde faaliyette bulunmaya devam eder. Antikçağ dininin ana işlevi budur denebilir.

Güç – İbadet – Düzen ilişkisinin tüm dinler için geçerli olduğunu düşünebiliriz. Ne de olsa insanın en temel arzusu çevremizde olup biten her şeyi bilmek, yani kontrol etmektir. Kontrolün, eylemde bulunan şeyin bir sonraki hareketini ya da sonunda nereye varacağını bilmek veya bunu belirlemek olduğunu düşünebiliriz. Bunların her ikisi de bir şeyi diğerlerinden önce bilmeye dayanır. Bunu yapmadığımız zaman rahatsızlık hissederiz. Özellikle anlayamadığımız veya kontrol edemediğimiz bir güç veya güçler toplamının karşısında bulunduğumuzda, ne olacağını önceden bilmek veya etkilemek bir anda çok önemli olur. Yunan veya antikçağ polisinin (kent/site devletinin) çözmeye çalıştığı sorun da budur. Bunun sadece polise değil, tüm antikçağa özgü olduğu düşünülebilir. Fakat bu en fazla polis sisteminde kendisini göstermiş bir ilişkidir ve bunun arkasındaki neden de muhtemelen polislerin büyük kısmının bir süre sonra demokratik politelere (siyasi birimlere) dönüşmüş olmasıdır. Mezopotamya’da da aynı ilişki söz konusudur ama orada toplumun içindeki güç kendisini eşit şekilde dağıtmamıştı. Toplumda düzeni oluşturma mücadelesi her zaman herkes için aynı anlama gelmeyebiliyordu. Oysa Yunan polisine baktığımızda, her yurttaşın toplumsal düzeni sürdürme konusunda aynı konumda olduğunu, bu konuda yurttaşların kenetlendiğini görüyoruz. Sınıf farklılıklarına rağmen, her yurttaş yurttaş olma konusunda diğeri yurttaşla aynı konumdadır. Zengini zengin yapan içinde bulunduğu ekonomik koşullar olabilir ama yurttaşı yurttaş yapan içinde bulunduğu toplumdur. Yurttaş, yurttaşı olduğu polis var oldukça yurttaştır. Burada dikkat etmemiz gereken ayrıntı, yurttaş olmanın polis dünyasında önemli bir değer olmasıdır. Buradan yola çıkarak toplumsal düzen fikrinin polis dünyasında çok daha önemli bir yeri olduğunu düşünebiliriz.

Toplumsal düzen veya daha doğrusu polis çeşitli güçlerden oluşan bir evrende var olmaya çalışır. Bu güçlerle oluşturduğu ilişkiler polisin bir düzenin parçası olarak var olmasını sağlar. Bu ilişkilerin oluşturulması, bu güçleri memnun etmekten geçer. Antikçağ insanının en büyük korkusu güçlerin, yani tanrıların (tanrıçaların) öfkelenmesidir. Mesele onların öfkelenmemesini sağlamaktır. Bu yüzden evrendeki düzeni bozacak hareketlerden kaçınılır ve bir şekilde bu düzenin bozulması söz konusu olursa, bozulmanın kaynakları bulunarak düzen yeniden sağlanmaya çalışılır. Sonuç olarak Yunan veya antikçağ polisinde:

Güçler --> İlişki (İbadet = Ayin) --> Toplumsal Düzen (Refah)

Buradaki ilişki açısından baktığımızda, dinin görevi insanla tanrılar arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Buradaki insan, belli bir grubun içinde ve bu grup aracılığıyla var olan, yani toplumsal insandır. Günümüzde bu derece sıkı bir toplumsallık söz konusu değildir. Çeşitli gruplarla bağlantı içindeyizdir ama bunlar yaşantımızın çeşitli evrelerinde dahil olduğumuz, sonuç olarak bizim seçimimize bağlı gruplardır. Bir kısmına tüm yaşantımız boyunca üye olsak da, hiç biri mevcudiyetimizin zorunlu koşullarından değildir. Yunan polisinde durum farklıdır ve bu farklılığın neredeyse tüm antikçağ için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Birey toplumsaldır. Dilediğinde terk edebildiği gruplar elbette vardır ama kim olduğunu belirleyen ve terk etmesinin söz konusu olmadığı gruplar da vardır. Birey olarak kim olduğu çoğu zaman hangi gruplara (soy) ait olduğuyla belirlenir. Polis, bu tür grupların bir araya gelmesinden oluşur. Polisin temsil ettiği toplulukta her bireyin bir yeri, yani geldiği bir grup vardır. Polis bu grupları bir arada tutan hiyerarşinin en üstü ve bu hiyerarşiyi bir kapsül gibi saran üst kimliktir.

Din, bu tür bireyle tanrılar arasındaki ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, düzenlenen aslında hiçbir zaman sadece bireyin ilişkileri değildir. Eğer bireyle tanrılar arasındaki ilişkiler bozulmuşsa, bireyin dahil olduğu grupla tanrılar arasındaki ilişkiler de bozulmuştur. Bu açıdan bakıldığında din bir düzeni sürdürmeye çalışır. Dine inanmak, yani dindar olmak, bir yandan polisin tanrılarla ilişkileri düzenlemek için ürettiği simgesel sistemin etkili olduğuna inanmak, diğer yandan da bu sisteme elden geldiğince etkin bir şekilde katılmaktır.[2] Antikçağda dindarlığın tanımı genel olarak budur. Bunun dışında bir dindarlık anlayışı beklememiz boşuna olacaktır. Bu reçete farklılıklar gösterebilir; köylerdeki durum kentlerdekinden farklı olabilir ama sonuçta neredeyse her yerde söz konusu olan, düzenin korunması. Bazı yerlerde bu düzeni koruma anlayışı çok daha ciddiye alınabilir, arkasında çok daha güçlü bir topluluk bulunabilir. Neticede topluluğu oluşturan bağların çok daha fazla emek gerektirdiği, yani çok daha fazla değişkene bağlı olduğu durumlarda, düzeni koruma ideolojisinin çok daha önemli olmasını bekleyebiliriz. Düzeni koruma ideolojisinin, bir topluluğa ait olma bilincinin en çok geliştiği yerlerde en güçlü olması şaşırtıcı olmamalı.

Tanrılara gelince, bu bölümün ilk paragrafında belirtildiği gibi, doğada var olan güçlerin canlandırılmasıdır,[3] fail icat edilmesidir. Tanrıları insanlardan ayıran özellik güçtü. Her tanrı veya tanrıça, her an kontrolden çıkarak zarara ve yıkıma, kısacası düzensizliğe, kargaşaya neden olacak bir güce karşılık geliyordu. Antikçağın tanrıları en azından iki konuda farklıydılar. Birincisi ayrı bir yerde, insanların, yani bu dünyanın dışında bir yerde değildiler.[4] Polis ve ilişkiye girmesi gereken güçler aynı evrenin parçasıydı. Polis bu evrende, düzeni oluşturan veya bunu sağlayan güçlerle birlikte, onların kendisine iyi davranmasını sağlayarak ama bir bakıma onlara rağmen var olmaya çalışan bir siyasi topluluktu. Tanrılar insanların arasında, onlarla birlikte yaşamakta, yaşamlarına müdahale etmekteydi. Aralarında aşağıdaki şeklin ima ettiği düzeyde bir sınır yoktu ama diğer yandan polis, bu güçlerle ilişkiye geçerek var olan şey olma anlamında farklı bir konumdaydı; çünkü bir yandan onların yarattığı düzenin sonucu ve parçasıydı, bir yandan da bundan biraz daha fazlasıydı. Polis, çeşitli ilişkiler şeklinde oluşturulmuş düzen açısından bakıldığında, evrenin küçük bir kopyasıydı ya da polis, kendi hiyerarşik ve ilişkili yapısından yola çıkarak, bu yapının yansıması olan bir evren imajı yaratmıştı. İkinci yaklaşım daha uygun gözüküyor ki, buna göre, antikçağ Yunanlıların dünyasının sürekli birçok ilişkinin birbiriyle uyumlu hale getirilmeye çalışıldığı bir dünya olduğu görülüyor. Her an bir şeylerin ters girme ihtimali var ve bu yüzden sürekli toplumsal ayinlerin yapılması gerekiyor. Bunlar başka bir boyuta, ölümden sonra gidilen bir dünyayla ilgili değildir. Ölümden sonra ne olduğu Yunanlıları ilgilendirmemektedir; varsa yoksa yaşadıkları dünya ve bu açıdan bakınca, oldukça dünyevi bir din söz konusudur.[5]

Antikçağ tanrıları bir başka açıdan da farklıydı ve bugüne kadar bir slogan olarak gelmiş olan da bu farklılıktır: Çok sayıda tanrının varlığı. Tanrılar çoktur. Tüm güçler tek bir tanrıya ait değildir ve bu da hiçbir tanrı veya tanrıçanın her şeye kadir olmadığını göstermektedir. Karşımızda duran, her şeye gücü yeten tek bir ilahi güç değil, aksine bilgi ve gücün özel biçimlerine karşılık gelen tanrı ve tanrıçalardır.[6] Evren çeşitli güçler tarafından paylaşılmıştır ki, Yunanlılara göre tek güç türü tanrı da değildir. Tanrıyla insan arasında var olan başka kutsal varlıklar veya güç biçimleri (daimon ve kahraman) de vardır. Bunların da insan yaşamını etkileyecek güçleri vardır.[7] Demek ki hem tek bir güç yoktur hem de tek bir güç türü yoktur. Antikçağ dünyası birçok özel gücün çeşitli ilişki, çelişki ve çatışmalar şeklinde bir araya geldiği bir yerdir. Bu dünyanın güçsüz varlığı insana gelince, o tüm bunların içinde var olmaya çalışmaktadır.

Yunan polisine baktığımızda, kabile, deme, phratry (fratri), genos ve aile gibi gruplardan oluştuğunu görüyoruz.[8] En altta aile, en üstte de polis bulunmakta, bu ikisinin arasını da bu gruplar doldurmaktadır. Bu hiyerarşinin özellikle Atina polisinde çok gelişmiş olduğunu görüyoruz. Antikçağ açısından baktığımızda, aslında çok farklı bir durum yoktur. Sadece Atina bu konuda herkesten ileri gitmiştir. Hiyerarşik bir yapı vardır; x sayıda deme y sayıda kabile denk gelmektedir ve belli sayıda kabile de polisi oluşturmaktadır. Atina polisine ait bir yurttaş bunların hepsine üyedir. Her grubun kendisine ait ayini, ayinin yapılacağı bir yer ve tanrısı vardır. Ayinler çeşit çeşittir. Ailenin yaptığı ayinler olduğu gibi, sadece polis için düzenlenen ayinler de vardır. Bu ayinler sayesinde bu grupları oluşturan bağlar tanınmakta, tekrar tekrar üretilmektedir. Polisi ayakta tutan, bir yığın grup ve bu grupların düzenlediği ayinlerdir. Düzen çeşitli düzeylerde oluşturulmaktadır. Bu da aynı tanrının çeşitli düzeylerde, o grubun adıyla eşlenerek sahiplenilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Örneğin, Zeus olarak bilinen ve egemenlik kavramını temsil eden tanrı çeşitli adlarla eşlenmiş şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu da kaç tane Zeus olduğu sorusunu akla getirmektedir? Üstelik Zeus toplumsal gruplarla değil insan faaliyetleriyle de ilişkilendirilmektedir; çeşitli faaliyet adlarıyla gelen zeuslar da vardır. Burada bir kez daha, tanrıların belli ilahi özellikleri olan bireyler olmadığını, çeşitli özelliklerin farklı şekillerde ifadesini bulan güçlere karşılık geldiğini görüyoruz. Zeus’un tek olması tek ve özel bir kişi anlamında değil, tek bir ilahi güç anlamındadır. Bu ilahi güç bazen bir teklik bazen de bir çokluk olarak kendisini ifade etmektedir.[9] Yunanlıların tanrılarını insan olarak temsil etmiş olması, onları insan olarak gördükleri şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsan olarak temsil etmelerinin arkasındaki neden, gerçek insan bedeninin mükemmelliği, güzelliği ve gençliğinin kişide, ilahiye dair özellikleri uyandırmasına inanmalarıdır.[10] Yunanlıların veya daha genel çerçevede antikçağlıların asıl üzerinde yoğunlaştığı güç kavramıdır. Zamanla çeşitli güçlerin varlığına inanmadan tek bir ilahi güce inanmaya doğru gidilecektir.

Buraya kadar daha çok polis dini olarak adlandırabileceğimiz kentsel dinle uğraştık. Gerçekten de bu dönemde ön planda olan topluluğun düzeninin sağlanması anlamındaki dindir. Kişinin refahı veya iç huzuru daha çok grupların gerçekleştirdiği ayinlerle ilişkilendirilmiştir ama zaten böyle bir zihniyet bu dönemde din olarak algılanmamaktadır. Polisin varlığı birinci önemdedir ve dinsizlik polisin refahını, geleceğini tehlikeye atan davranışlar olarak algılanmaktadır. Örneğin, düzeni kurmayı sağlayan simgesel dünyanın sürekliliği için düzenlenen ayinlere katılmamak veya karşı olmak çok ciddi bir suç olarak kabul edilmektedir. Bu noktada bir başka farklılık daha ortaya çıkmaktadır. Yunan polisi dünyasının dini, ayin ağırlıklıdır. Ne bir kutsal kitabı, ne bir dogması ne de bir itikadı vardır. Önemli olan, çeşitli düzeylerde gerçekleştirilen ayinler ve festivallerdir. Festivallerin takvimi vardır ve bunun titiz bir şekilde takip edilmesi siyasi yöneticilerin işidir. Çeşitli grupların dini faaliyetlerinin, yani kült (kendine özgü, genel eğilimden farklı dini grup) faaliyetlerinin yerine getirilmesi, faaliyetleri yerine getirenlerin ne düşündüğünden daha önemlidir. Yani dinsel olarak kabul edilen, bireyin ne düşündüğü değil ne yaptığıdır, itikadı ne kadar kavradığı değil (çoğu zaman bir itikat ve ilkeleri yoktur) ayini nasıl gerçekleştirdiğidir. Antik Yunan kentsel dini nasıl veya ne düşünüldüğü değil, nasıl yapıldığıyla ilgilidir.

Yunan kentsel dininin ibadet şekli ayinlerin merkezinde kurban verme vardı. Kurban, topluluk üyelerini birbirine kenetleyen bağların ifadesi olurken, ilahi dünyayla iletişimi sağlayan ayrıcalıklı konumdaki araçtı. Karşılığındaysa, tanrılar insan topluluğunun varlığının belli bir konumda sürmesine izin vermekteydi.[11] Her gün, Yunan dünyasının sayısı bini aşan siyasi topluluklarının (polislerinin) her birinde yüzlerce kurban verme faaliyeti farklı bağlamlarda yer alıyordu.[12] Tüm bu kurban ayinlerinin sıkı bir şekilde uyması gereken belli kurallar ve izlekler (prosedür) bulunuyordu. Bu ayinlerin kentsel kültle (polis mezhebi) ilgili olanlarının bir takvimi vardı ve bu, polisin siyasi ve günlük yaşamının ritmini oluşturuyordu.

[1] Finn, 47.
[2] Zaidman, 15.
[3] Finn, 47.
[4] Vernant, 111.
[5] Allock, 144.
[6] Vernant, 113.
[7] Zaidman, 176.
[8] Mikalson, 83.
[9] Vernant, 108-109.
[10] Zaidman, 217.
[11] Age., 29.
[12] Age., 30-31.

Yorumlar