tag:blogger.com,1999:blog-83795355633122613992024-03-14T19:29:04.657+03:00TİMUÇİN BİNDER'İN NOTLARI<b><center>TARİH, ANTROPOLOJİ, ARKEOLOJİ, EVRİM, ANADOLU,EGE, AKDENİZ<br>
History, Anthropology, Archaeology, Evolution, Anatolia, Mediterranean, Aegean, Mare Nostrum</center></b>timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.comBlogger247125tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-3502384423564009052017-03-19T09:48:00.001+03:002017-03-19T09:48:43.762+03:00Giritli Müslümanların Geçmişi <!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:TrackMoves/>
<w:TrackFormatting/>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:DoNotPromoteQF/>
<w:LidThemeOther>TR</w:LidThemeOther>
<w:LidThemeAsian>X-NONE</w:LidThemeAsian>
<w:LidThemeComplexScript>X-NONE</w:LidThemeComplexScript>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
<w:SplitPgBreakAndParaMark/>
<w:DontVertAlignCellWithSp/>
<w:DontBreakConstrainedForcedTables/>
<w:DontVertAlignInTxbx/>
<w:Word11KerningPairs/>
<w:CachedColBalance/>
</w:Compatibility>
<m:mathPr>
<m:mathFont m:val="Cambria Math"/>
<m:brkBin m:val="before"/>
<m:brkBinSub m:val="--"/>
<m:smallFrac m:val="off"/>
<m:dispDef/>
<m:lMargin m:val="0"/>
<m:rMargin m:val="0"/>
<m:defJc m:val="centerGroup"/>
<m:wrapIndent m:val="1440"/>
<m:intLim m:val="subSup"/>
<m:naryLim m:val="undOvr"/>
</m:mathPr></w:WordDocument>
</xml><![endif]-->
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiBfHFwI-Q74rQ-dRPl84lPzqEiG6ec-Umw1_kJxOR2UQDttSGoMKc0m8gxatw05KZBrG6dkr5mo1c408PFZuIBNvrNKkkBEod6xsrpGof3SBNUn5nBx7PPokpv7zzce5BbuNQKtgQNC3E/s1600/GiritOsmanl%25C4%25B1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="170" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiBfHFwI-Q74rQ-dRPl84lPzqEiG6ec-Umw1_kJxOR2UQDttSGoMKc0m8gxatw05KZBrG6dkr5mo1c408PFZuIBNvrNKkkBEod6xsrpGof3SBNUn5nBx7PPokpv7zzce5BbuNQKtgQNC3E/s320/GiritOsmanl%25C4%25B1.jpg" width="320" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Girit göçmenlerinin (hem mübadil hem muhacir) üzerinde
Anadolu’ya ayak bastıkları andan itibaren bir baskı söz konusu olmuştur.
Geldikleri birçok yerde “gavur” veya “yarı-gavur” olarak adlandırılmışlardır.
Bunun sebebi muhtemelen neredeyse hepsinin anadilinin Yunancanın Girit lehçesi
olmasıydı. Bu yüzden, Kurtuluş Savaşı veya o günkü adıyla İstiklal Harbi esasen
Yunanlılara karşı verilmiş olduğundan, büyük ihtimalle Yunanlılarla
ilişkilendirilmişlerdi. Yarı-gavurluğa terfi etmeleri herhalde Müslüman olmalarının
anlaşılmış olmasındandı. Bu tavra bazı başka Yunanistan göçmenleri de maruz
kalmıştır. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu tavrın Girit göçmenlerinin geçmişlerine ve de
tarihlerine yaklaşımları üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Gavur veya
yarı-gavur olarak görülmemek için kendilerinin en az onları bu şekilde
adlandırılanlar kadar Türk olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu sebeple geçmişlerini
büyük ölçüde çarpıtmışlardır. Bu söyleme göre, Giritli göçmenlerin ataları
aslında daha önce Anadolu’da yaşayan Türklerdi ve Girit’in fethedilmesiyle
buraya yerleştirilmişlerdi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu anlatı çeşitli sorunlar içermektedir. İlk anda
görülenler şunlardır: Girit göçmenlerinin büyük kısmı neredeyse hiç Türkçe
konuşmamaktaydı. Yani eğer hemen fetihten sonra buraya yerleştirilmiş idiyseler,
iki yüz yıl içinde dillerini tamamen unutmuşlardı. Aslında iki yüzyıldan da
önce unutmuşlardı. Çünkü adaya on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, yani
1850’lerden önce gelmiş gezginlerin hepsi hem Müslümanların hem de
Hıristiyanların Yunanca konuştuklarını belirtmektedir. Bir dil bu kadar hızlı
ve bu kadar tamamen nasıl unutulabilir? Anadolu’dan buraya yerleştirilen Türklerin
sayısı herhalde birkaç yüz değildi. Zaten kayıtlardan adadaki Müslüman
Hıristiyan nüfusunun bir dönem neredeyse eşit olduğunu biliyoruz. Bu kadar
kalabalık bir Türk nüfusu neredeyse 100-150 yıl içinde dilini nasıl unutur?
Sonuçta şunu biliyoruz: (1) Çok daha önce Balkanlara yerleştirilmiş Türk
toplulukları mübadeleyle geri gelirken, neredeyse 400-500 yıl sonra hala
dillerini konuşuyorlardı. (2) Giritli göçmenlerin kendileri, Türkçe konuşulan
bir ortamda olmalarına rağmen konuştukları Yunancayı hemen unutmadılar. Bu dil
en az üç nesil varlığını sürdürdü. Oysa Girit’teki çok daha kalabalık Türk
topluluğu, Türkçe konuşulan Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkçelerini
tamamen unutmuşlar. Normal bir durum değil. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Benzer bir görüş şarkılar ve türküler için de ileri
sürülebilir. Girit’ten ayrılmalarının üzerinden 100-120 yıl geçmiş olmasına
rağmen, Giritli göçmenler Yunanca şarkılarını hala hatırlamaktadırlar ve
Yunanca şarkılardan hala hoşlanmaktadırlar. Bu elbette yanlış bir şey değil.
Ama Anadolu’dan gelmiş olmalarına ve adada topu topu iki yüzyıldan biraz fazla bir
süre kalmış olmalarına rağmen, adaya gelmeden önceki geçmişlerine dair hiçbir
Türkçe şarkı veya türkü veya başka bir kültürel faaliyet hatırlamamaktadırlar.
Bu da normal değil. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu arada adada iki yüzyıldan biraz fazla bir süre
kalmış olmalarına rağmen adaya duydukları sevgi ve tutkuları, daha önce gelmiş
oldukları topraklarına gösterdikleri yaklaşımdan çok daha farklıdır ve çok daha
fazladır. Bu sadece atalarının izlerini süremediklerinden midir? Nereden
geldiklerini bilmediklerinden midir? Ama bu kadar büyük toplulukların bir
yerden bir yere aktarılmaları genelde bilinir. Böyle bir göç ancak bir
fermanla, devletin buyurmasıyla olabilir. Bu ferman ya da buyruk nerede?
Örneğin, Kıbrıs’ın fethi sonrası böyle bir fermanla Orta Anadolu’dan birçok
Türk topluluğu Kıbrıs’a yerleştirilmiştir. Kıbrıs’ta Türkçe dili hiçbir zaman
kaybolmamıştır. Kıbrıslı Türkler her zaman Türkçe konuşmuştur. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bunlar ilk bakışta akla gelen sorular daha da
önemlisi, Osmanlı’nın Girit’e Türk toplulukları yerleştirmemiş olmasıdır.
Girit’e Türkçe bilen yöneticiler, yeniçeriler ve dervişler yerleşmiştir ama
bunların dışında başkaları getirilmemiştir. Tabii bu arada Osmanlı yönetici
sınıfının ve yeniçerilerin büyük kısmının devşirme olduklarını da eklemek
gerekiyor. Eğer Osmanlı Girit’e Türkmen grupları gibi Türkçe konuşan
topluluklar yerleştirmediyse, o zaman Giritli Müslümanların kökenine dair tek
bir seçenek kalmaktadır: O da adanın Ortodoks nüfusunun din değiştirerek
Müslüman olmuş olmasıdır. Bu seçenek Giritli Müslümanların büyük kısmının neden
Türkçe değil de Yunancanın Girit lehçesini konuştuklarını da açıklamaktadır. Bu
elbette kötü bir durum olarak anlaşılmamalıdır. Eğer Türkçe konuşan birinin
kökeni doğrudan Orta Asya’dan gelmiyorsa (ki son çalışmalara göre Anadolu’ya
Orta Asya’dan gelmeyenlerin sayısı hiç de az değildir), o halde o kişi büyük
ihtimalle bir zamanlar Hıristiyan olmuş ve sonradan Müslümanlığa geçmiş birinin
soyundandır. Sonuçta Araplar da dahil herkes sonradan Müslüman olmadı mı? Daha
sonra devam etmek üzere…</div>
<div style="text-align: justify;">
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" DefUnhideWhenUsed="true"
DefSemiHidden="true" DefQFormat="false" DefPriority="99"
LatentStyleCount="267">
<w:LsdException Locked="false" Priority="0" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Normal"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="heading 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 7"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 8"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 9"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 7"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 8"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 9"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="35" QFormat="true" Name="caption"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="10" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Title"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="1" Name="Default Paragraph Font"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="11" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtitle"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="22" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Strong"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="20" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="59" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Table Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" UnhideWhenUsed="false" Name="Placeholder Text"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="1" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="No Spacing"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" UnhideWhenUsed="false" Name="Revision"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="34" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="List Paragraph"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="29" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Quote"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="30" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Quote"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="19" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtle Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="21" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="31" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtle Reference"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="32" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Reference"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="33" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Book Title"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="37" Name="Bibliography"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" QFormat="true" Name="TOC Heading"/>
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-priority:99;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin-top:0cm;
mso-para-margin-right:0cm;
mso-para-margin-bottom:10.0pt;
mso-para-margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri","sans-serif";
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:"Times New Roman";
mso-fareast-theme-font:minor-fareast;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;}
</style>
<![endif]-->timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-76684587895590727102015-04-14T13:11:00.000+03:002015-04-14T13:11:21.714+03:00İşlevlerini yitirmiş değerlerde ısrar: Değer tapınımcılığı, değerlerimiz saplantısı<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Şöyle bir haber
çıktı gazetelerde birkaç hafta önce: “Öğrencilerin değer karmaşası
yaşamamaları” için Pendik ilçesindeki okullarda kep ve cüppe giyilmesi
yasaklandı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Değer karmaşası…
Arada kaynadı gitti bu haber ama biraz düşünecek olursak, asıl sorunumuz
burada. Bu saplantımızda. Osmanlı’nın son döneminden beri geçmemiş hastalığımız<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Batı’dan teknolojisini,
kurduğu veya geliştirdiği çeşitli sistemleri, örneğin eğitim sistemini, örneğin
milliyetçilik, halk egemenliği gibi ideolojilerini, fikirlerini almakta bir
sakınca görmüyoruz ama iş değerlere geldiğinde orada dur diyoruz. Osmanlı’nın
son döneminden beri böyle bir mücadele veriyoruz. Nafile de olsa veriyoruz. Peki
tam olarak ne bu kaybetmek istemediğimiz değerlerimiz? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Her sistem kendi
değerlerini üretir. Ürettiği teknolojiye karşılık gelir bu değerler. Teknoloji,
bir kültürün ürettiği materyal ve hizmetleri, ulaşmak istediği hedefleri ortaya
çıkarmak için kullandığı ve geliştirdiği teknik, yöntem ve sistemlerin
tamamıdır. Yani sadece örneğin bir telefon değil, bu telefonu kullanmak için
üretilen iletişim sistemi de teknolojiye girer. Bu açıdan bakıldığında
değerlerin çoğu da, yöntem ve davranış kalıpları, yani kültürel sistemler de
teknoloji dediğimiz fenomenin parçasıdır, bir teknoloji türüdür. Bu yüzden
nafile bir uğraştır sözde bir teknoloji-değerler karşıtlığı, ayrımı icat etmek.
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Aslında burada yapılan,
belli teknolojileri seçerken belli teknolojileri de seçmemektir. Oysa bunlar
birbirlerini tamamladıklarından, birini almak sonuçta diğerini de dayatacaktır.
Telefonu alırken bu tür iletişimi mümkün kılan fiziksel sistem dışarıda
tutulamaz ve bu sistem alınırken bununla beraber gelecek davranış kalıpları ve
dolayısıyla yeni “değerler” engellenemez. Gerçi elbette engellenir ama bu ancak
yasakların getirilmesiyle olur. Yani örneğin twitter denen sosyal iletişim
sistemi alınırken bunun ortaya çıkaracağı insan tipine izin verilmemesi
düşünülemez. Bu, yeni teknolojinin doğal sonucu olarak ortaya çıkacaktır ve
ancak yasaklarla engellenebilecektir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>İki farklı sistem, iki farklı kültür
birbirleriyle karşılaştıklarında, ki bu, dünya tarihinde sık sık olmuştur,
değerler arasında da bir rekabet başlar. Kişi zaman içinde daha avantajlı, onu
diğerleri karşısında hem maddi hem de manevi açıdan daha başarılı kılan
değerlere yönelir. Osmanlı dünyası da, Müslüman’ıyla, Hıristiyan’ıyla, bu
durumla karşılaşmıştır. Kendisini sadece Avrupa’nın, Batı’nın teknolojisinin
bir kısmını, bilgisayar diliyle konuşacaksak, donanımı almakla sınırlamak
istemiş, yazılımı reddetmiştir. Ama bir kez seçilen teknoloji etkilerini
Osmanlı dünyasında hissettirmeye başladığında, insanlar bu yabancı dünyanın
değerlerini, yani seçilen teknolojinin dışındaki teknolojileri, yani
yazılımları, davranış kalıplarını da benimsemeye başlamıştır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Başarı derken
meseleyi sadece maddiyatla ilişkilendirmemeliyiz. İnsanlar için prestij, toplum
içindeki konumları da çok önemlidir. Yeni teknolojiler insanların toplumsal konumlarını
da etkiler, bunlar üzerinde olumlu veya olumsuz değişikliklerde bulunur. Modern
çağ Osmanlı dünyasında da böyle bir sürece yol açmış, toplumsal ilişkileri,
yani sınıf ilişkilerini, toplumsal rol ve konumları değiştirmeye başlamıştı.
Osmanlı dünyasının değerleri süratle cazibesini yitirmeye başlamıştı. Müslümanlar
kadar Hıristiyan ve Yahudi topluluklar da aynı sürecin içindeydi ama Osmanlı
dünyasının milletler, yani dini gruplar arasında eşitsizliğe dayanan yapısı bu
gruplar arasında farklı tercihlere yol açacaktı. Müslümanlardan daha aşağı
konumda olan Hıristiyan ve Yahudi topluluklar bu süreci muhtemelen kendi
konumlarını yükseltecek bir fırsat olarak görmüştü. Müslümanlar için tercih
edilmeyen etkiler başlatmış olan bu süreç Hıristiyanlar ve kısmen de Yahudiler
için çok daha olumlu sonuçlar doğurmaktaydı. Tabii bu tercihlerinin yirminci
yüzyılın hemen başında, toplumda baskın konumda olan Müslüman kesimin sert
tepkisiyle karşılaştığını da burada belirtmek gerekiyor. Bedeli bu topluluklar
için ağır oldu. Müslüman kesim arasında da bu süreci daha olumlu bulmuş ve
dolayısıyla da modern yaşamın getirdiği yeni teknolojiler doğrultusunda
değişmeye başlamış olanlar da yok değildi. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Osmanlı dünyasına
nasıl bakarsak bakalım, bu sistemi ne kadar güzelleştirmeye çalışırsak
çalışalım, Osmanlı dünyası sonuçta ayrımcı bir dünyaydı; toplumsal
ilişkilerinin en tepesinde Müslümanlar vardı. Osmanlı’nın “makbul” bireyi
Müslüman bireydi, Müslümanlık tercih edilen, baskın ve başat değerdi. Toplumda
en prestijli konum, varlıklı Müslüman olmaktı ve bu yeni süreçte tehdit altında
olan tam da buydu. Modern yaşam bir yandan varlık ilişkilerini
değiştirmekteydi, yani “ayaklar baş olmaktaydı.” Diğer yandan Müslüman olmak eski
prestijini yitirmekteydi. Ama meseleyi sadece İslam’ın konumu olarak ele
alırsak, tablonun tamamını görmemiş oluruz. Osmanlı dünyası aynı zamanda binlerce
yıldır varlığını sürdürmekte olan erkek egemen, ataerkil veya pederşahi, bireyi
arka plana atan, hatta ezen, topluluğu, cemaati, tek bir egemenin bir baba
misali en tepede durduğu model şeklinde öne çıkaran, insanları makbul ve makbul
olmayanlar anlamında ayıran bir dünyaydı; davranış kalıpları ve değerleri böyle
bir dünyanın uzantısıydı. Yeni süreç bu dünyayı tehdit etmekteydi. Bu toprakların
dinleri, bu davranış kalıp ve değerleri üzerinde yükselmiş, bunlarla kaynaşmıştı;
bunları yansıtmaktaydı. Dolayısıyla dinlerin de altında var olan, toplumun
temel nitelliklerini şekillendiren bir genel çerçeveden bahsediyoruz. Özellikle
Müslüman kesimin ve bir ölçüde, en azından ilk başta, Hıristiyan ve Yahudi
kesimlerin bırakmak, terk etmek istemedikleri bu çerçeveydi. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Kemalist devrim
bu anlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı’nın içine düştüğü bu sorunu Batı’nın
değerlerinin kısmi anlamda benimsenmesi şeklinde çözmeye çalışmıştır. Batı’nın
yaşam tarzıyla ilgili teknolojilerinin bir kısmını benimseyerek Osmanlı’yı,
mirası Türkiye şeklinde sürdürmeyi denemiştir. Ama Kemalist proje de kendisini daha
yüzeysel değerlerle, “işine gelen” değerlerle sınırlamıştır ve en önemlisi de
yukarıda bahsedilen erkek egemen, pederşahi, bireyi arka planda bırakan tek
adamcı, makbul-makbul olmayan yurttaş ilkesini benimsemiş topluluk çerçevesine,
yani bu toprakların kurucu felsefesine büyük ölçüde dokunmamayı, bunu sadece
başka bir biçime dönüştürmeyi seçmiştir. Kıyafet, şapka, yeni alfabe, ölçü
sistemi ve benzeri değişiklikler olmuşsa da temel çerçeve olduğu gibi
bırakılmıştır. Yine sınırlı teknoloji transferiyle gün kurtarılmaya
çalışılmıştır. Bugünse kendimizi Kemalist projenin bu kısmi değişikliklerini
bile reddeden, eski formüle geri dönmeye çalışan yeni bir projeyle karşı
karşıyayız. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Kendisi değer
üreten sistemlerin, kültürlerin genellikle değer karmaşası yaşama korkuları
olmaz. Bu sorun, toplum tarafından tercih edilir değerler üretemeyen
sistemlerin derdidir. Türkiye’deki durum tam da budur. Ağırlıklı olarak
muhafazakâr kesim tarafından sürdürülmeye çalışılan bu kültürel yapı, bu yaşam
teknolojileri, her ne kadar bir zamanlar tercih edilen değerler üretmiş ve
bunlar yüzlerce yıl varlıklarını sürdürmüşlerse de, günümüz dünyasında bu işlevlerini
büyük ölçüde yitirmişlerdir. Tam burada muhafazakâr kesim terimini biraz açmak
gerekiyor. Bugün Türkiye’de var olan mücadele daha ziyade farklı muhafazakârlık
projeleri, Osmanlı’dan beri gelen ana çerçeveyi farklı şekillerde korumaya,
muhafaza etmeye çalışan projeler, Kemalist ve İslamcı projeler arasındadır. Her
ikisi de aslında muhafazakâr projelerdir. İki projenin de değer karmaşası
kavgası, saplantısı vardır ve her ikisi de artık işlevini yitirmiş bir yapıyı
sürmeye çalışmaktadır. Türkiye’deki siyasi mücadele ağırlıklı olarak bu iki
muhafazakâr grup arasında olduğundan, kendi içlerinden bakıldığında bir taraf
daha az muhafazakâr, daha “çağdaş” olarak adlandırılıyor. Oysa eğer dinin
altındaki, ona da şekil vermiş ana yapıya, çerçeveye inersek, henüz ortada pek
de öyle muhafazakârlık karşıtı, çağdaş nitelendirilebilecek bir tartışma
olmadığı görülecektir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Hâlâ ısrarla
sürdürülmeye çalışılan bu zamanı geçmiş yaşam teknolojilerimizde sorun olduğunu
görmediğimiz sürece, değer karmaşası tartışması, kimlik bunalımız varlığını
sürdürecek gibi gözüküyor. Kimlik ve değerler ilk bakışta önemli bir şey gibi
gözükse de, eğer bunlar çok fazla ortaya çıkıyor, çok fazla tartışılıyorsa,
aslında o değerler ve kimlikler çoktan işlevlerini yitirmiştir. Kendilerinden
sürekli bahsediliyor, sürekli hatırlatılmaları gerekiyorsa, çoktan ölmüşlerdir,
kendilerini üretme yeteneklerini yitirmişlerdir. Değerler, toplumsal yaşam
içinde kendilerinden ortaya çıkarak insanları yönlendirir, hatırlatılmaları
gerekmez ama eğer insanlar kendilerini yönlendirecek değerleri ayakta durmaya
çalışıyorlarsa, sürekli hatırlatmak zorunda kalıyorlarsa, o zaman bir şeyler ters
gidiyor demektir. O değerler ömürlerini tamamlamıştır. Aksi takdirde o değerler
zaten hiçbir desteğe ihtiyaç duymadan varlıklarını sürdürüyor olmalıdırlar. Bu
durumda iki seçenek vardır. Ya toplumda ortaya çıkan yeni değerlere yaşam alanı
tanınacak, süreç kendi akışına bırakacak, suyun akacağı kendi yatağını
yaratmasına izin verilecek ya da her şeye rağmen, çeşitli baskılarla eski
değerler yaşatılmaya çalışacaktır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-86014666023707856422015-03-19T15:50:00.000+02:002015-03-19T15:50:30.375+02:0018 Mart’ı, Çanakkale’yi Anlamak veya Yüzyıl Sonra Hâlâ Anlayamamak <!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if !mso]><img src="//img2.blogblog.com/img/video_object.png" style="background-color: #b2b2b2; " class="BLOGGER-object-element tr_noresize tr_placeholder" id="ieooui" data-original-id="ieooui" />
<style>
st1\:*{behavior:url(#ieooui) }
</style>
<![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div align="center" class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: center;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-size: 18.0pt; line-height: 150%;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir toplumda
geçmişin nasıl sunulduğu, anlatıldığı, nasıl tarihleştirildiğiyle o toplumda ne
tür bir dilin hâkim olacağı arasında yakın bir ilişki vardır. Verilenin içeriği
kadar, verilme tarzı da <span class="x00sp293r4">son</span> derece önemlidir. Tarihin
önemli işlevlerinden biri bir toplumun nasıl bir dil kullanacağını, nasıl
bir dille konuşacağını belirlemektir. Bu dil <span class="x00sp293r4">bar</span>ışçıl
olabileceği kadar savaşı çağıran, yüceleştiren, hatta kutsallaştıran bir dil de
olabilir. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anmalar,
kutlamalar, ne tür bir dilin seçildiğine, tarihin nasıl bir tarzda verildiğine
dair en önemli göstergelerden biridir. Ç<span class="x00sp293r4">anakkale</span>
Savaşı anma ve/veya kutlamaları bu anlamda çok önemli bir örnektir. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bu savaş, Osmanlı’nın son yıllarında
yapılmış çok büyük bir hatanın, Birinci Dünya Savaşı’nın ya da o günkü dille
Büyük Savaş’a, Cihan Harbi’ne dâhil olmanın getirdiği insan kıyımının, bu gayet
yüksek bedelin hatırlandığı, zihinlere kazınmaya çalışıldığı bir anma yerine, sadece
sorgusuz sualsiz fedakârlığın, ölüme koşmanın yüceleştirildiği bir zafer
kutlaması şekline dönüştürülmüştür. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
18 <span class="x00sp293r4">Mart</span> Çanakkale Deniz Zaferi gerçekleştiği sırada
elbette tartışmasız bir zaferdi. Tüm zorluklara rağmen düşman donanması
durdurulmuş, Çanakkale’den geçerek Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a ulaşması
önlenmişti. Bu açıdan bakıldığında ve kendimizi savaş dönemiyle sınırlı
tuttuğumuzda, Çanakkale Deniz Savaşı kesin bir zaferdir. Ama diğer yandan,
Çanakkale Zaferini daha geniş bir bağlama yerleştirdiğimizde, Cihan Harbi, yani
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları açısından baktığımızda, aslında bir zafer
değildir. O savaştan sağ olarak dönmüş bir askerin 1918 yılında gurur duyacağı
bir zafer değildir. Çünkü 1918 yılında Dünya Harbinin bitmesiyle birlikte
Çanakkale’de durdurulmuş düşman, yine Çanakkale’den geçerek Osmanlı’nın
başkenti İstanbul’un önüne demirlemiş ve İstanbul’u işgal etmişti. Henüz ufukta
milli mücadele de olmadığı için görünürde kazandık denebilecek bir şey yoktu.
Ve eğer Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusu Sakarya’da durdurulmasaydı, yani
Yunan ordusu savaşı kazansaydı, İstanbul muhtemelen tamamen kaybedilecekti.
Yani 1918 yılında Çanakkale<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>geçilemez
ifadesinin hiçbir anlamı yoktu. Çünkü geçilmişti ve durum hiç de iyi
gözükmüyordu. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bugün Çanakkale
Savaşı çok farklı bir bağlama oturtulmuş, çok farklı bir tarihin parçası
olmuştur. Çanakkale’nin sonunda geçilmiş olduğu kimsenin hatırında değildir.
Çanakkale emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın bir başlangıcı olarak
kabul edilmektedir artık. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Çanakkale Savaşı
elbette bir kahramanlık destanıdır. Kendisinden çok daha güçlü bir düşmanla
karşı karşıya kalmış bir ordu, insanlardan oluşan bir ordu büyük bir fedakârlık
örneği göstererek düşman donanmasını durdurmuş ve ardından düşman kara savaşını
tercih ettiğinde burada da büyük bir bedel karşılığında düşmanı bir kez daha durdurmuştur.
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İnsanlardan
oluşan bir ordu yazdım. Çünkü çoğu kez bu ayrıntıyı unutuyoruz, bir türlü
telaffuz edemiyoruz. Burada kendilerini feda etmiş olanların, hayatlarına bir
süre veya tamamen ara vermek zorunda kalmış, zorunda bırakılmış insanlar
olduğunu unutuyoruz. Orduyla başlayıp şehitle bitiriyoruz, bir türlü insan diyemiyoruz,
böyle bir dille konuşamıyoruz. İnsan olduklarını ancak Çanakkale’de savaşa verilen
aralarda iki tarafın askerlerinin büyük bir psikolojik açmaz içinde
birbirleriyle kurmaya giriştikleri insani ilişkilerde hatırlıyoruz ama burada
da hiç de uygun olmayan bir romantikleştirmeye gidiyor, bu savaşı dünyanın son
centilmen savaşı gibi deyimlerle ifadelendiriyoruz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Çanakkale’nin en
kanlı muharebelerinden Kanlı Sırt veya Anzak kuvvetlerinin adlandırdığı
şekliyle Lone Pine muharebesinde üç gün boyunca 300 metrelik hatta 150 metre için Osmanlı
tarafı 7000 Anzak tarafı 2000 kayıp vermişti. Üç günlük muharebeden sonra
siperleri ele geçiren bir Anzak yüzbaşısı durumu şu sözlerle ifade edecekti:
“Siperlerde o kadar çok ölü vardı ki, gösterebildiğimiz tek saygı başlarına
basmamaya çalışarak yürümek olabilmişti.” Çarpışmalar göğüs göğseydi. Yine bir
Anzak tanıklığına göre, siperin bir köşesinde sekiz Türk, altı Avustralya ölü
bulunmuştu. Hiçbiri sağ çıkmamıştı. On dört genç insan vahşice bir şekilde son
adama kadar kıyasıya dövüşmüştü. Centilmen savaş buydu. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Neden
hayatlarının bir evresinde, erken bir evresinde bu genç insanlar bu derece
vahşileşmeye zorlanmıştı? Verilen aralarda birbirlerine verdikleri sigaralar,
kahveler aslında bir haykırıştan başka bir şey olamazdı. Belki bir saat sonra
birbirlerini boğazlayacak bu insanlar anlaşılan bu şekilde bu vahşet içinde
insan olduklarını hatırlamaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre için başka bir
yerde olmak, bu cehennemden uzaklaşmak istemişlerdi muhtemelen. Ama maalesef
yüz yıl sonra dahi bunu hâlâ göremiyoruz. Vatan toprağı için şehit olmuşlardı.
Evet. Ama vatan toprağını neden savunmak zorunda kalmışlardı? Ne için?
Meselenin bu kısmını sürekli atlayarak sadece kahramanlık kısmında
yoğunlaşıyoruz. Evet, zamanı geldiğinde, gereken kahramanlık, çoğu için son
nefeslerini vermek anlamına gelmiş olan kahramanlık gösterilmişti. Bundan hiç
kimse kuşku duyamaz. Ama bu kahramanlığı göstermeleri şart mıydı? Osmanlı’nın
bu savaşta olması gerekiyor muydu? İşte bu son derece önemli soruyu sormuyoruz;
sormaktan kaçıyoruz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Osmanlı’nın
Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü, “dış güçlerin”, yani emperyalistlerin
saldırısı karşısında masum ve mağ<span class="x00sp293r4">dur</span> bir şekilde
kendini savunması şeklinde ifade edersek ve Kurtuluş Savaşı’nı da bu haksızlığa
karşı direnişin ikinci perdesi olarak görürsek, elbette bu kahramanlığın, bu
büyük özverinin gerekli olduğu düşünülecektir, düşünülmelidir. Ama tarihsel
gerçekler bu noktada çok daha farklı bir tabloya işaret etmektedir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu tabloda resmi
tarihin bile tarihle ilgili genel toplumsal unutkanlığımıza veya tarihi
sorgulamama ısrarımıza rağmen saklayamadığı ama yine de görmezden geldiğimiz
önemli bir ayrıntı söz konusudur: Hiç kimse Osmanlı’ya saldırmamıştır. Saldırgan
olan Osmanlı’dır. Savaşa isteyerek girmiş<span class="x00sp293r4">tir</span>. Söz
konusu olan bir savunma savaşı, vatanın saldırgan emperyalistlere karşı
savunulması değildir. Ancak saldırılan düşmanlar fazla dişli çıkınca vatanı her
türlü fedakârlığı yaparak koruma zorunluluğu belirmiş ve bu amaçla binlerce
genç düşman mermilerinin önüne sürülmüştür. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu kadar insan
hayatını, kısmen milliyetçilik de içeren saldırgan bir macera yüzünden
kaybetmiştir. Kaybetmek zorunda değillerdi. Osmanlı son ana kadar
tarafsızlığını koruyabilirdi. Ama bunun tam tersini yapmış, daha baştan
itibaren bu büyük ve korkunç savaşın parçası olmak istemiştir. Çünkü kaybedilmiş
topraklarını geri almak, eski topraklarına tekrar yayılmak ve hatta bunlara,
kendi siyasi amaçları doğrultusunda yenilerini bile katmak istiyordu. Bu bir
saldırgan güç profilidir. Yirminci yüzyıl bağlamında buna emperyalist de
diyebiliriz. Ta kendisidir. Mağdur Osmanlı, Türk resmi tarihinin en büyük
çarpıtmalarından biridir. Birinci Dünya Savaşı o günün dünyasını yeniden
paylaşmak isteyen saldırganlar arasında bir savaştan başka bir şey değildir ve
Osmanlı da bu paylaşımda kendisine pay çıkartmayı uman saldırganlardan birisi
olmayı seçmiştir, istemiştir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Günü<span class="x00sp293r4">m</span>üzün Çanakkale kutlama ve anmaları bu gerçeği
çarpıtmaktadır. Hâlâ coşkuyla kutlanan bir zafer yaratarak, birincisi, bu
gerçekle yüzleşme önlenmekte, ikincisi bu zaferin ardındaki zihniyet haklı gösterilmektedirler.
T<span class="x00sp293r4">arih</span> kitapları Osmanlı’nın bu savaşa kendi
rızasıyla girdiğini saklamamaktadır. Buna rağmen bir nihai fedakârlık destanı
kurgusuna inanılmaktadır. Savaş, şiddet, gencecik insanların hayatlarının
baharında bu şekilde ölüme gönderilmiş olması eleştirilmemektedir. Eğer bir
anma yapılacaksa, bu anma, bundan yüz yıl önce ne kadar büyük bir hatanın
işlenmiş olduğundan yola çıkarak yüz binlerce insanın hayatlarının bu şekilde
ziyan edilmesinin yanlışlığının ve bunun bir daha tekrarlanmaması gerektiğinin
anlaşılmasına yol açacak bir anmaya, bir yas tutmaya dönüştürülmelidir. Bu tür “zaferler”
aslında insan kıyımı, insan ziyankârlığıdır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Osmanlı kendi
saldırgan politikası doğrultusunda diğerlerine saldırmıştır ve diğer
saldırganlar da kendi saldırgan politikaları doğrultusunda karşı saldırıya
geçmiştir. Osmanlı İttihatçı kadroları insanların hayatlarıyla bir kumar
oynamış ve kaybetmiştir. Osmanlı ordusunun bu savaştan pek başarılı
çıkamayacağı anlaşılınca da, o günün diliyle mağdur-Osmanlı-emperyalist-düşmanlara-karşı
söylemi harekete geçirilmiştir. Bu söylem bugün hâlâ sürdürülmektedir.
Emperyalistlerin Osmanlı topraklarını paylaşmak gibi bir arzuları olduğu ve bu
yüzden Osmanlı’nın savaşa girmek zorunda kaldığı gibi saçma bir söylem
geliştirilmiştir. Elbette böyle bir arzu vardı ama geçmişe dürüstçe yaklaşan
her araştırmacının farkına varacağı gibi Birinci Dünya Harbi bittiğinde savaşan
tarafların hiçbirinin savaşacak hali kalmamıştı. Tarafsızlığını korumuş bir
Osmanlı’ya hiçbirinin saldıracak hali olmayacaktı. Sonuçta çok daha güçsüz ve
yorgun Milli Mücadele’ye bile karşı duramadıklarını biliyoruz. Tüm o şehitler
aslında yaşayabilirdi. Ne pahasına olursa olsun barış demeli, savaşa dahil
olunmamalıydı.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Söz konusu olan,
emperyalistliğe özenmiş bir devletin savaş alanında iflasıydı. Çanakkale
Savaşı, savaşların ve özellikle de bu tür maceraların ve saldırgan
politikaların lanetlendiği, şehitliğin değil, insan yaşamının, yaşamanın
değerinin öne çıkartıldığı bir anmaya dönüştürülmelidir. Her şeyden önce farklı
bir tarih dili geliştirilmeli, kullanılan kavramlar ve söylemler eleştiri
süzgecinden geçirilmelidir. Ancak bu şekilde Çanakkale Savaşı, o tarifsiz insan
kıyımı, kaybı ve ziyanı, tarihte hak ettiği yeri alacaktır. Daha da önemlisi
bir ulusun kendisini bulmasında, travmasıyla yüz yüze gelmesinde oynaması
gereken rolü oynamaya başlayacaktır.</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-26949229650441868672015-03-14T22:16:00.000+02:002015-03-14T22:18:43.350+02:00Kayaköy’den Kayıköy’e: Anadolu’nun Rumları ve Tarihçiliğimiz<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]--><br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Şöyle bir haber
çıktı geçen hafta gazetelerde: Kayaköy Kayıköy olacakmış. Şu Fethiye’deki terk
edilmiş Rum köyü Kayaköy. Köyde iki tane kilise kalıntısı var. Bariz şekilde
Rum köyü. Neden birileri buranın adını Kayı yapmak ister? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ama habere konu
olan araştırmaya bakınca işin rengi biraz değişiyor. Değiştirilmek istenen,
Levissi adındaki Rum köyünün adı değil, ovadaki Türkmen köyünün adı. Anlaşılan
yöredeki bazı kişiler, araştırmalara göre yüzlerce yıl Kayı olarak bilinmiş bu
köyün adının Kayaköy olarak bilinmesinden şikayetçi. Bu ismin tarihi gerçekleri
yansıtmadığını söyleyerek geçmişlerine sahip çıkmak istiyorlar. Bir de tabii
yörenin sadece bu Rum köyüyle anılmasından rahatsızlar. Muhtemelen işin özü de
aslında burada. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Kayıköy adını
savunan araştırmacıların elbette haklı bir yanı var. Son beş yüzyıldır bu
yörede bir Türkmen varlığı var ve bu tarihi mirasın da sahiplenmesi istiyorlar.
Yöre sadece Rum köyüyle tanınmamalı. Araştırmacılar burada iki noktaya dikkat çekiyorlar.
Birincisi Levissi olarak bilinen Rum köyünün sakinlerinin daha çok ticaretle
uğraştıkları, ovadaki toprakları işlemediklerini belirtiyorlar. Ovadaki
topraklar burada yaşayan Türkmenler tarafından işlenmiş. Çünkü başka bir köy
daha var. Ayrıca bugün sadece kalıntıları kalmış bu köyün bu haline on
dokuzuncu yüzyılda dışarıdan aldığı Rum göçüyle ulaştığını, o zamana kadar önemsiz
bir köy olarak kaldığını söylüyorlar. Yani bugün kalıntıları görülen köy bu
haline bu yörede yaşayan Rumlar sayesinde ulaşmamış. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Konuya sadece
son beş yüz yıllık bir zaman aralığı açısından bakıldığında bu söylenenlere
itiraz etmek elbette mümkün değil. Ama bu aralığı biraz genişleterek geçmişe
daha farklı bir mercekten baktığımızda ortaya daha başka bir tarih çıkıyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Türkmenlerin bu
yöreye sonradan ve üstelik bir istila sonucunda geldiğini biliyoruz. Eğer bu
istila sonucunda ovaya yerleşen Türkmenler olmasaydı, muhtemelen burayı Rumlar
kullanıyor olacaktı ve köyün büyümesi on dokuzuncu yüzyıla kadar beklemeyecekti.
<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Dolayısıyla Rum köyüne bir parça
haksızlık edilmiş oluyor. On dokuzuncu yüzyılda dışarıdan Rum göçü var ama daha
önce de buradaki Rum varlığının özgürce gelişmesini engelleyen bir durum var. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Burada geçmişi
Likya dönemine, yani en azından üç bin yıl geriye giden bir yerleşimin olduğu
biliniyor. Antikçağda adı Lebessos/us olan bu yerleşim Bizans İmparatoru Heraklius
zamanında 640 yılında kaleme alınmış Notitia Episcopatuum’da bir piskoposluk
olarak gözüküyor. 10. yüzyılın başlarında yazılmış VI. Leo’ya atfedilen bir
belgedeyse Myra metropolitliğine bağlı görülüyor. Levissi’nin bulunduğu tepenin
hemen ardında Gemiler Adası mevkiindeyse Bizans döneminde epey gelişkin bir Rum
liman şehri olduğu biliniyor. Arap akınlarının başlamasıyla buradaki halkın
zaman içinde Levissi’ye geçtiği veya Levissi’yi kurduğu düşünülüyor. Akın
sözcüğü Anadolu Müslüman tarihinde her zaman pozitif bir çağrışım yapmıştır;
iyi bir şey olarak algılanmıştır. Ama Anadolu Hıristiyan tarihi açısından
bakınca akın yıkım getiren bir istila hareketidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu tarihsel
gelişimin ayrıntıları muhtemelen daha fazla araştırma gerektiriyor. Ama şu bir
gerçek: Müslüman Arap ve daha sonra da Oğuz/Türkmen akınları ve aslında
istilası başlamadan önce burada parlak bir Rum varlığı var. Bu istila olmasaydı
bu varlık bugün muhtemelen daha farklı bir konumda olacaktı. Yani burada beş
yüzyıldır var olmuş bir Türkmen köyü ve dolayısıyla geçmişi var derken, bu
ayrıntıyı atlamak geçmişe tam anlamıyla sahip çıkmak olmuyor. Daha sonra
Osmanlı döneminde Elviz olarak adlandırılmış Levissi’nin bugün biraz daha öne
planda olmasının bir nedeni de acaba bu köyün bu istilanın ve sonunda yok
edilmiş bir kültürün parçası olması olabilir mi? Ayrıca Anadolu’da bu ve
benzeri Rum yerleşimlerinin bir de tam mübadeleden önce yaşadıkları kısa sürmüş
ama acılarla dolu, zorla gönderilmeye çalışıldıkları ve bu yüzden de çeşitli
baskı ve yıldırma hareketlerine maruz kaldıkları bir evre var. “Gerçek tarih”
ortaya çıkartılırken bu ayrıntıların da unutulmaması gerekiyor. Yok
unutuluyorsa, ister istemez neden unutuluyor sorusu akla geliyor. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Cumhuriyet
dönemi tarihçiliğinin bu ayrıntıları atlamak gibi bir sorunu olduğu görülüyor. Çok
az sayıdaki istisnalar dışında, bu tarihçilik, resmi veya gayri resmi, Anadolu’daki
Rum varlığını bu açıdan konuşmamakta ısrar ediyor. Hatta daha da ileri giderek
bu var oluşu önemsizleştirmeye çalışıyor. Topraklarını istila edip kültürel
varlıklarına ciddi bir darbe vurduktan sonra dönüp de aslında zaten çok ciddi
bir varlıklarının olmadığını söylemek tarihi çarpıtmak olmuyor mu? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Elbette bu geçmişi
yazmak o kadar da kolay değil. Çünkü bir kez Rum varlığı kabul edildiğinde, bu
varlığa ne olduğunun da açıklanması gerekecek. Açıklandığı takdirde de bir
istila ve önemli ölçüde yıkım süreciyle yüzleşmek gerekecek. Ne resmi
tarihçilik ne de yerel tarihler bu sorunu nasıl çözeceklerini henüz bulamadılar
veya bulmak istemiyorlar. Dolayısıyla da ya bu geçmişten bahsetmeyerek
önemsizleştirilme yoluna gidiyor ya da açık açık yer isimlerinin
değiştirilmesi, bu döneme ait kalıntılara gerekli ilginin gösterilmemesi
yoluyla bu geçmişi yok etmeye çalışıyorlar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Daha da ileri
gidilebiliyor. Bugün Anadolu’da yaşayanlara Anadoluluk atfediliyor ve bir
zamanlar bu topraklarda yaşamış ve hâlâ son derece az sayıda yaşayan Rumlar da bir
zamanlar Anadolu’yu “istila etmiş” Yunanlıların kalıntıları olarak görülüyor.
Ama bu Anadolular bir yandan da Orta Asya’dan geldiklerini kabul ediyorlar. Bu
arada başka bir garip durum da Yunanca konuşmuş İyonyalıların da Anadolulu
kabul edilmeleri. Ortaya haliyle şöyle garip bir durum çıkıyor. İyonyalılar ve
onlardan yaklaşık 1800 yıl sonra gelmiş Oğuzlar Anadolulu oluyor. Arada var
olmuş Rumlar ve dolayısıyla Bizans bu tablonun dışında tutuluyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir bölgenin
tarihinde istilalar kaçınılmaz. Dünyada sayısız örnekleri var. Her zaman sonradan
gelenler oluyor. Anadolu da sayısız istilalar yaşamış. Hint-Avrupa dillerinin
Anadolu dışında doğduklarını kabul edersek, ki araştırmalar en azından şimdilik
bu seçeneği destekliyor gibi, bugün “öz Anadolulu” kabul edilen Hititler,
Luviler, Karyallılar, Likyalılar vd de istilacı. İyonyalılar tarihi kaynaklara
göre zaten dışarıdan gelmiş. Hint-Avrupa dili konuşan Ermeniler ve Kürtleri de
dışarıda tutarsak ve Oğuzların/Türklerin zaten dışarıdan geldiğini biliyoruz,
geride kim kalıyor? Ama birilerinin burada olduğunu biliyoruz. Genetik
çalışmalara göre uzun süredir burada yaşayan bir topluluk mevcut. Diğer yandan
istilalar sonucu gelenler de var. Bu tarih nasıl yazılacak? Şu anki haliyle
komik ve ayrımcı, istediğini Anadolulu kabul eden, istediğini istilacı yapan
bir tarihle karşı karşıyayız. Son istilacı kendi gündemine, kendi siyasi
çıkarlarına göre Anadolu’nun geçmişini yeniden yazmaya çalışıyor. Aksini yazmak
elbette daha zor. Yüzleşmeler olması gerekecek, biz tanımının değiştirilmesi
gerekecek, çok kültürlü bir içerik üzerinde uğraşılacak. Zor ama uzun vadede
böyle bir tarih sadece daha tutarlı olmakla kalmayacak, gereksiz bu benim
geçmişim bu onun geçmişi tartışmalarını geride bırakarak daha sağlıklı,
kendiyle daha barışık bir topluma yol açacaktır. Maalesef Kayaköy-Kayıköy
tartışmasının hâlâ epey uzak olduğu görülüyor bu idealden. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Timuçin Binder</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-19852689545319563312015-03-02T20:16:00.000+02:002015-03-14T22:19:06.397+02:00OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE SÜLEYMAN ŞAH SÖYLEMİ<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div align="center" class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: center;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-size: 16.0pt; line-height: 150%;"></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Geçtiğimiz hafta
bir Süleyman Şah fırtınası esti? Kafalar karıştı. Osman Gazi’nin babası mı,
yoksa dedesi mi ya da Kutalmış oğlu Süleyman mı olduğu hemen anlaşılamadı. Okul
dönemi tarih bilgileri zorlandı. İktidar ecdadımız, muhalefet vatan toprağını
kaybettiniz dedi. Ama Süleyman Şah söyleminin kendisiyle, bu söylemin, büyük
çoğunluğumuz ne kadar da Süleyman Şah’ın kim olduğunu bilmiyorsa da, tarihsel
kimliğimizin çok önemli ve bence artık olumsuz bir parçası olduğu tartışılmadı.
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Süleyman Şah’la
ilgili ciddiye alınacak tartışmaların büyük kısmı daha ziyade bu türbedeki
zatın hangi Süleyman Şah olduğu üzerinde yoğunlaştı. Ya Osman Gazi’nin dedesi
ya da Selçuklu ailesinden Kutalmış oğlu Süleyman idi. Bu tartışmalar sırasında
bir söylem olarak Süleyman Şah konusuna bildiğim kadarıyla girilmedi. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Tarih neredeyse
her zaman bugün için bir geçmiş yaratma faaliyetidir. Osmanlı tarihlerini<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>okurken o dönemin bugününü göz önüne alırsak,
aslında bu tarihlerde de kendi bugünlerine dair geçmiş kurgulama, uygun bir
geçmiş yaratma faaliyetinin söz konusu olduğunu görmek pek zor değildir. Amaç
Osmanlı’nın Anadolu’daki faaliyeti ve dolayısıyla da çeşitli konulara dair hak
talepleri için uygun bir kılıf hazırlamaktır, uygun bir meşruiyet söylemi
yaratmaktır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Süleyman Şah’tan
bahseden ve ilk Osmanlı tarihlerinden biri olan Aşık Paşazade tarihine de bu
açıdan yaklaşmakta yarar var. Burada Süleyman Şah’tan Osman Gazi’nin dedesi
olarak bahsedildiği doğrudur. Ama nasıl bahsedilmektedir? Asıl üzerinde
durulması gereken nokta budur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Aşık Paşazade
tarihinde Süleyman Şah’la ilk olarak Osmanoğulları soyunun adları bölümünde
karşılaşmaktayız. Burada Nuh Peygamber’den başlayıp Osman Gazi’ye gelen bir
şecere sunulmaktadır. Osman Gazi’nin soyu şöyledir: Nuh Peygamber, Yafes, Maçi,
Çin, Turmuş, Yantemür, Korluga, Karahul, Süleyman Şah, Karalu Oğlan, Amudı,
Karaca, Kurtılmış, Çarboga, Sevinç, Togar, Baybus, Kızıl Boğa, Kamarı, Bansup,
Karahan, Tozak, Aykutluk, Karahan, Oğuz, Gök Alp, Basuk, Toktimur, Sugar,
bakıyı, Sunkur, Kaynıtur, Togar, Aykolug, Bayıntur, Kızıl Boğa, Kaya Alp,
Süleyman Şah Gazi, Ertuğrul ve Osman Gazi’dir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu girişten
sonra Aşık Paşazade Türklerin Süleyman Şah önderliğinde nasıl Erzurum ve
Erzincan üzerinden Anadolu’ya geldiklerini, fetihler yaptıklarını, ardından çeşitli
zorluklarla karşılaştıklarını, özellikle de davarlarında kayıplar yaşadıklarını,
bunun üzerine geri dönmeye karar verdiklerini, ama Türkistan yerine Halep’e
gittiklerini ve burada bir kaza sonucunda Süleyman Şah boğulduktan sonra göçer
halkın dağıldığını, Süleyman Şah’ın oğullarından Ertuğrul’un Pasin Ovası’na
geçtiğini, uzun süre orada kaldığını ve bir süre sonra Sultan Alaeddin tekrar
Rum ülkesine yönelince, onun da Batı’ya göç ettiğini anlatır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ardından Osman
Gazi’nin öyküsüne geçer ve burada Süleyman Şah şöyle belirir: “Tursun Fakıh
bunun üzerine “Han’ım! Bu iş için Sultan’dan icazet ve izin gerektir.” deyince,
Osman Gazi, “Bu şehri ben bizzat kendi kılıcımla aldım, sultanın bunda bir
faydası olmadı, ondan niçin izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da
gazayla hanlık verdi. (…) Sonra o, “ben Selçuk soyundanım” derse, ben de Gök
Alp oğluyum derim. Yok eğer ben bu ülkeye onlardan önce geldim derse, benim
dedem Süleyman Şah da ondan önce gelmiştir.” dedi. Halk Osman Gazi’den bu
haberi işitince kabul ettiler.” Ondan sonra adına hutbe okutur. Sene 1299’dur. Osmanlı’nın
kuruluşu.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Görüldüğü gibi,
burada açık bir iktidar mücadelesi söz konusudur. Osman Gazi artık Anadolu’daki
gücünü epey yitirmiş Selçukluya karşı kendi bölgesinde iktidarı ele geçirmeye
çalışmaktadır. Ama bunu belli bir meşruiyet zeminine oturtarak yapması
gerekmektedir ki, halk onu kabul etsin. Bir yandan değerli bir soydan geldiğini
ve diğer yandan da Anadolu’ya Selçukludan önce geldiğini göstermek istemektedir.
Birincisi için Gök Alp’i kullanmaktadır. İsim benzerliğine bakarsak, Gök Alp
Oğuz Han’ın dördüncü oğlu Gök Han’dır. Bu onu Üçoklar’a yerleştirmektedir. Bu
aşamada Kayı boyundan olmanın henüz önemli olmadığı görülüyor. Çünkü bu durumda
Oğuz Han’ın ilk oğlu Gün Han’ın soyundan geldiğini iddia etmesi gerekirdi.
Selçuklu Oğuz Han’ın altıncı oğlu Deniz Han’ın soyundan geldiğinden Gök Alp’in
yeterli olduğu düşünülmüş olmalı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İkinci noktanın,
yani Anadolu’ya daha önce geldiklerinin kanıtı olarak da Süleyman Şah’ı öne
sürmektedir. Süleyman Şah’ın burada anlatılan öyküsü bariz şekilde Kutalmış
Oğlu Süleyman’ın Malazgirt’ten sonra Bizans’la girdiği ilişkinin ve ardından da
mücadelenin öyküsüdür. Burada birçok unsur bir araya getirilmiştir ama bu sonuç
olarak Türkmenlerin ilk önce Anadolu’nun her yanına yayıldıkları ve ardından
Bizans’ın tekrar güçlenmesiyle Anadolu’nun ortasına sıkıştırıldıkları ve bir
kısmının da hayvanları için daha uygun bölgeleri tercih ettiklerinin öyküsüdür.
Bu Türkmenlerin ve de Selçuklunun Anadolu’ya gelişidir. Süleyman Şah’ın
Malazgirt’le beraber geldiğini hatırlarsak, tarih 1071’dir ve Osman Gazi’nin
dedesi olması mümkün değildir. Olsa olsa büyük veya büyük büyük dedesi
olabilir. Başka bir Süleyman Şah olması da mümkün değildir, eğer erken gelme
iddiasında bulunulacaksa. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Osman Gazi’nin
faaliyet gösterdiği alanın ondan neredeyse iki yüz yıl önce Kutalmış’ın oğlu
Süleyman Şah’ın faaliyet gösterdiği ve Anadolu Selçuklularının ilk kurulduğu
yer olduğunu dikkate alırsak, Süleyman Şah’ın namı Osman Gazi’nin zamanında
yerel Türkmen çevrelerde, özellikle kuzey Anadolu’da, tarihsel bir öykü olarak
çeşitli değiştirilmiş şekillerde muhtemelen varlığını sürdürmekteydi. Dedesinin
siyasi amaçlar için bu Süleyman Şah’la kaynaştırılmış veya hatta ona böyle bir
dede icat edilmiş olması hiç de uzak bir ihtimal değil. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu söylemin
Osman Gazi için bir anlamı ve yararı vardı. Nuh, Oğuz, Gök Alp ve Süleyman
Şah’ı içeren şeceresi biri Orta Asya Türk diğeri İslami olmak üzere iki
meşrulaştırma geleneğini tek bir söylem şeklinde bir araya getirmektedir. Bir
bakıma Türk-İslam sentezinin başlangıcıdır diyebiliriz. Osman Gazi’ye özgü
değildir. Bu dönemde İslam dünyasında bir kalıp olarak belirdiğini görüyoruz. İslam’la
yeni tanışmış Türkler için böyle bir kalıp gerekli görülmüş olmalı. Osman Gazi
bunu kendi soyundan bazı isimleri de kapsayacak şekilde genişletmiş olmalı.
Süleyman Şah’ın önemiyse, Anadolu’yu sahiplenmede Selçukluyu söylemsel olarak
bertaraf etmede rol oynamasıdır. Elbette Selçuklu da soyunu Süleyman Şah’a
götürebilirdi ama Osman Gazi’nin ortaya çıktığı dönemde Selçuklu ile Türkmenler
kültürel olarak farklı yönlere savrulmuştu. Süleyman Şah’ın sahiplenilmesine
Türkmenlerin asıllarına dönme girişimi olarak da bakılabilir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Toparlayacak
olursak, burada bir gelenek icadı söz konusudur. Süleyman Şah geleneği
Osmanlı’nın kendisini meşrulaştırmak için ürettiği ilk söylemdir diyebiliriz. Türbede
hangi Süleyman’ın yattığına gelince, Osman Gazi bile bunu önemsememiş olabilir.
Önemli olan, burada yaratılan söylemdir ve bunun ne anlama geldiğidir. Bugün bu
söylem dipdiri şekilde ayaktadır. Muhalefetin tepkisi de aslında pek bu
söylemin içeriğine değildir. Bu bir sahiplenme söylemidir ve bu sahiplenmeyi belli
bir grup adına yapan bir söylemdir. Bugünkü iktidarın hedeflerine son derece
uygundur. Ülkenin demokratikleşmesi arzusu açısından bakıldığındaysa da
ayrımcılığıyla sorunlu bir söylemdir. Dolayısıyla, uygun tepki vatan toprağı
kaybedildi değil, bu vatan toprağının zaten kaybedilmesi ve bununla birlikte bu
söylemin bırakılması gerektiğini ileri sürmek olmalıydı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Timuçin Binder</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-68486379596025833392014-07-23T10:42:00.000+03:002014-07-23T10:43:35.071+03:00Anadolu’nun Hint-Avrupa Geçmişiyle Ne yapıyoruz, Ne Yapmalıyız?<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]--><br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Yeni bir toplum
yaratılırken veya ortaya çıkarken en önemli konulardan biri de tarihtir, o
toplumun kendisine bir geçmiş yaratmasıdır. Var olan bir geçmişin ortaya
çıkarılmasından bahsetmiyorum. Ortaya çıkarılması gereken bir geçmiş elbette
vardır. Ama bu geçmiş her zaman bir bulamaç şeklindedir, neyin ne olduğu çoğu
kez, hatta her zaman belirsizdir. Çeşitli kültürel, toplumsal ve siyasi
katmanlar, olaylar karmakarışık bir haldedir. Tarihçiler bu bulamaçtan, tarih
adını verdiğimiz anlamlı bir öykü, bir anlatı çıkartırlar ve bu öykü her zaman
söz konusu toplumun <u>o günkü</u> öncelik ve beklentilerinden oluşur. Söz
konusu bulamaç, bu öncelik ve beklentilere göre bir süzgeçten geçirilir, bir
seçim sürecinden geçer. Dolayısıyla, geçmiş hiçbir zaman her şeyiyle birlikte
çıkmaz karşımıza, bazı katmanlar dışarıda bırakılır, bazısı da değiştirilerek
yeniden kullanıma sokulur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anadolu’nun
geçmişi de bu süreçten fazlasıyla nasibini almıştır. Kendisine yeni bir geçmiş
tasarlamaya, kurgulamaya çalışan yeni Türkiye Cumhuriyeti her yeni toplum gibi
kendisine yeni bir tarih yaratmaya girişmiştir. İlk aşamada Osmanlı geçmişinden
kopmak istemiş ve bu amaçla bir yandan üzerinde bulunulan toprakların geçmişine
inerek o geçmişte var olmuş toplumlarla çeşitli kültürel bağlar kurmaya
çalışmıştır. Bir yandan da, kendilerinin dışarıdan geldiklerini kabul eden bu
toplumun bazı üyeleri, Anadolu’nun dışında var olan bir ana yerle tarihsel
bağlantılar kurmaya çalışmıştır. Bu süreç sırasında ilginç tarihsel kurgular
ortaya çıkarılmış, Hititler ve Sümerler ile Orta Asya Türk toplulukları
arasında bağlar olduğu iddia edilmiştir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Her ne kadar bu
teorilerde ısrar edenler hâlâ varsa da, bunlar artık büyük ölçüde geçmişte
kalmıştır. Ama Anadolu’nun geçmişi, bu geçmişin nasıl bir tarihe dönüştürülmesi
gerektiği, bugün bu topraklarda yaşayan insanların Anadolu’nun geçmişine nasıl
dahil edilebilecekleri meselesi hâlâ önümüzde önemli ve zor bir proje olarak
durmaktadır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Zorluğun ana kaynağı,
insanlar, yani günümüzün popüler terminolojisiyle halklar arasında, milliyetçi
değerler doğrultusunda katı sınırlar oluşturmamızdır. Biz ve onlar düşüncesinin
kök salmış olmasıdır. Bu öyle bir düşüncedir ki, bizden onlara herhangi bir
akışa, kaymaya, kaynaşmaya izin vermez; bu ikisi adeta sanki çok farklı
dünyalara aitmişçesine birbirlerinin karşısında durur. Yaklaşım böyle olunca,
ele alınan geçmiş de ortak bir geçmiş olmaktan çıkıp katmanların biz ve onlar
arasında paylaştırıldığı bir geçmişe dönüşür. Bir kültürel katman bizim
olurken, diğeri de onların kabul edilir ve böylece aradaki bağlar kopartılır,
birbirine geçmişlikler göz ardı edilerek halkların, toplulukların aralarına
kalın duvarlar örülür. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Örneğin, her ne
kadar hem Bizans hem de Osmanlı Anadolu’nun geçmişine aitseler de, Anadolu’nun
bugünkü sakinleri Osmanlı’yı kucaklarken Bizans’ı dışlarlar. Ya da aynı duruma
Helenler/Yunanlılar ile mesela Karyalılar, Luviler veya Hititler arasında da
rastlanır. Helenler, muhtemelen Yunanlı olmalarından dolayı, dışarıdan gelmiş
görülürken, diğerleri bu toprakların “öz halkları” olarak kabul edilir. Oysa
konuştukları diller açısından bakıldığında, bu toplulukların hepsi Hint-Avrupa
dilleri konuşmaktadır ve dolayısıyla da kültürel açıdan akrabadırlar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Karca, Luvice ve
Hititçe Hint-Avrupa dil ailesinin Anadolu koluna ait dillerken, çeşitli
diyalektleriyle Yunanca aynı dil ailesinin kendi adıyla anılan kolunu
oluşturmaktadır. Benzer şekilde bugün hâlâ konuşulan çeşitli diyalektleriyle
Kürtçe ve Ermenice de Hint-Avrupa dilleridir. Neredeyse MÖ 2000 tarihlerinden
itibaren (daha erken de olabilir) Anadolu’da arka arkaya belirmiş bu diller,
Anadolu’nun geçmişinde önemli bir Hint-Avrupa katmanına işaret etmektedir. Ama
bu katman parçalara ayrılarak, bir kısmı dışarıda bırakılırken diğer kısmı
Anadolulu kabul edilerek ele alınmamalıdır. Hitit ne kadar Anadolulu oluyorsa,
Yunan veya Ermeni de Anadoluludur, eğer Anadolu’nun sınırlarını bugün
yaptığımız şekilde belirlemeye devam edeceksek. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Sonuç olarak
Anadolu’nun geçmişinde bugüne kadar gelen bir Hint-Avrupa katmanı mevcuttur. Bu
katmanın epey güçlü olduğu uzun bir dönem var. Tabii burada çok dikkatli olmak
gerekiyor. Her ne kadar bu Hint-Avrupalıların bu topraklara kültürel anlamda
illaki bir katkıları olmuşsa da, onlardan önce burada yaşayan kültürlerin
tamamen ortadan kalktığını da düşünmemeliyiz. Aksine, Hint-Avrupalılar bazı
temel katkılar dışında büyük ölçüde asimile olmuş da olabilirler ama sadece
dillerinin konuşulması bile önemli bir kültürel katkı olarak kabul edilmeli ki,
din alanını da unutmamak gerekiyor. Bu tartışmayı son bir cümleyle
sonlandıracak olursak, herhangi bir Anadolu tarihi kesinlikle bir Hint-Avrupa
bölümü de içermek zorundadır ama bunu, bu grupları dışarıdan gelenler ve buralılar
şeklinde, daha çok bugünün milliyetçi etnik zihniyetini yansıtan bir anlayışla
yapmaktan kaçınmalıyız.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Timuçin Binder</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
…</div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-49197889889153338532014-02-24T10:49:00.002+02:002014-02-24T10:49:49.508+02:00Etnisitenin Kayganlığı <!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Ocak 2008'de Virgül dergisine yazdığım, etnisite kavramıyla ilgili bir kitap üzerine yazdığım bir tanıtım yazısı. Bloga daha önce koymuştum ama sanırım blog teknolojisinde bazı şeyler değişmiş ve okunması zorlaşmış. O yüzden tekrar koyuyorum ve ayrıca bu konu günümüzdeki önemini hala önemini korumaya devam ettiğinden bu yazıda geliştirdiğim bazı argümanlarım üzerine tekrar kafa yormak istiyorum. Yani etnisite yazılarının devamı gelecek.</span></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<br /></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<br /></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Verdana; font-size: 14.0pt;">Etnisitenin Kayganlığı<span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></b></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<br /></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<br /></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">The Archaeology of
Ethnicity</span></b></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Constructing
Identities in the Past and Present</span></b></div>
<div align="center" class="MsoNormal" style="text-align: center;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Siân Jones</span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Son yıllarda etnisite kavramının kullanımında gözle
görülen bir artış var. Özellikle siyasi ve kültürel talepler bu kavrama başvurularak
savunuluyor veya bunlara yine aynı kavram kullanılarak karşı çıkılıyor. Dolayısıyla
bu kavramı ayrıntılı bir şekilde tartışan ve inceleyen çalışmalar önemli oluyor.
</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Siân Jones’un kitabı tam da etnisite kavramını daha iyi anlayabilmek,
bu konuyla ilgili tartışmaları daha ayrıntılı bir şekilde özümsemek için
yazılmış. Başlığına bakıldığında etnisitenin kökeniyle ilgili bir kitap; gerçekten
de etnisite kavramının insan toplumlarında nasıl belirdiğini, belirebildiğini
uzun uzun tartışıyor. Kitabın etnisiteyle ilgili kısmını ikiye bölmek mümkün: Etnisite
kavramıyla ilgili yaklaşımların (ki yazar bunları iki temel başlık altında
topluyor) sunulduğu bölüm ve ardından yazarın, ağırlıklı olarak Bourdieu’ya
dayandırdığı kendi tanımını sunduğu bölüm. Ayrıca etnisitenin arkeoloji
alanında nasıl anlaşılması ve yorumlanmasına da bir bölüm ayrılmış. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Yazar on dokuzuncu yüzyılın başında (antropolojiyi
oluşturacak alanda) belirmiş ırk yaklaşımıyla başlıyor. Bunu, insan gruplarını
ezeli-ebedi, kapalı, homojen ve özsel bütünler şeklinde kategorileştirme
çabalarının başlangıcı olarak görüyor. Siân Jones tartışmasını daha çok
antropoloji/arkeoloji alanıyla sınırlıyor ama bu alan için ileri sürdüğü ırk,
kültür ve etnisite evrimsel çizgisinin insanlığın diğer alanlarını da benzer
şekilde etkilemiş olduğu söylenebilir. Bu üç kategori sadece antropoloji
alanıyla sınırlı kalmamış, popüler günlük söylemlerin de parçası olmuştur. Irklar
üzerinden gruplara ayırma artık büyük çapta gözden düşmüş olmasına rağmen, diğer
ikisi hâlâ bizimle beraber. Her ne kadar her üç kavram da aynı ezeli-ebedi
özsel grup yaklaşımının ürünüyse de, ırkçı yaklaşım doğrudan bedensel
özelliklere işaret ettiğinden daha fazla tepki toplamış. Oysa ırk kelimesinin
hem Türkçede hem de bazı Avrupa dillerindeki orijinal anlamı aynı soydan olmak;
fiziksel özelliklerle ilişkilendirilmesi daha sonra. Bu açıdan bakıldığında, hem
kültür hem de etnisite kavramları ırkın bu orijinal anlamına özellikle popüler alanda
yakınlar. Irk temelli yaklaşım insanları fiziksel özelliklerine göre
gruplandırmaya dayanırken, kültür ve ardından etnisite temelli gruplandırmalar,
on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru belirmiş kültürel evrelere göre sınıflandırmaya
dayanan sosyo-kültürel yaklaşımın farklı ifadeleri. Fiziksel özelliklerin
yerini sosyo-kültürel özelliklerin alması ne kadar olumlu bir adım olarak
gözükse de, ırk yaklaşımının bütüncülük, homojenlik, sınırlandırılmışlık, belli
bir özün sürdürülmesi gibi varsayımları devam etmiştir. Ezeli-ebedi, özsel
gruplandırmada eğilim, farklılıklardan çok benzerlikleri açığa çıkarma ve
kullanma yönündedir. Yazar etnisiteyi on dokuzuncu yüzyılın başında belirmiş bu
yaklaşımın son ürünü olarak tanımlıyor. Aynı soydan veya aynı gruptan gelmeyi
ifade eden bir kavram olarak etnisitenin geçmişini antik çağa kadar götürmek
mümkün. Ancak yazar bu konuya değinmiyor, kendisini antropoloji ve arkeoloji
alanlarıyla sınırlıyor. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Siân Jones etnisite kavramına ayırdığı ilk bölümde bu
kavramı başlıca iki yaklaşım çerçevesinde tartışıyor: Kökensel (<i style="mso-bidi-font-style: normal;">primordial</i>) etnisiteler ve araçsal (<i style="mso-bidi-font-style: normal;">instrumental</i>) etnisiteler. Yazara göre bu
iki yaklaşımın temelinde etnisitenin nesnelci ve öznelci tanımlarını görmek
mümkün: Etnik gruplar bireylerden bağımsız bir şekilde var olan ortak nesnel
kültürel pratiklere ve/veya sosyo-kültürel ilişkilere mi dayanıyor? Yoksa etnik
gruplar esasen bireylerin öznel algılama süreçleri ve toplumsal örgütlenmeleri
tarafından mı belirleniyor? Bu noktada kanımca önemli bir soru beliriyor: Kültür
ile etnisite arasındaki ilişki nasıl tanımlanmalı? Popüler söylemlerde bu
ikisinin birbiriyle sorunsuz bir şekilde ilişkilendirildiğini görüyoruz. Oysa
bu ikisini farklı süreçlerin sonucu olarak düşünmek gerekebilir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Kültür, tanımlanması epey zor bir görüngü: Hem ürünsel bir
sonuç hem de bir süreç olarak tanımlamak mümkün. Bir yandan bir topluluğun
ürettiği maddi ve manevi her şey olarak düşünülen kültür, aynı zamanda
insanların yaşadıkları dünyayı anlamlandırabilmek için ürettikleri araçlar
(simgeler, söylemler, değerler) olarak da tanımlanabiliyor. Buna ek olarak
kültür insanın gelişimini tamamlayabilmesi ve var olabilmesi için ana karnından
sonra faaliyete geçen biyolojik/psikolojik bir algılama/bilme/öğrenme süreci
olarak da tanımlanabilir. Bir süreç olarak görüldüğünde, kültürün üç önemli
unsuruyla karşılaşıyoruz: aynılaştırma, biriktirme ve aktarma. Biyolojik/psikolojik
bir süreç olarak kültür, gruplar halinde yaşayan insanın var olabilmesi
açısından hayati önemde. Bu sayede birbirine benzer (her açıdan yakın)
bireylerden oluşan insan grupları ortaya çıkıyor. Fakat işin bir de gruplar
arası yanı var: Grup oluşturabilmek ve bu şekilde var olabilmek için insanların
ayırımcı olmaları da gerekiyor. Yani iki farklı süreçten bahsediyoruz: Grup
oluşturabilmek için birbirine benzeme ve yine grup oluşturabilmek için
diğerlerini ayırma. Her iki sürecin kültürel olduğunu kabul etsek bile (ki bu
tartışmaya açıktır) temelde iki farklı süreç söz konusudur. Etnisite ayırımcı
sürecin ürettiği bir görüngü olarak karşımıza çıkıyor. Bir süreç olarak kültür benzeme
ve benzetmeye dairken, etnisiteninse kendini farklı görme ve kılmayla ilgili
bir durum olduğu görülüyor. Her iki sürecin temelinde öznel bir grup
topografyası olduğunu söyleyebiliriz. Bu topografya benzemeyi sağlarken, aynı
zamanda diğer grup topografyalarını ayırmak, dışarıda tutmak için üretilen
süreçlerin (bu tartışmada etnisitenin) de kaynağı oluyor. Her insan yetişme
evresini belli bir grup topografyasının sınırları içinde geçirdiğinden ve bu
evre onun üzerinde daha sonra karşılaşacağı evrelerden biyolojik/psikolojik
anlamda çok daha güçlü ve etkili olduğundan, bu çerçevede bir kökensellikten,
popüler söylemlerdeki şekliyle bir “öz kültür”den bahsetmek mümkün olabiliyor. “Öz
kültür” ilk anda değişmezliği çağrıştırıyor ama daha çok en dayanaklı veya
değişmesi en güç olan bağlamında düşünmek daha yerinde olabilir. Farklı grup
topografyalarının uzun vadede en ilk topografyanın belirleyiciliğini
azaltabildiği bilinen bir şey. Neticede birbirinin üzerine eklenen topografik
grup katmanlarından ve bunların arasında en dayanıklı olarak tanımlanabilecek
bir “kökensel” ilk grup katmanından bahsetmek çok daha uygun gözüküyor. Böylece
etnisite çok daha farklı bir şeye dönüşüyor. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Her ne kadar bir topografik grup yaklaşımından yola
çıkmıyorsa da, yazarın, kitabının kendi benimsediği etnisite tanımına ayırdığı
kısmında etnisiteye bu çerçevede yaklaştığını görüyoruz: Etnisite
benzerliklerden çok esasen bir farklılık bilincinin kabul edilmesi, ortaya
çıkarılması olarak sunuluyor. Yazar bu noktada, etnisite böyle tanımlandığı
takdirde, aşağı yukarı her türlü farklılık bilincinin, farklılık ilanının, bir
etnisite olarak tanımlanabileceğini ve bunun doğru olmadığını ekliyor. Aksi
takdirde birçok toplumsal çıkar grubunu etnik farklılaşma bilinci bağlamında
görmemiz gerekecektir. Oysa etnisite çok daha derin bir farklılık ilanına
dayanıyor. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bu noktada yukarıda bahsedilen
ve yazarın çok daha ayrıntılı şekilde işlediği kökensel katman saptamasına geri
dönmek gerekiyor. “Öz kültür” veya “kökensel topografik katman” kavramlarının
çağrıştırabileceği ezeli-ebedi değişmez özler anlayışından uzak durarak bir
kültürel doğumdan bahsettiğimizde veya günümüzde artık birçok araştırmacı
tarafından kabul edildiği üzere, biyolojik doğumu doğum sonrasında önemli bir
süreyi de kapsayacak şekilde düşündüğümüzde, etnisitelerin daha çok bu ilk
kökensel döneme dair süreçlerin ortaya çıkardığı simge, söylem, değer ve
pratiklerden yapılan öznel tercih ve seçimler sonucunda ortaya çıktıkları ileri
sürülebilir. Yani etnik kimliklerin malzemesi insanların en ilk kökensel grup katmanından
ve aslında bunu çağrıştıracak kurguların oluşturulmasından kaynaklanıyor. Bir
seçme süreci söz konusu olduğundan, en ilk katman tamamen veya büyük oranda
kurgusal olabilir, hatta kurgulanan şey, birçok özelliğiyle bu en ilk katmanı birebir
yansıtmıyor da olabilir. Önemli olan, etnisitelerin kökensel bağ ihtiyacı veya
arzusuna dayanan ayırımcılık bağlamında ortaya çıkmaları. Burada muhtemelen
tamamen hayali bir şeyden bahsetmemek de gerekiyor. Her ne kadar bir kurgulamadan,
yeniden yapmadan bahsetmek mümkünse de, üzerinde durulması gereken, bu süreç
içinde ortaya çıkan duygulanmaların gerçekliği ve bunların gayet güçlü kökensel
duygusal bağlantılar şeklinde belirmesi. Yazar etnisitelerin ortaya
çıkmalarıyla ilgili bir ikinci önemli unsura daha dikkat çekiyor: Kültürel
temas veya farklı grup topografyalarının teması. Sonuç, toplumsal bilginin
temas sonucu beliren farklılığı nesnelleştirecek düşünsel ifadelendirmeye
dönüşmesi oluyor. Bu noktada farklılığı olumlu bir alternatif olarak değerlendirecek
üretimlerin çıkması da mümkün. Etnisite tek çözüm değil. Temas sırasında ortaya
çıkacak farklılık bilincinin oluşumu çeşitli şekillerde tetiklenebilir.
Ekonomik sıkıntılar da bunlardan biri olabilir. Meseleyi bir grubun kendi
kökensel grup topografyasını savunmakla sınırlamamak da gerekiyor. Süreci
başlatan tetikleme mekanizması çok farklı şeylerin savunulduğuna işaret
edebilir. Hatta kökensel değerlerin, simgelerin ve pratiklerin savunulmasının
altında çok farklı şeylerin savunuluyor olabileceği de unutulmamalıdır.
Neticede yazar etnisitelerin ortaya çıkmasında her ne kadar bir kökensel
katmanla ilişkilendirilme görüyorsa da, süreci sürükleyen mekanizmanın hem
öznel oluşuna hem de bunun şimdinin sorunları, çatışmaları ve yüzleşmeleriyle
ilişkilendirilmesi gerektiğine işaret ediyor.<span style="mso-spacerun: yes;">
</span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Bu tartışmayı etnisiteyi daha iyi kavramamızı sağlayacak üç
ilginç tespitle bitirebiliriz: (1) etnisitelerin oluşum sırasında diğer
gruplarla var olan diyalogların biçim ve içeriğinden etkilenmeleri; (2) etnisitelerin
malzemelerinin zaman içinde değişebileceği; ve (3) etnik grupların izlerini
geçmişe doğru takip etmenin güçlüğü. Birinci tespit şu ana kadarki argümanların
doğal sonucu. Bir grubun etnisiteye dönüşümü bir başka grupla girdiği temas ile
doğrudan bağlantılıysa, oluşan diyalogun türünün, yani biçim ve içeriğinin, her
iki taraftaki etnisite oluşumlarını yakından etkilemesi gerekiyor; yani gruplar
bir bakıma birbirlerinin etnik kimliklerini oluşturuyor. Kökensel katmanların
kökensel düşmanlıklar veya rekabetler kapsayacak şekilde tasarlanabilmeleri de
mümkün.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>İkinci tespit, etnik kimliği
ortaya çıkaran sürecin farklı dönemlerde farklı tür malzemeyi işleme
sokabileceğidir. Etnisitelerin tarihlerine kısa bir bakış bile önem verilen
özelliklerin nasıl değiştiklerini gösterebilir. Bazı durumlarda gerçek veya
tasarımsal kökensel katman dini olarak adlandırılabilecek bir atmosfer içinde
şekillenebilir. Bazı durumlardaysa çok daha dünyevi veya “laik” bir ortam söz
konusu olabilir. Örneğin, Osmanlı sonrası ulus devletlerin neredeyse büyük
kısmının etnik kimliklerinin geçmişteki dini kimliklerinden etkilendikleri veya
dini etnik kimlikler içerdikleri ileri sürülebilir. Çok farklı malzemeler de
kullanılabilir. Örneğin on dokuzuncu yüzyılın giyinik Avrupalısıyla “yarı-çıplak”
veya “çıplak” Pasifikli veya Afrikalısının karşılaşmasının bir giyinme veya
giyinmeme faktörünü var olan veya doğmakta olan etnik kimliklere soktuğu ileri
sürülebilir. Üçüncü tespit ilk iki tespitten kaynaklanıyor. Kullanılan kökensel
grup topografyaları ve farklı ile ilk temasın maddi ve manevi koşulları değiştikleri
sürece, ortaya çıkan farklılık ilanlarının içerikleri de değişecektir. Benzer
şekilde, aynı grup zaman içinde farklı gruplarla diyaloga girdiği sürece, değişik
farklılık ilanları ortaya çıkacak ve bu ilanı yapan grubun kendisi de haliyle
değişecektir. Örneğin bir grubun içerdiği bazı alt gruplar zaman içinde değişik
farklılık ilanlarından ötürü grup dışında kalabilir. Farklı birleşmeler veya
dağılmalar ortaya çıkabilir. Bu durumda bugün var olan grupların geçmişte hangi
gruplara karşılık geldiklerinin tespiti olanaksızlaşacaktır. Çünkü tanımlar ve
bunları ortaya çıkaran zihniyetler farklı olacaktır. Bugünün bireylerinin
atalarının ne tür kökensel gruplar oluşturdukları sorusu elbette sorulabilir
ama yapılacak araştırma soruyu sormakla yetinmek zorunda kalacaktır. Çünkü
günümüz etnik gruplarına dâhil bireylerin atalarının muhtemelen çok farklı
gruplarda yer aldıkları görülecektir. Ve bu farklı gruplar arasında söylemsel
ilişkiler kurmak da, farklı zamanlara ait oldukları için mümkün olmayacaktır. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;">Toparlayacak olursak, her şeyden önce etnisite kavramını
ortaya çıkaran sürecin ne olduğu üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor. Gruplar
arası ilişkiler veya bir grubun içinde bulunan alt gruplar arasındaki ilişkiler
türlü türlü farklılık ilanlarına veya bilinçlenmelerine yol açabilir. Bir birey
ve bir kültür bir yığın farklılık ilanını aynı anda temsil edebilir ama
bunların arasında kökensel olarak tanımlayabileceğimiz farklılık ilanları
etkisi en güçlü olanlardır. Etnisite, şimdinin koşullarının tetiklediği
süreçlerin sonucu olarak gerçek veya kurgusal kökensel farklılık ilanıdır.
Farklı dönemler ve farklı koşullar değişik farklılık ilanlarını
getirebilecekleri gibi, belli koşulların ürünü olarak gördüğümüz etnisitenin
biçim ve içeriği de zaman içinde değişebilir. Son derece dünyevi bir etnisite
zaman içinde bu yapısından uzaklaşabilir. Her ne kadar ezeli-ebedi homojen özsel
bütünler fikri son iki yüzyıldır kendisini popüler dünyada ve hatta akademik
çevrelerde kabul ettirdiyse de, bunu daha ziyade etnisite zihniyetini mümkün
kılan bir meta-söylem olarak görmek daha uygun olacaktır. Etnik
milliyetçilikten şikâyetçi olup bu ana formüle dokunmamak çelişkili bir
durumdur. Kökensel farklılık ilanı sonuçta insana ait doğal bir davranıştır ama
bunun bu formül doğrultusunda şekil almasının ne kadar doğal olduğu tartışmaya
açıktır. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: Verdana; font-size: 10.0pt;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-3945595324517316112013-11-26T14:00:00.000+02:002013-11-26T14:19:09.401+02:00Tarih, Yüzleşme ve Kürdistan<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Mağduriyet,
tarih, siyaset. Yerliler ve sonradan gelenler. Ve tabii isimler. İsimler
üzerine kopartılan fırtınalar. Yer isimleri. Telaffuz edildiğinde veya
edilemediğinde her şeyi paramparça olacağına inanılan yer isimleri. Yıllar önce
milliyetçi saiklerle değiştirilmiş ve şimdi iade edilen, edilmesi istenen
isimler. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ama çeşitli
sorular geliyor akla bu arada. İsim iadesi tam olarak ne kadar geriye gitmeli.
Örneğin, Kürdistan yeterli mi? Yoksa daha öncesine de gitmek gerekiyor mu? Gitmenin
veya gitmemenin gerekçesi ne olabilir? Söz konusu bölge Kürdistan olmadan
önceki döneme ait, sayıları son derece azalmış olsa da hâlâ varlığını sürdüren
kültürleri içermeli mi? Yoksa çoğulcu demokrat olup sayıca baskın unsur oldukları
için bu bölgenin Kürdistan olarak adlandırılması gerektiğini mi kabul etmeliyiz?
Sayı her şey mi? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ya yaşanan
mağduriyetler? Bugünün mağduru dünün de mağduru mudur? Eğer değilse ve de dünün
gaddarı olmuş olma ihtimali varsa, bugünkü mağduriyetine nasıl yaklaşmamız
gerekiyor? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Elbette “ne halleri
varsa görsünler” veya “yesinler birbirlerini” demek çözüm değil. Ama uzun
yıllar birlikte kendilerinden ufakları, güçsüzleri dövmüş iki kankadan biri
diğerini dövmeye başladığında, ortaya çıkan mağduriyetin biraz farklı bir
mağduriyet olacağını da kabul etmek gerekmiyor mu? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Biraz sert mi
oldu? Ama ciddi bir yüzleşme çabasına girmeden tarihi çarpıtmak da eş derecede
sert oluyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Örneğin, yerel
bir gazetede şöyle bir şey okudum (ki bu yaklaşımında tek olduğunu
düşünmüyorum):</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
“… hah bak orası
Mezopotamya. Sen bu tanımı tarih dersinden hatırlarsın bak kesin. İşte o
Mezopotamya, hatırlarsan Türklerin Anadolu’ya göçünden bile önce Kürtlerin
yerleşik hayat yaşadıkları, vaktiyle çok verimli olan, kendi kültürlerini miss
gibi yaşattıkları Mezopotamya’dır.”</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ve ardından
devam etmiş yazar: </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
“… devlet
politikası işte, hani tarih dersinde göğsünü acayip kabartan bir Kanuni dönemi
vardır ya, fetih üstüne fetih, elli kere haritayı yeniden çizdiren günler, işte
o günler bitince, politikadan anlamayan devletimiz Kürtlerin o güzel
topraklarının da, kültürlerinin de içine afiyetle sıçmıştır.” (<a href="http://www.arenabodrum.com/deniz-sezgun-yazdi-evet-abi-kurdistan-ya-ne-olacakti/">http://www.arenabodrum.com/deniz-sezgun-yazdi-evet-abi-kurdistan-ya-ne-olacakti/</a>)</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Yazar, başbakanın,
Kürtlerin yaşadığı bölgeye Kürdistan demesinin doğru olduğunu göstermeye çalışıyor.
Her ne kadar başbakan Kuzey Irak’a Kürdistan demiş ve<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Türkiye’nin güneydoğusunu bunun dışında
tuttuğunu iki veya üç gün sonra onunla yapılan bir röportajda belirttiyse de,
bir yerlere Kürdistan demiş olması, Türk-Kürt çatışması bağlamında tabii ki
önemli bir olay, önemli bir adım. Tamam diyelim.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir yeri farklı
bir şekilde adlandırmak, daha doğrusu, belli bir yere, belli bir bölgeye
Kürdistan demek. Gürültü bundan kopuyor. Her ne kadar yukarıdaki satırların
yazarı, “Bırak insanlar oraya ne derlerse desinler. Kürdistan, Kürdiye, Land of
Kurds. Onlara kalsın artık.” diyorsa da, mesele bu kadar basit değil. Ama
bildik ulusalcı söylemlerden ötürü değil, tamamen farklı bir açıdan, geçmişle
yüzleşme taraftarlarının da unuttuğu farklı bir açıdan bakıldığında ortaya
değişik bir tablo çıkıyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İlk önce, madem
bu siyasi tartışmaya tarih katılıyor, yazarın ve onunla birlikte başka bir çok
kişinin icat ettikleri tarihi bir parça düzeltmek gerekiyor. Kürtler, eğer
tartışmamızı bu etnik grubun adıyla sınırlandıracaksak, düşünülenin aksine, bugün
yaşadıkları bu topraklara pek öyle Türklerden çok önce gelmiş değiller. Eldeki
kaynaklar aşağı yukarı aynı zamanda, yani yazarın bahsettiği şu “Türk göçü”yle
birlikte <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>geldiklerini gösteriyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu elbette çok
önemli olmayabilir. Ama geliş şekilleri Türklerinkinden pek farklı olmadığından,
yani Kürtler de bu topraklarda o sırada yaşayan kültürlerin yerlerinden
edilmeleri sürecine bilfiil katıldıklarından bu önemli bir ayrıntı oluyor. Eğer
meseleyi yerlilik-yabancılık ve yerleşiklik-göçebelik karşıtlığı açısından ele
alacaksak, bu bölgenin o sırada, yazara göre, “kendi kültürlerini miss gibi
yaşatanları” Süryaniler ve Ermenilerdi. Yüzlerce yıl sonra Kürt ve Türkün,
başbakanın çok sevdiği ifadeyle bir zamanların iki sıkı kardeşinin, başka
kültürlerin topraklarını zor yoluyla ele geçirme sürecinin yirmi birinci yüzyıldaki
perdesinde kavgaya tutuşmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Süryaniler ve
Ermeniler ve o sırada burada var olmuş diğer alt kültürler açısından
bakıldığında, bu topraklara Türkiye yerine Kürdistan denmesi, bu kültürlerin ellerinden
alınmış toprakların bir gaddarın ismi yerine diğerininkiyle adlandırılması
(gaddar sert kaçmış olabilir ama eski dile sadık kalacaksak, mağduriyet
yaşatana gaddar denir) onlar için önemli bir farklılık getirmiyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Diğer yandan
şunu da belirtmekte yarar var. Meseleye genetik çalışmalar açısından
yaklaştığımızda, bugün bu topraklarda yaşayanların büyük kısmı epeyce uzun bir süredir
bu topraklarda yaşayan insanlar. Yani bugün Kürt olarak adlandırılanlar
muhtemelen neolitik dönemin (yani kabaca on, on beş bin yıl öncesinin) başka şekillerde
adlandırılmış topluluklarının devamı. Tabii aynı çalışmalar bu durumun bugün
kendilerini Türk olarak adlandıranlar için de geçerli olduğunu söylüyor.
Bununla beraber, <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>ortada sahiplenilen <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>etnik bir adlandırma olunca ve bu adlandırma
milliyetçi bir kapışma bağlamında yapılmaya kalkışıldığında, seçilen adların
tarihlerine, başkaları için ne ifade ettiklerine de bakmak gerekiyor ve konuya
bu şekilde yaklaşınca, her iki ad da, bu bölgede bu adlar buraya gelmeden önce
burada yaşayan kültürlerin yıkımına, büyük ölçüde ortadan kalkmalarına sebep
olmuş adlar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Birilerinin
kendilerine Türk veya Kürt demesinde elbette hiç bir sakınca yok. Herkes
kendisini istediği şekilde tanımlayabilir ve bu isimleri taşıyarak herhangi bir
haksızlığa maruz kalmadan eşit bireyler olarak yaşamak isteyebilir. Ama bu
toprakların bugüne kadar (ve hatta bugün de) sadece kendilerinden ibaret olmuş
olduğu fikrine kapılmamalılar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir kültürün
üyelerinin, bu durumda Kürtlerin, çeşitli sebeplerle haksızlıklara, zulümlere
uğramış, acı mağduriyetler yaşamış, kısaca ciddi bir etnik ayrımcılığa maruz
kalmış olması tabii ki kabul edilemez; siyaseten itiraz edilmesi, karşı
konulması gereken bir durumdur. Ama bu mücadele milliyetçi söylemin dar
kalıplarının dışına çıkmadığında, ki bir bölgenin etnik bir isimle
adlandırılması, anayurt söylemi, diğer kültürleri yok saymak vb çabalar milliyetçiliğe
girer, haliyle karşıt itirazlar gelecektir; birileri de, “bir dakika bu
meseleye sadece son yüz yıl değil, bir de son bin yıl öncesini düşünerek bakalım”
diyecektir, özellikle bu birileri hâlâ ortalıktaysa. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Çok basit bir
tarih araştırması bile, eğer “güneş teorisi”nin Kürt versiyonlarını bir kenara
bırakırsak, yani tartışmamızı bugün var olan modern etnik kimliklerle yürütecek
olursak, bugün Anadolu olarak tanımladığımız bölgedeki (ki sınırları biraz daha
genişleterek bugünün Kuzey Irak’ını da dahil edebiliriz) kültürlerin Türk ve
Kürt adlarını ilk kez duyduğu ve kayda geçtiği tarih on birinci yüzyıl ve
sonrasıdır. “Anadolu’nun fethi”nde sık sık ortak hareket etmiş bu iki Müslüman
topluluk (o dönemde her iki topluluğu da Anadolu’ya doğru harekete geçiren en
önemli etken İslam’dı; diğeri de ekonomi) Anadolu’ya birlikte yerleşmiş ya da
birlikte zorla ele geçirmiştir. Bugün birbirlerinden pek haz etmeyen bu iki
etnik grubun birlikteliği uzun bir süre devam etmiş ve bu birliktelik her
seferinde yerli kültürlerin topraklarından biraz daha uzaklaştırılması,
atılması veya en iyi ihtimalle ikinci sınıf topluluklara dönüştürülmesi
anlamına gelmiştir. Çaldıran Savaşı bu bölgeye Kürtlerin adamakıllı
yerleşmesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Ama tabii bu birlikteliğin son
perdesi ve birçok bakımdan en sert yıkımın yaşandığı zaman yirminci yüzyılın
hemen başı, Birinci Dünya Savaşı dönemidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Böyle bir tarih
söz konusu olunca, bir yerlere Kürdistan demek ve bunu Kürtlerin en azından
birkaç bin yıldır yaşadıkları yer olduğu iddiasıyla yapmak bana göre tarihin
çarpıtılmasından ve burada daha önce var olmuş ve hâlâ ufak paketçikler halinde
var olmaya devam eden kültürlere büyük haksızlıktan başka bir şey değildir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Böyle bir
adlandırma ciddi bir tarihsel yüzleşmeyle birlikte gerçekleştirilmediği sürece
çok kültürlü yaşamın kapısını aralayan bir adım olmayacaktır. Burada yaman bir
çelişki söz konusudur. Kürtlerin bir kültür olarak tanınma talepleri elbette
haklı bir taleptir ama bunu daha değişik bir şekilde ve her şeyden önemlisi de
en azından bin yıllık varlıklarının başka kültürler üzerinde yol açtığı kültürel
mağduriyetlerle yüzleşerek yapmaları zorunluluğu vardır. Oysa burada kolay yol
seçilerek tamamen milliyetçi bir adlandırmayla yetinilmektedir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Burada üzerinde
durulması gereken en önemli nokta, Kürdistan adlandırmasının tek kültürcü olması,
Kürtlerin şiddetle eleştirdikleri Türkiye, yani sadece Türklerin yaşadığı yer
adlandırmasından farklı olmamasıdır. Böyle bir adlandırma sonuçta tek kültürcü bir
tarihi ve bunun çok kültürlü bir ortama dayatılmasını da getirmektedir. Kürtlerin
amacı Türklerin veya Türk devletinin onlar üzerindeki ayrımcı kültürel ve etnik
baskısını sona erdirmekse, bunun şekli, aynı düzeni daha küçük ölçekte ve
farklı bir adla hayata geçirmeye çalışmak olmamalı. Farklı kültürlerin bir
arada yaşadığı bir yer, demografik oranlar ne olursa olsun, hiçbir zaman tek
bir kültürü öne çıkartan, ödüllendiren ve diğerlerinin üzerinde bir konuma
yerleştiren bir şekilde adlandırılmamalıdır. Modern demokrasinin en önemli
şartı olan azınlık yaşamlarının eşit koşullarda var olmasını sağlamanın yolu her
şeyden önce böyle bir adlandırmadan kaçınmak olmalıdır. </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-23411268684345752382013-09-04T10:01:00.000+03:002013-10-02T09:41:10.671+03:0021. Yüzyılda Malazgirt Kutlaması<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
AKP’nin 1071 Alparslan’la
Malazgirt Savaşı’nın kutlama projesinden sonra “ileri demokratlar”ın da milliyetçilik
konusunda bu ülkenin kendilerinden önceki diğer yönetimlerinden aşağı kalmadığı
konusunda bir kuşku kalmadığını söyleyebiliriz. Elbette bazı farklar söz
konusu. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Yanlış anlaşılmasın içerik
farkından bahsetmiyorum. İslami unsurun biraz daha fazla öne çıkartılması
dışında aynı söylem sürüyor. Diğer yandan, biçim konusunda da AKP’nin hakkını
vermek gerekiyor. Hiç kimsenin bugüne kadar düşünmediği fikirlere imza
atıyorlar, çok daha görsel gösteriler düzenliyorlar. Ama görsellik, kitlesellik
ve büyük şovlar onların törenlerinin de son derece ayırımcı olduğu gerçeğini
değiştirmiyor.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnd5H8vnPnr_3EE-ntS88cs2tW50HeENsz1fy8oky4om_yQa2omcTbTUJdseeW5KXNuPxFnSV5ti4IdzMsdE4RzKQuOZZl8LRCLXfzTLPtaLzX83dEwukn2NRYM9YdKew25UFdhrdL91U/s1600/malazgirt1071_orta.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnd5H8vnPnr_3EE-ntS88cs2tW50HeENsz1fy8oky4om_yQa2omcTbTUJdseeW5KXNuPxFnSV5ti4IdzMsdE4RzKQuOZZl8LRCLXfzTLPtaLzX83dEwukn2NRYM9YdKew25UFdhrdL91U/s320/malazgirt1071_orta.jpg" width="320" /></a></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Milliyetçilik
elbette her zaman bir sorun olarak görülmek zorunda değil. Bir örgütlenme şekli
olarak belli koşullarda yararlı olduğu bile ileri sürülebilir. Bugünün
değerleri açısından bize veya kimimize yanlış veya ters görünse de, milliyetçiliklerin,
homojen oldukları farz edilen etnik gruplar şeklinde örgütlenmiş bir dünyada bu
grupların üyelerine tercih ettikleri kimlikler ile yaşam koşullarını üreterek
onlara o sırada arzu ettikleri türden bir ortam sağladıkları yadsınamaz. Ama bu
örgütlenme şeklinin her zaman bir bedelle geldiği, yine homojen oldukları
varsayılan azınlık gruplarının yaşam koşullarını, çoğunluktaki grubun
koşullarına göre çekilmez veya tercih edilmez yaptığı da yadsınamaz. Fakat sonuçta
meseleye homojen grupların kendilerine ait yaşam alanları halinde düzgünce
dağıldıkları bir dünya açısından baktığımızda, milliyetçi söylem çok zarar
vermediği gibi, taraftarları açısından tercih edilen bir örgütlenme biçimi
olabiliyor.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Diğer yandan,
etnik grupların düzgün siyasi sınırlarla birbirlerinden ayrılmadığı, aksine
aynı sınırlar içinde var olmak zorunda kaldığı bir ortamda ve ayrıca hem kalıcı
hem de geçici küresel yer değiştirmelerin <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>ve ilişkilerin arttığı bir dünyada,
milliyetçilik sorunlu bir söyleme dönüşmeye, siyasi istikrarsızlıklara yol
açmaya başlayabiliyor. Böyle bir dünyada farklı değerler ön plana çıkmaya,
geçmişin milliyetçi değerleri rağbet görmemeye, itici ve ayrımcı bulunmaya
başlıyor. Meseleyi bu şekilde koyunca, bu kutlamanın yirmi birinci yüzyıl
dünyasında ne anlama geldiğini, bu açıdan bakıldığında Türkiye’ye ne
kazandırabileceğini sorgulamak gerekiyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Yüzyılımız
milliyetçiliğin tamamen ortadan kalktığı bir dönem olmasa da (ki aksine
milliyetçiliğin yükselmekte olduğu günlerden geçiyoruz) artık ilk günlerindeki kadar
rağbet görmediği, en azından belli durumlarda sorun olacak bir söylem veya örgütlenme
biçimi olarak görüldüğü bir dönem. Milyonlarca insanın kendisini milliyetçi
görmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü bu milyonların arasında bile gerektiğinde
iyi milliyetçilik kötü milliyetçilik ayrımı yapa küçümsenmeyecek büyüklükte bir
kitle mevcut. Yani artık milliyetçiliğin kötüsü olabileceği kabul ediliyor.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Yüzyılımız bir
bakıma çok kültürlülüğün öne çıkartıldığı, geçmişin tek kültürcü yapısının
zarar verdiği çeşitli kültürlerle köprülerin yeniden kurulduğu, geçmiş
katliamlar, mezalimler ve şiddet içeren uygulamalar için bazen yüzeysel kalınsa
da pişmanlık belirtme, gösterme dönemine dönüşmüştür. Elbette bu da sorunsuz
ilerlemiyor ama genel eğilim, en azından şimdilik bu yönde. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Malazgirt
kutlaması böyle bağlamda nereye oturuyor? Bir istila savaşı olarak çok kültürcü
yakınlaşmalara epey ters bir seçim olduğu ortada. Kendimizi kandırmaya gerek
yok. Malazgirt, kendilerine ait olmayan toprakları zorla almaya çalışanların bu
toprakların o sıradaki sakinlerine karşı verdikleri bir savaştır. Bu yanlış
veya doğru görülebilir, onu tartışmıyoruz. Sonuç olarak bu bir istila savaşıdır
ve dolayısıyla bu topraklarda hâlâ varlıklarını sürdüren bazıları için son
derece olumsuz çağrışımları vardır. Bu savaş o günün koşullarında istilacılar
olarak görülmüş topluluk veya topluluklar açısından gayet haklı bir savaş olmuş
olabilir. Sonuçta insan toplulukları tarih boyunca sahip olmadıkları farklı ve
yeni kaynaklar için sürekli yer değiştirmiş, yeni alanlara yerleşmeye
çalışmıştır. Bu açıdan bakınca çok da garip bir durum söz konusu değildir.
Fakat bu savaşı bugünün siyasi ve kültürel ortamına taşıdığımızda, bu savaşı
bugünün değerleriyle ele aldığımızda, bununla övünmeye kalkıştığımızda ortaya
çok farklı bir tablo çıkıyor. Çünkü artık istilalara inanmıyoruz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Malazgirt’le başlamış sürecin
sonuçlarının, örneğin Amerika kıtalarını istila ederek oradaki yerli kültürleri
ortadan kaldırmış Avrupalıların yaptıklarından pek bir farkı yoktur. Yani açıkça
şiddet içeren bir istila ve sömürgeleştirme sürecinin başlangıcıdır. Dolayısıyla,
eğer hedef hem bu topraklarda hâlâ varlığını sürdüren hem de ülke dışında
yaşayan diğer kültürlerle daha samimi ve düzgün ilişkiler kurmaksa, bunun yolu
bir istila savaşını bu şekilde kutlayarak olmaz. Amaç, eğer hâlâ mevcutsa bu
sürecin açtığı yaraları elden geldiğince sarmak ve daha farklı bir duruş
oluşturmakken, dünyada genel eğilim bu yöndeyken, bu yaraları tarihsel söylem
bazında deşmenin, istilacı bir duruş sergilemenin düşmanlıkları devam ettirmenin
e gibi bir yararı olabilir? Nasıl Amerika kıtalarında Kristof Kolomb’un bu
kıtaları keşfi artık kötü bir olay olarak anılmaya başladıysa, Malazgirt Savaşı’na
da sonuçta bu şekilde yaklaşılmalıdır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Malazgirt
geçmişte nasıl bir sürecin, bir istilanın parçası, başlangıç noktası olmuşsa
olmuştur, şimdi yapılması gereken, bir türlü kurtulamadığımız eskiden-ne-büyük-devlettik
kompleksi doğrultusunda uzun vadede hiçbir yararı olmayacak törenler düzenlemek
yerine, birbirini ezmeden, ayırmadan birlikte yaşamaya dayanan yeni bir dünya
kurmaya çalışmak olmalıdır. Kısacası, istila savaşları artık dünyamızda
kutlanacak bir şey olmaktan çıkmıştır; bu tür kutlamalar insanları birbirlerine
yakınlaştırmak yerine biraz daha birbirlerinden uzaklaştırmaktır.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com16tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-37891310320813144302013-01-10T13:03:00.000+02:002013-02-08T07:50:52.436+02:00Karyalılar ve Dünyanın Yedi Harikasından Mozole (Mausoleion) Üzerinden Anadolu Milliyetçiliği<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div class="MsoNormal">
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjebAVUtXFec8TM0lu9rTg5YHs3TMfsi9y4qgpo4qRvIeXT21c6glAJOxZ9SwdJYi0ZTZRbvGmP1FuW5jGsbby3uIT0CcVi6NyKa0Jglb8FnakCkiZ8hkHjmg1YKbAXh46EtbQyFfciknE/s1600/Mozole2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjebAVUtXFec8TM0lu9rTg5YHs3TMfsi9y4qgpo4qRvIeXT21c6glAJOxZ9SwdJYi0ZTZRbvGmP1FuW5jGsbby3uIT0CcVi6NyKa0Jglb8FnakCkiZ8hkHjmg1YKbAXh46EtbQyFfciknE/s320/Mozole2.jpg" width="232" /></a></div>
<br />
<br /></div>
<div style="line-height: 150%; text-align: justify;">
“Karyalılar Helen değildir.
Anadolu'nun gerçek sahipleridir. Aynı biz Türkler gibi. Ayrıca Karyalıların
önemli bir kısmı Anadolu'da kaybolmuşlardır yani bizimle karışmışlardır. Savaşçıdırlar.
Müthiş Savaş hikayeleri vardır.”</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bunu bir doğa
sporları kulübünün sitesinde okudum. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Her şeyden önce
şu sahip olma fikri beni artık epey yormaya başladı. Nedir bu sahip olma
takıntısı? Ama tabii burada bitmiyor. Bir de gerçek sahipler denen bir şey var.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Buraya kadar tamam
diyelim. Karyalılar gerçek sahipleri. Onlardan sonra gelmiş olduğu varsayılan
(ki bunun doğru olduğu kabul edilebilir) Helenlerse, bu nedenle gerçek sahip
değiller. Herhalde işgalci falan oluyorlar. Ama Helenlerden sonra bu topraklara
geldiği aşikâr Türkler gerçek sahipleri. Nasıl oluyor bu? Çünkü Karyalıların
önemli bir kısmı Anadolu’da kaybolmuş (Anadolu’ya dağılmamışlar, kaybolmuşlar)
ve “bizimle”, yani bu yazıdan anlaşıldığı kadarıyla Türklerle kaynaşmışlar.
Türkler de bu karışmadan ötürü (artık kız mı aldılar ya da verdiler,
bilmiyoruz; gerçi erkek de olabilir, pek belli değil, ama erkek egemen
olduğumuzdan muhtemelen birincisi) buranın gerçek sahipleri olmuş. Yoksa onlar da
işgalci olacaktı herhalde. Karıştıkları Karyalıları diğerlerinden nasıl
ayırmışlar merak ettim. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ve tabii
savaşçıymışlar. Aksi düşünülemez zaten. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Şimdi her şeyden
önce, yukarıda da belirttiğim gibi, sahiplik nasıl oluyor sorusu var. Garip bir
kavram bu. Karyalılar niye sahibi bu toprakların ve sadece Anadolu’nun
güneybatısında yaşadıkları düşünülürse, neden tüm Anadolu’nun sahibiler?
Örneğin neden Trabzon’un veya Van’ın veya Kastamonu’nun sahibi oluyorlar? Çünkü
tüm Anadolu’ya dağılmışlar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Orta Asya’dan
tüm dünyaya dağılmanın ufak bir versiyonu; artık alıştık ya bu temaya her yere
uygulayalım. Başın sıkıştı mı göç ettir. Dağıt gitsin ve senin olsun.
Dağılıyorlar ve yaklaşık bin beş yüz yıl sonra Türklerle karışıyorlar. Arada ne
oldu, kimler geldi geçti? Teferruat. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu arada
Helenler işgalci. Persler, onlar da işgalci. Romalılar gelmişse, eh onlar da bir
parça gelmiş, yaaz, işgalci. Keltler falan, hayatta olmaz, zaten ne biçim isim
o, işgalci. Karyalılar ve Türkler, tarihi çözdük. Bu ikisi yeter. Gerisi fasa
fiso. Homer, Hereodot bizden. Thales, Anaximenes, Heraclitus, hepsi bizden.
Mausolos … bizden. Mozole, yani Mausoleion, yedi harikadan biri … Anadolu’nun,
yani “bizim”. Yapımında çalışmış heykeltıraşlar, onlar önemli değil. Ya
tasarımı yapmış mimarlar, karıştırma orasını. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSa3gGonNtKpq83-zxEVXnTn641LbdLOVlA3EN0ufRpqkjxPv2tRxDIWE6YxGcxsktD2VOs78rvKtLhfbvzm5o2FImvzRSVQaFNuIYjmyl1ByGHkUUhd5yA2mlqKzUTskG5RzIyH0rE_U/s1600/Mozole+Kabartma.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSa3gGonNtKpq83-zxEVXnTn641LbdLOVlA3EN0ufRpqkjxPv2tRxDIWE6YxGcxsktD2VOs78rvKtLhfbvzm5o2FImvzRSVQaFNuIYjmyl1ByGHkUUhd5yA2mlqKzUTskG5RzIyH0rE_U/s1600/Mozole+Kabartma.jpg" /></a></div>
Bizim, bizim …
sahibiyiz de sahibiyiz. İngiltere’den istiyoruz da istiyoruz. Ama diyelim aldık
geriye. Herhangi bir atıfta bulunacak mıyız o Helenlere, bu dünyanın yedi
harikasından birini dünyaya ve insanlığa armağan etmiş Helenlere. Neden ki?
Paralarını almadılar mı? Parasıyla değil mi? Siparişi Karyalılar vermedi mi?
Anadolu’nun gerçek sahipleri ve dolayısıyla da Türkler. O zaman bizim. Ama hayır,
o üç sanatçı, o üç heykeltıraş, o üç Helen (birini çıkartıyoruz, Karyalı ya),
Mausolos’un anıt bitmeden ölmesi sebebiyle duran inşaatı kendi çabalarıyla
bitirmiyorlar mı, her şeye rağmen çalışmaya devam kararı almıyorlar mı?.
Karyalılar değil, bin beş yüz yıl sonra Anadolu’da belirecek Türkler de değil. Bildiğin
Helenler. Hani şu “gerçek sahibi” olmayanlar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Dolayısıyla,
şöyle bir soru beliriyor. “Benim topraklarımda olması gereken” bu anıt (gerçi
ortada çok bir şey de kalmamış) Türkiye’ye iade edildikten sonra, bu
Helenler’in değeri kabul edilecek mi? Altına kocaman puntolarla bu eseri ortaya
çıkaran kişilerin arasında Helenler, yani Yunanlıların olduğu da yazılacak mı?
Tarihsel verilere göre yazılması gereken bu. Muhtemelen hayır. Sadece isimleri
yazılacaktır. Helen oldukları belirtilmeden. Çünkü Helenler işgalci.
Anadolu’nun gerçek sahipleri değiller. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Helen düşmanlığı
sürüyor. Bugün bile ve bu derece komik bir şekilde. Karyalılar alet edilerek.
Ortada değiller ya, istediğini yakıştır. Seslerini çıkartmaları mümkün değil.
Cevat Şakir, namı-ı diğer Halikarnas Balıkçısı’nın ayırımcı mitolojisine tam
yol devam. Erken Cumhuriyet dönemi aydınlarının Yunan düşmanlığı antikçağı da atlamıyor.
Tüm izler yok edilecek, gerekirse inkâr edilecek. Ama dünyanın yedi
harikasından biri Mozole’yi yapmışlar. Ne Karyalılar ne de onların karışmış
olduğu Türkler. Helen mimarlar Satyros ve Pythius ve Helen heykeltıraşlar
Leochares, Scopas ve Timotheus. O nasıl silinecek? Bir de “gerçek sahipleri”
olsalarmış Anadolu’nun neler yapacaklardı acaba?</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Neticede ne
Helen, ne Karyalı ne de Türk edebiyatı yapmaya gerek var. Kişilerin adları ve
bir parça öz geçmişleri yeterli olmalı. Etnik milliyetçilik pek fazla antikçağın
olayı değilmiş. Zaten Helen sanatçıların bu anıtın yapımında çalışmış, onu
yapmış olmaları aralarında bu türden husumetler olmadığına işaret ediyor. Bu
maalesef bizim olayımız, sorunumuz. Amaç tarihte çok seslilik, çok kültürlülük
mü, yoksa aynı milliyetçi tarihçiliği sürdürecek miyiz? Bugün tamamen yok olmuş
Karyalıları bu toprakların tarihinin bir parçası yapmak, yapar gibi davranmak
tam anlamıyla tarihte çoğulculuk, çok kültürlülük olmuyor. Mozole’nin altına bu
eşsiz anıtın ortaya çıkmasında Karya satrapı Mausolos ve kız kardeşi Artemis
kadar, Karyalı Bryaxis’le birlikte antikçağın Helen sanatçılarının da, son
derece büyük katkısı var, biz bugünün Türkleri bu mirası devraldık diye veya
benzer bir şeyler yazabiliyor musun? İşte o zaman bir adım atılmış olur. Aksi
takdirde, bu tür çarpık milliyetçi bir zihniyetle sahiplik ve “bizim” söylemine
girildiğinde, pek farklı bir yanıt alınmayacak ve bu zihniyeti paylaşan kişiler
sadece kendilerini kandırıyor olacaktır...<br />
<br />
Timuçin Binder </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%;">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-86491451062853845402012-08-01T16:47:00.000+03:002013-02-08T07:51:31.068+02:00Hint-Avrupa Dilleri Anadolu Grubu: Luvi, Hitit, Pala, Lidya, Karya, Likya dilleri vd<br />
<div class="Section1">
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir önceki
yazımda (<a href="http://tarihdeniz.blogspot.com/2012/07/mo-ikinci-binylda-anadolunun-dil.html">http://tarihdeniz.blogspot.com/2012/07/mo-ikinci-binylda-anadolunun-dil.html</a>
) Anadolu’nun bilinen ilk Hint-Avrupa dillerinden bahsettim. Bu diller, Hint-Avrupa
dil ailesinin bugün artık hiçbir dili konuşulmayan bir alt grubu olan Anadolu
dil ailesini oluşturur. Bu dil ailesinin şu ana kadar tespit edilmiş üyeleri,
Luvi, Hitit, Pala, Karya, Likya, Lidya, Pisidya, Side ve Milyan dilleridir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anadolu’da
Anadolu grubunun yanında başka Hint-Avrupa grupları ve dolayısıyla da dilleri
olmuştur ve hâlâ da mevcuttur. Bunların arasında ilk akla gelenler olarak Yunanca,
Ermenice, Frigce ve Kürtçe’yi sayabiliriz. Kürtçe, İran dil ailesindendir ve
hâlâ konuşulmaktadır. Yunanca ve Ermenicenin kendi dil ailelerini oluşturduğu
düşünülmektedir ve her iki ailenin modern versiyonları hâlâ konuşulmaktadır.
Frig diliyse bazı araştırmacılar tarafından Trakya veya Balkan dil ailesine
yerleştirilmekte ve bazı araştırmacılar da Yunancayla olan yakınlığına işaret
etmektedir. Bazı araştırmacılarsa tek başına bir dal olarak görmektedir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anadolu’nun
tarihini dilsel bir zemine oturtarak incelemeye kalkıştığımızda, Hint-Avrupa
dilleri döneminin epey uzun sürmüş olduğunu görürüz. Hâlâ hiç de
küçümsenmeyecek sayıda insan çeşitli Hint-Avrupa dillerini konuşmaktadır
(bunların arasında çoğunluğu Kürtçe ve lehçeleri oluşturmaktadır). Hint-Avrupa
“egemenliği,” on birinci yüzyılda Türkçe gelene kadar sürmüş ve bundan sonra da
uzun bir süre boyunca varlığını sürdürmeyi başarmıştır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Hint-Avrupa
dillerinin Anadolu’daki varlığı iki şekilde açıklanmaktadır. Bazı
araştırmacılara göre, Hint-Avrupa dillerinin ortaya çıktığı yer Anadolu’dur.
Renfrew bu yerin İç Anadolu ve Gamkrelidze <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>ile Ivanov ise Doğu Anadolu olduğunu ileri
sürmektedir. Bazı araştırmacılara göre de (sanırım bunlar şu anda çoğunluğu
oluşturmaktadır) Hint-Avrupa dilleri Anadolu’ya dışarıdan gelmiştir. Bu
tartışma daha bir süre devam edecek gibidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bununla beraber
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, dışarıdan geldikleri kabul edilse bile, Hint
Avrupa dilleri epey erken bir tarihte Anadolu’ya gelmiş ve bu geliş bir kereyle
sınırlı kalmamıştır. İlk gelenler tarih sahnesinden kaybolurken, yerlerini
diğerleri almıştır. Anadolu’daki uzun geçmişleri ve Anadolu’nun kayıtlara
geçmiş ilk dilleri oldukları dikkate alındığında, Anadolu tarihinin önemli bir
bileşeni olduklarını kabul etmek gerekmektedir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Hint-Avrupa
meselesinin Anadolu’yla ilişkisini bir kenara bırakacak olursak, Anadolu
grubuyla ilgili çözülmeyi bekleyen iki konu daha bulunmaktadır: Bunlardan ilki,
Anadolu grubunun Hint-Avrupa dil ailesindeki konumu ve diğer dil aileleriyle
ilişkisidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anadolu grubunun
Hint-Avrupa dil ailesindeki konumu üzerine çeşitli yaklaşımlar mevcuttur.
Melchert bunları şöyle sıralıyor. Birine göre, Anadolu grubu Hint-Avrupa dil
ailesinden ayrılmış bir alt dil ailesidir. Burada Anadolu grubunda bazı
özelliklerin bulunmaması ama bunların diğer tüm alt dallarda görülmesi, Anadolu
dillerinin bu özellikleri sonradan kaybetmiş olmasıyla açıklanmaktadır.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>İkinci yaklaşımsa onu, Proto-Hint-Avrupa’yla
yan yana koyar. Bu yaklaşımda Hint-Avrupa ve Anadolu dil aileleri ortak bir
kökenden gelen iki farklı dal olarak kabul edilir. Bu durumda Anadolu dil ailesinin
diğer Hint-Avrupa dillerine özgü özellikleri paylaşmamasının nedeni bunları
kaybetmiş olması değildir. Bu özellikler Anadolu dil ailesinde hiçbir zaman
olmamıştır. Bu yaklaşımın en iyi örneklerinden biri Hint-Hitit tezidir. Üçüncü
yaklaşım, Anadolu grubunu Proto-Hint-Avrupa’nın (PHA) arkaik devamı olarak
görür. Dördüncü yaklaşımsa, <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Anadolu
grubunun PHA’dan kopan ilk alt grup olduğunu ileri sürer. Neticede tüm bu
grupları bu kadar çok uğraştıran, Anadolu grubunun Hint-Avrupa veya
Proto-Hint-Avrupa’dan ayrılan en erken parça olmasıdır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İkinci meseleyse,
eğer dışarıdan geldiyse, Anadolu grubunun Anadolu’ya tek parça halinde mi,
yoksa Anadolu dışında parçalara ayrılıp farklı zamanlarda mı geldiğidir? İlk
ayrılan parça (yukarıda, Anadolu grubunun HA dil ailesi içindeki konumuyla
ilgili yaklaşımları dikkate alırsak) Proto-Anadoluca’dır. Bundan da daha sonra Proto-Luvice,
Proto-Hititçe, vb gibi çeşitli alt gruplar ve bunlardan da çeşitli diller
türemiştir. Bu ayrılmalar tam olarak nerede gerçekleşmiştir? Hint-Avrupa
dillerinin ortaya çıktığı, yani Proto-Hint-Avrupa dilinin var olduğu bölgenin
yeriyle ilgili tartışmalar hâlâ devam ederken bu konuyla ilgili kesin bir şey
söylemek haliyle mümkün değildir. Üstelik bu köken-bölge tartışmalarında
adaylardan biri Anadolu’yken, Proto-Anadolu’nun tam olarak nerede parçalara
ayrıldığını söylemek daha da zordur. Çünkü burada seçilecek kurama göre iki
farklı durum söz konusu olacaktır: Anadolu’ya gelme veya Anadolu’dan ayrılma. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anadolu
dillerinin kendi aralarında nasıl ayrıldıkları da ayrı bir tartışma konusudur: Bununla
ilgili üç ayrı şema verilmektedir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg78flzpmOETo3D7xBggpl2jKzK0DY_76yQt6dQL_oQoRhHfPy1C8YXDTrp3CUj92hhb8de0_XCRPZRbR7vUEJm4MSTUE3vjWNb-rHDPx61tloWAEowZkMdnN-Xpnl61oV0idZ7K3VEz3c/s1600/AnadoluDil2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="249" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg78flzpmOETo3D7xBggpl2jKzK0DY_76yQt6dQL_oQoRhHfPy1C8YXDTrp3CUj92hhb8de0_XCRPZRbR7vUEJm4MSTUE3vjWNb-rHDPx61tloWAEowZkMdnN-Xpnl61oV0idZ7K3VEz3c/s320/AnadoluDil2.jpg" width="320" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu ayrılmalara
dair kesin bir tarih vermek mümkün değilse de, Luvi, Hitit ve Pala dillerinin (bazı
yaklaşımlarda Lidya dili de) M.Ö. ikinci binyılda konuşulduğunu bildiğimize ve
Anadolu dil ailesinin PHA’dan M.Ö. dördüncü binyılda ayrıldığı düşünüldüğüne
göre (bu tarih M.Ö. üçüncü binyıla kadar çekilebilmekte), Anadolu grubunun ilk
parçalanmasını bundan önce, tahminen M.Ö. üçüncü binyılda veya hatta <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>ikinci binyılın hemen başlarında yaşamış
olması gerekiyor. Diğer yandan bazı istatistiksel yöntemler bu rakamları çok daha
gerilere, MÖ altıncı, sekizinci binyıllar gibi tarihlere götürebilmekteyse de, şu
anda genel eğilim daha erken tarihleri kabul etme yönündedir.</div>
</div>
<span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 12.0pt; line-height: 150%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;"><br clear="all" style="mso-break-type: section-break; page-break-before: always;" />
</span>
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-size: 14.0pt; line-height: 150%;">Kaynakça:</span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Blazek, V. On
the internal classification of Indo-European languages: Survey.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Brixhe, C.
Phrygian, R. D. Woodard (der.) The <span style="mso-tab-count: 1;"></span>Ancient
Languages of Asia Minor, <span style="mso-tab-count: 1;"></span>Cambridge University<br />
Press, 2008.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Clackson, J. P.
T. Classical Armenian, R. D. Woodard (der.) The <span style="mso-tab-count: 1;"></span>Ancient Languages of Asia Minor,<br />
Cambridge University Press, 2008.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Gamkrelidze, T.
V. ve Ivanov, V. V. The Early History of Indo-European Languages, Scientific American,<br />
Mart 1990, s.
110-116.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Gray, R. D. ve
Atkinson, Q. D. Language-tree divergence times support the Anatolian theory <span style="mso-tab-count: 1;"></span>of<br />
Indo-European origin, Nautre,
426, 27 Kasım 2003.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Kloekhorst, A.
Some Indo-Uralic Aspects of Hittite, The Journal of Indo-European Studies, c.<span style="mso-tab-count: 1;"></span>36 No. 1 ve<br />
2, Bahar/Yaz 2008.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Melchert, H.C.
The Dialectical Position of Anatolian within Indo-European, B. K. Bergen, M.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>C. Plauché ve<br />
A. C. Bailey (der.)
Proceedings of the Twenty-Fourth Annual Meeting of the Berkeley Linguistics<br />
Society,14-16 Şub. 1998, Special
Session on Indo-European
Subgrouping and Internal Relations, 14<br />
Şub. 1998.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Melchert, H. C.
Luvian, R. D. Woodard (der.) The<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Ancient
Languages of Asia Minor,<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Cambridge
University<br />
Press, 2008.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Watkins, C.
Hittite, R. D. Woodard (der.) The <span style="mso-tab-count: 1;"></span>Ancint
Languages of Asia Minor, <span style="mso-tab-count: 1;"></span>Cambridge
University<br />
Press, 2008.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Woodard, R. D.
Language in ancient Asia Minor: an introduction, R. D. Woodard (der.) The <span style="mso-tab-count: 1;"></span>Ancient<br />
Languages of Asia Minor,
Cambridge University Pres, 2008.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-45573002827009368932012-07-14T17:54:00.000+03:002013-02-08T07:52:16.155+02:00M.Ö. İkinci Binyılda Anadolu’nun Dil Coğrafyası: Luvi, Hitit, Hatti, Hurri dilleri ve diğerleri<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bugün Anadolu
olarak adlandırdığımız toprak parçasının tarihi epey ilginç ve zengindir.
Çeşitli kültürler ortaya çıkmış ve zaman içinde kaybolmuş. Aynı şekilde çeşitli
diller konuşulmuş ve bunlar da zaman içinde kaybolmuş. Bu topraklarda genel
olarak dört dil ailesinin var olduğu (bir kısmının hâlâ var olduğu)
söylenebilir: Kafkas, Hint-Avrupa, Afro-Asyatik (Sami) ve Altay dil aileleri. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Konuyu tarihsel
olarak incelemeye kalkıştığımızda (eğer tarihi yazının keşfiyle başlatıyorsak),
Anadolu’nun dil tarihini, en erken M.Ö. üçüncü bin yılın sonlarından itibaren
başlatabiliyoruz. Bundan öncesi, en azından yazılı dillerin tespit edilmesi
açısından bakıldığında, karanlık bir dönem. Örneğin, Çatalhöyük’te veya diğer
neolitik yerleşimlerde hangi dillerin konuşulduğunu veya ondan da önce bu
bölgede var olmuş mezolitik avcı-toplayıcıların birbirleriyle hangi dilleri
kullanarak anlaştıklarını bilemiyoruz ve muhtemelen de hiçbir zaman
bilemeyeceğiz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
M.Ö. ikinci
binyıla gelecek olursak, McMahon, Hititlerin başkenti Hattuşaş’ın arşivlerinde
çeşitli dillere rastlandığını söyler. Bunların arasında en baskını elbette bir
Hint-Avrupa dili olan Hititçedir. Bunu Mezopotamya’nın Sami dillerinden Akatça takip
etmektedir. Ama arşivlerde başka dillerle de karşılaşılmaktadır: Hatice, Hurrice,
Sümerce ve Hint-Avrupa dil ailesine ait olan Luvice ve Palaca,. Ayrıca,
arşivlerde karşılaşılan bazı teknik terimler de, Sanskritçeyle bağlantılı bir Hint-Aryan diline
işaret etmektedir.<span class="MsoEndnoteReference"> <a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8379535563312261399#_edn1" name="_ednref1" style="mso-endnote-id: edn1;" title=""><span class="MsoEndnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 12pt;">[i]</span></span></a></span> </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Burada
bahsedilen diller Hitit arşivlerine girmiş yazı dilleridir. Yani bu diller bir
şeyler yazmak için kullanılmıştır ve bu yüzden de bugüne ulaşmışlardır.
Dolayısıyla, bunların dışında başka
dillerin de bu dönemde bu coğrafyada var olmuş olabileceğini unutmamak
gerekiyor. Her şeyden önce, her dilin çeşitli şiveleri olmuş olmalı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Yazı dili
açısından baktığımızda, kayıtlara girmemiş olanların sayısının muhtemelen çok
daha düşük olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü bu dönemde bir dil yazı
diline dönüşmesi için ya ticarette ya da resmi yazışmalarda kullanılması
gereklidir. Bunların dışında bir kullanım bu dönemde çok yaygın veya hiç olmadığından,
başka bir şekilde yazı diline dönüşmek pek mümkün değildir. O yüzden bize
ulaşmamış yazı dillerinden ziyade bize ulaşmamış dillerden, yani sadece
konuşulan dillerden bahsetmek gerekiyor. Birincinin, yani bir yazı dilinin bize
ulaşmamış olma ihtimali, aslında epey düşüktür. </div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgD7AfG6yE24dPujrbMrO7RokRmMIA-Ag9uEdg5hGQt0zBwx485tfrldIJSY3iJAACv13oEJ_tWmVjgBQiDkzxqh9EmgQ_AyeqLuUpVHDUsxWanwzGfycYyvdRhfVv8-tYFgE5Ns_QWnVI/s1600/2BinY%C4%B1lDilleri.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="219" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgD7AfG6yE24dPujrbMrO7RokRmMIA-Ag9uEdg5hGQt0zBwx485tfrldIJSY3iJAACv13oEJ_tWmVjgBQiDkzxqh9EmgQ_AyeqLuUpVHDUsxWanwzGfycYyvdRhfVv8-tYFgE5Ns_QWnVI/s320/2BinY%C4%B1lDilleri.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
M.Ö.
İkinci Bin Yılda Anadolu Dil Coğrafyası</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu açıdan
bakıldığında, Anadolu’nun ikinci binyıldaki diller coğrafyasıyla ilgilenen
birinin karşısına çıkan herhangi bir harita ya yazı dillerinin ya da resmi
dillerin dağılımını gösteren bir harita olarak kabul edilmelidir; hiçbir
şekilde o dönemde konuşulan tüm dil ve şivelerin haritası olarak
anlaşılmamalıdır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Yukarıdaki
haritaya bakıldığında, Luvicenin epey geniş bir alana yayıldığı görülmektedir.
Buradan çıkan ilk sonuç doğal olarak bu bölgede herkesin Luvice konuştuğu
olacaktır. Oysa bunun böyle olması gerekmediği gibi, aksine, Luvice sadece belli
bir azınlık tarafından konuşulmuş da olabilir. Her ne kadar eldeki veriler bu
meseleyi tam olarak aydınlatmıyorsa da, yani Luvicenin dışında başka dillerin
de konuşulup konuşulmadığını, bunların oranlarının ne olduğunu bilemiyorsak da,
Luvicenin en azından baskın resmi yazışma dili ve dolayısıyla da baskın siyasi
dil veya dillerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Neticede ya yönetenler ya da
yönetilenler arasında çoğunluğun diliydi ki bir resmi yazışma dili olarak kabul
edilmiş. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Hititçenin
durumu da, her ne kadar Luvice kadar geniş bir alana yayılmış gözükmüyorsa da, pek
farklı değildir. O da Luvice kadar baskın bir resmi yazışma dilidir. Üstelik
her iki grup arasındaki ilişkiler, birbirleriyle ilişkili olarak yürürlüğe
koydukları yasaların içerikleri ve buralarda bahsettikleri konular dikkate
alındığında, bu ikisinin o dönem Anadolu’sunun en azından Fırat nehrinden Ege
Denizine kadar olan kısmının en baskın dilleri olduklarını söyleyebiliriz. MÖ
üçüncü binyılda nasıl bir dil coğrafyasının var olduğunu eldeki verilerin
yetersizliğinden ötürü tam olarak bilemiyorsak da, ikinci binyılın siyasi dil
coğrafyasının baskın dilleri arasında Hititçe ve Luvice bariz bir şekilde öne
çıkmaktadır. Fırat’ın güneydoğusunda da bu
dilin Hurrice olduğu söylenebilir. </div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjG0aIv8x49xxg0YOi3LaqlcLMb3m7PeHm3woj8_Nlvv1CyR1GbmYs91zD9mbKquM4tD7WFUQQTtl96ikweXa9HEhxvR-2B4NWRWFk0wTjt6hI7Lqh-JvtZFogDyok75FQBtfnKfYNiYkU/s1600/2BinY%C4%B1lDilleriB.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="197" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjG0aIv8x49xxg0YOi3LaqlcLMb3m7PeHm3woj8_Nlvv1CyR1GbmYs91zD9mbKquM4tD7WFUQQTtl96ikweXa9HEhxvR-2B4NWRWFk0wTjt6hI7Lqh-JvtZFogDyok75FQBtfnKfYNiYkU/s320/2BinY%C4%B1lDilleriB.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
M.Ö. İkinci ve Birinci (italik) Bin Yıllarında Anadolu Dil Coğrafyası </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu dönemde
Anadolu’da güçlü bir Hint-Avrupa dilleri bileşeni görüyoruz. Hint-Avrupa dil
ailesinin Anadolu dalı olarak adlandırılan grupla başlayan bu dönem, varlığını
uzun süre devam ettirecektir. Her ne kadar Anadolu dalı zaman içinde kaybolacaksa
da, bu dala ait dillerin yerini Yunanca, Frigce ve Ermenice gibi diğer
Hint-Avrupa dilleri alacaktır. Bunlara, Anadolu’nun en güneydoğusunda
konuşulmuş Med dilini ve onun ardından gelmiş Kürtçe de eklenebilir. Frigce ve
Medce hariç bu diller hâlâ konuşulmaktadır ama bunlar Anadolu grubuna ait değildir;
bu grubun muhtemelen MÖ 1. yüzyılda tamamen kaybolduğu kabul edilmektedir.
Anadolu’nun tarihsel ilk evresinde karşılaşılan ilk dil ailesii Hint-Avrupa dil
ailesinin bir alt grubu olan Anadolu dalıdır. Bu alt grup kabaca şu dillerden
oluşur: Hititçe veya Nesili, Luvice (Luvili), Palaca ve Likya, Lidya, Karya,
Pisidya, Side ve Milyan dilleridir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu diller
elbette Anadolu olarak adlandırdığımız bölgede ilk konuşulmuş diller değildir.
Her ne kadar Hint-Avrupa dil ailesinin kökeninin Anadolu, özellikle de İç
Anadolu bölgesi olduğunu ileri süren bir kuram varsa da, Anadolu’da farklı
diller de konuşulmuştur ve bu dillerin en azından Anadolu grubundan önce geldiklerine
dair işaretler vardır. Ama yazılı dönemin, yani tarihsel dönemin, artık oturmuş
olduğunu kabul ettiğimiz ilk evre, en azından mevcut verilere göre, Anadolu
grubunun da göründüğü bu evredir. Dolayısıyla, Anadolu’da yaşamış insanların
ilk kez yoğun şekilde yazmaya başladıkları dilleri ele aldığımızda, Hint-Avrupa
dil ailesinin Anadolu grubu özellikle önemlidir. </div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div style="mso-element: endnote-list;">
<br />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<div id="edn1" style="mso-element: endnote;">
<div class="MsoEndnoteText" style="text-align: justify;">
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8379535563312261399#_ednref1" name="_edn1" style="mso-endnote-id: edn1;" title=""><span class="MsoEndnoteReference"><span class="MsoEndnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 10pt;">[i]</span></span></span></a>
Biblical Archaeologist, American Schools of Oriental Research, Baltimore, 1989,
52:2-3:65</div>
</div>
</div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-44282288304700233572012-04-10T14:43:00.000+03:002013-02-08T07:53:03.800+02:00Zaferler, Anmalar ve Tarihselleştirilmeleri Çanakkale Zaferi Kutlamaları: Ne Tür Bir Dil? <div style="text-align: center;">
<br /></div>
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir toplumda
geçmişin nasıl sunulduğu, anlatıldığı, nasıl tarihleştirildiğiyle o toplumda ne
tür bir dilin hâkim olacağı arasında yakın bir ilişki vardır. Verilenin içeriği
kadar, verilme tarzı da son derece önemlidir. Ya da bunu tersine çevirecek
olursak, tarihin önemli işlevlerinden biri bir toplumun nasıl bir dil
kullanacağını, nasıl bir dille
konuşacağını belirlemektir. Bu dil, tarihin nasıl yazıldığına bağlı olarak,
barışçıl olabileceği kadar savaşı çağıran, birleştirici olabileceği kadar ayıran bir dil olabilir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anmalar,
kutlamalar, ne tür bir dilin seçildiğine, tarihin nasıl bir tarzda verildiğine
dair en önemli göstergelerden biridir. Ve buna ilişkin Türkiye tarihinden en önemli örneklerden
biri de, Çanakkale Savaşı anma ve kutlamaları, bu savaşın nasıl tarihleştirildiğidir.
Bu savaş, Osmanlı’nın son yıllarında
yapılmış çok büyük bir hatanın, Birinci Dünya Savaşı’nın ya da o günkü dille
Büyük Savaş’a, Cihan Harbi’ne dâhil olma hatasının getirdiği insan kıyımının,
bu gayet yüksek bedelin hatırlandığı, zihinlere kazınmaya çalışıldığı bir anma
yerine, sorgusuz sualsiz fedakârlığın,
ölüme koşmanın yüceleştirildiği bir zafer kutlaması şekline
dönüştürülmüştür. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
18 Mart
Çanakkale Deniz Zaferi yer aldığı tarihte bir zaferdi. Tüm zorluklara rağmen
düşman donanması durdurulmuş, Çanakkale’den geçerek Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a
ulaşması önlenmişti. Bu açıdan bakıldığında ve kendimizi savaş dönemiyle sınırlı
tuttuğumuzda, Çanakkale Deniz Savaşı kesin bir zaferdir. Japonların İkinci
Dünya Savaşı’nda Pearl Harbor’da kazandıkları zaferden farklı değildir (her ne
kadar bu baskın uçak gemilerini vurma amacına ulaşamadıysa da) ama bugün hiçbir
Japon Pearl Harbor zaferini kutlamamaktadır. Çünkü Japonya İkinci Dünya
Savaşı’nı kaybetmiş ve saldırgan savaş politikasının bedeli muazzam bir insan kaybı
olmuştur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu açıdan
bakıldığında Çanakkale Zaferi’nin farkı nedir, bir farklılık söz konusu mudur? Burada
da Osmanlı sonunda Birinci Dünya Savaşı’nı kaybederek mağluplar arasında yerini
almıştır ve Osmanlı’nın saldırgan savaş politikasının bedeli burada da muazzam
bir insan kaybı olmuştur. Ama Çanakkale hâlâ bir zafer olarak kutlanmaktadır.
Neden? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span style="font-size: 14pt; line-height: 150%;">Osmanlı dâhil herkesin saldırgan olduğu bir paylaşım savaşı</span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Osmanlı’nın
Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü, “dış güçlerin”, yani emperyalistlerin saldırısı karşısında masum
ve mağdur bir şekilde kendini savunması şeklinde ifade
edersek ve Kurtuluş Savaşı’nı da bu haksızlığa karşı direnişin ikinci perdesi
olarak görürsek, böyle bir durumda Çanakkale elbette hâlâ bir zafer olarak
düşünülebilir, düşünülecektir. Ama tarihsel gerçekler bu noktada çok daha farklı
bir tabloya işaret etmektedir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu tabloda resmi
tarihin bile tarihle ilgili genel toplumsal unutkanlığımıza veya tarihi
sorgulamama ısrarımıza rağmen saklayamadığı ama yine de görmezlikten geldiğimiz
önemli bir ayrıntı söz konusudur: Hiç kimse Osmanlı’ya saldırmamıştır.
Saldırgan, üstelik tam da Japonların İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikalılara
yaptığı şekilde saldıran, yani haber vermeden, savaş ilan etmeden saldıran,
Osmanlı’dır, daha doğrusu onun son dönemdeki İttihatçı hükümeti veya otoriter
yönetimi ve hatta belli bir açıdan bakıldığında, henüz gelişim aşamasındaki
Türk milliyetçiliğidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Osmanlı savaşa
isteyerek girmiştir. Dolayısıyla, söz konusu olan bir savunma savaşı, vatanın
saldırgan emperyalistlere karşı savunulması değildir. Ancak saldırılan
düşmanlar fazla dişli çıkınca vatanı her türlü fedakârlığı yaparak koruma
zorunluluğu belirmiş ve bu amaçla binlerce genç düşman mermilerinin önüne
sürülmüştür. Bu noktadan itibaren birçok cephede ve özellikle de Çanakkale’de
kahramanlık destanları söz konusudur: Gencecik insanlar vatanlarını korumak
için çok büyük özverilerde bulunmuş, her türlü acıyı çekmiştir. Ama bu
fedakârlıkların yapılması zorunlu muydu, bu kadar insanın ölmesi gerekiyor
muydu? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu kadar insan
hayatını, kısmen milliyetçilik de içeren saldırgan bir macera yüzünden
kaybetmiştir. Kaybetmek zorunda değillerdi. Osmanlı son ana kadar
tarafsızlığını koruyabilirdi. Ama Osmanlı bunun tam tersini yapmış, daha baştan
itibaren bu büyük ve korkunç savaşın parçası olmak istemiştir. Çünkü
kaybedilmiş topraklarını geri almak, eski topraklarına tekrar yayılmak ve hatta
bunlara, kendi siyasi amaçları doğrultusunda yenilerini bile katmak istiyordu.
Bu tarihin her döneminde saldırgan güç profilidir. Yirminci yüzyıl bağlamında
buna emperyalist tanımı da eklenebilir. Yani diğerlerinden en ufak bir farkı
yoktu. Bu yüzden, mağdur Osmanlı, Türk resmi tarihinin en büyük
çarpıtmalarından biridir. Mağdur değildir, saldırgandır ve Çanakkale’ye
saldırılmasının yegâne nedeni bir saldırgana başka saldırganların haddini
bildirmek istemeleridir. Birinci Dünya Savaşı o günün dünyasını yeniden paylaşmak
isteyen saldırganlar arasında bir savaştan başka bir şey değildir ve Osmanlı da
bu paylaşımda kendisine pay çıkartmayı uman saldırganlardan birisi olmayı
seçmiştir, istemiştir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span style="font-size: 14pt; line-height: 150%;">Anti-emperyalizm çarpıtması</span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Günümüz
Çanakkale kutlama ve anmaları bu gerçeği çarpıtmaktadır. Hâlâ coşkuyla kutlanan
bir zafer yaratarak, birincisi, bu gerçekle yüzleşmeyi önlemekte, ikincisi bu
zaferin ardındaki zihniyeti haklı göstermektedirler. Günümüzde bunun tamamen
bir savunma savaşı olduğuna inanılmaktadır. Ama tarih kitapları Osmanlı’nın bu
savaşa kendi rızasıyla girdiğini saklamamaktadır. Buna rağmen bir nihai
fedakârlık destanı kurgusuna inanılmaktadır. Savaş, şiddet, gencecik insanların
hayatların baharında bu şekilde ölüme gönderilmiş olması eleştirilmemektedir.
Eğer bir anma yapılacaksa, bu anma, bundan doksan yedi yıl önce ne kadar büyük
bir hatanın işlenmiş olduğundan yola çıkarak yüz binlerce insanın hayatlarının
bu şekilde ziyan edilmesinin yanlışlığının ve bunun bir daha tekrarlanmaması
gerektiğinin anlaşılmasına yol açacak bir anmaya, bir yas tutmaya
dönüştürülmelidir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde savaşa
katılmış birçok ülke bu büyük felakete bu şekilde yaklaşmış, bu korkunç savaş
çeşitli alanlarda lanetlenmiştir. Bu savaşta kazanılmış zaferleri kutlayan bir
ülke yoktur artık. Çünkü bu “zaferler”, bunlardan birini ayrıntılı şekilde
okuyacak, araştıracak herkesin farkına varacağı, gibi aslında insan kıyımları,
insan ziyankârlığıdır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Tam da bu yapılmıyor
mu diyebilir kimileri? Çünkü 18 Mart aynı zamanda bir anmadır: 18 Mart Şehitler
Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi. Ama Şehitler Günü’yle Çanakkale Zaferi’nin, bir
anmayla bir zaferin yan yana getirilmesi bile hâlâ savaşın kendisinin
lanetlenmediğinin, aksine yüceltilmesi gereken bir savaştan veya bir savunma
savaşından bahsedildiğinin en bariz göstergesidir. Anılanların insanlardan ziyade
şehitler olması, burada savaşın kötülenmesi fikrinin ana hedef olmadığını
göstermektedir. Aksine bir özendirme, bir teşvik söz konusudur. Bu günün,
hiçbir şekilde, Birinci Dünya Savaşı’na katılma hatasının anlaşılması veya buna
yol açmış saldırgan siyasetin bedeli olarak hayatını kaybeden binlerce insanın
anılmasıyla ilgisi yoktur. Aksine, milyonların hayatına neden olan bu milliyetçi
maceranın üstünü örtme, bu maceraya yol açmış siyaseti farklı, daha anlaşılır, daha
kabul edilebilir bir fedakârlığa dönüştürme girişimidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Eğer Çanakkale
savaşı bir şekilde Kurtuluş Savaşı’yla ilişkilendirilecekse, bu bağlantı tam da
bu şekilde kurulmalıdır. Kurtuluş Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşına katılma
hatasının zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktığı ifade edilmelidir. Nitekim
doğrusu da budur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarına bir
saldırı söz konusu değildir. Osmanlı kendi saldırgan politikası doğrultusunda
diğerlerine saldırmıştır ve diğer saldırganlar da kendi saldırgan politikaları
doğrultusunda karşı saldırıya geçmiştir. Osmanlı İttihatçı kadroları insanların
hayatlarıyla bir kumar oynamış ve kaybetmiştir. Osmanlı ordusunun bu savaştan
pek başarılı çıkamayacağı anlaşılınca da, o günün diliyle mağdur-Osmanlı-emperyalist-düşmanlara-karşı
söylemini harekete geçirmişlerdir. Oysa söz konusu olan, emperyalistliğe özenmiş
bir devletin savaş alanında iflasıydı. Savaşın kaybedilmesiyle ülke
topraklarının işgali, haliyle, Kurtuluş Savaşı’na giden süreci başlatmıştır.
Emperyalistliğe, “büyük devlet” hayaline özenilmeseydi ne bu kadar hayat
kaybedilecekti, ne de muhtemelen bir Kurtuluş Savaşı olacaktı. Osmanlı herhalde
çok farklı bir yönde gelişim gösterecekti. Ama tüm bunlar oldu ve bugünün
tartışmaları ve uygulamaları olmuş olaylardan yola çıkmak zorunda. Eğer bir tarih
yazılacaksa, aynı zamanda geçmişle yüzleşen bir tarih olmalıdır bu.
Yüzleşilecek geçmiş de bu ülkede hem sağcısının hem de solcusunun anlaşılmaz
şekilde kendini kaptırdığı, Kurtuluş Savaşı’nın aynı zamanda bir büyük
emperyalist mücadele olduğu çarpıtmasıdır. Böyle bir mücadele, böyle bir istek
(eğer 60’larla 70’lerin sosyalist hareketini hariç tutarsak) hiçbir zaman olmamıştır. Kurtuluş Savaşı,
yukarıda belirtildiği gibi, neredeyse savaşa girer girmez iflas etmiş
emperyalistliğe özenme politikasının kendisini, daha doğrusu bu politikanın devletini
daha büyük bir felaketten kurtarma girişimidir. Çanakkale Savaşı’nın hâlâ bir
zafer olarak kutlanıyor olması bu gerçekle yüzleşmeme ısrarından, daha doğrusu
bu gerçeğin üzerinin örtülme girişiminden başka bir şey değildir. Oysa Çanakkale
Savaşı, savaşların ve özellikle de bu tür maceraların ve saldırgan
politikaların lanetlendiği, şehitliğin değil, insan yaşamının, yaşamanın
değerinin öne çıkartıldığı bir anmaya dönüştürülmelidir. Ancak bu şekilde Çanakkale
Savaşı, o tarifsiz insan kıyımı, kaybı ve ziyanı, tarihte hak ettiği yeri
alacak ama daha da önemlisi bir ulusun kendisini bulmasında, travmasıyla yüz
yüze gelmesinde, oynaması gereken rolü oynamaya başlayacaktır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com8tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-21730173562626816182012-03-19T08:45:00.002+02:002013-02-08T07:53:25.790+02:00Medeniyetlerin Karşılaştırılması İslam Medeniyetinin Geri Kalmışlığı<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir önceki fetih
yazımda, İstanbul’un fethinin hâlâ neden kutlandığı sorusunu, bir tür aşağılık
kompleksiyle, Türk milliyetçiliğinin ve İslam’ın kendisini Batı’dan aşağı
görmesiyle ilgili olabileceği şeklinde yanıtlamıştım. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Söz konusu
durumun, zihinlerde var olan bir tür medeniyet rekabetinden kaynaklandığı
söylenebilir. Meseleye özellikle <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">dini
medeniyetler</b>, yani kendini herhangi bir dinle özdeşleştiren medeniyetler
açısından baktığımızda, dinlerin (ve burada tek tanrıcı Ortadoğu ya da Yahudilik
kökenli dinlerden bahsediyorum) yegâne hakikat, bir şeyin ve her şeyin en
doğrusu olma gibi bir saplantıları var. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Dolayısıyla, kuramsal
olarak, ne Hıristiyanlık ne de Müslümanlık “yegâne hakikati temsil
ettiklerinden” bir başka inanç sistemi ve onun temsil ettiği medeniyetten aşağı
olamazlar. Bu arada, İslam’ın kendisini Allah’ın gönderdiği en son din ve bu
yüzden de en doğru din olarak tanımladığını da belirtmek gerekiyor. Hal böyle
olunca, kendisini bu dinlerden birinin medeniyeti olarak tanımlayanlar ciddi
bir sorunla karşı karşıya kalıyorlar: Hiçbir şekilde geride kalmamalılar. Ortalığa
kendilerinden daha üstün bir medeniyet çıkmamalı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ama herkesin
bildiği gibi, <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Batı medeniyeti İslam
medeniyetini “geride bırakmış durumda”</b> ve Müslümanlar, diğer bir deyişle
kendisini her açıdan İslam’la ilişkilendiren, bu inanç sistemiyle tanımlayan
Müslümanlar (yani dünyeviyi dini olandan ayıran, bu şekilde kendisini
tanımlayan Müslümanları kastetmiyorum) bu durumu hiçbir zaman kaldıramadılar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Medeniyetler karşılaştırılabilir mi</b>? İçinde
bulunduğumuz “siyaseten doğru” çağında bu soruya verilecek yanıt elbette
olumsuz olacaktır. Çünkü herhangi bir karşılaştırma birinin diğerinden daha iyi
ve hatta diğerinin daha ilkel olduğu şeklinde bir sonuca varmayı gerektirecek
ve bu tür ifadelere de artık, en azından akademik çevrelerde, hiç de hoş
bakılmamaktadır (gerçi bu da belli akademik çevreler için doğru). </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Diğer yandan,
hem yukarıda bahsettiğim tek tanrıcı dinlerin temsil ettikleri medeniyetler hem
de Batı medeniyeti aslında bunun tam tersi bir fikre dayanmaktadır: Bunların
her biri medeniyetlerini diğerlerininkinden daha iyi, hatta en iyi medeniyet
olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, bu medeniyetler açısından bakıldığında,
medeniyetler tabii ki karşılaştırılabilir ve zaten sorunun kaynağı da budur:
Müslümanlar (konumuz onlar olduğu için Hıristiyanları dâhil etmiyorum) en
baştan beri bir yarış içinde olduklarının ve bu yarışta geriye düştüklerinin
gayet farkındadırlar. Öyle siyaseten doğru olmak gibi bir dertleri de
kesinlikle yoktur; en iyi medeniyet onlar olmalıdır. Aksi takdirde, İslam’ın
getirdiği en temel argümanlardan biri, en sonuncu en iyidir argümanı ve
dolayısıyla da İslam geçerliliğini yitirecektir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Medeniyetler pekâlâ karşılaştırılabilir. </b>Ama
bunun kapitalizmin getirdiği normlarla olması gerekmiyor; ne de herhangi bir
Ortadoğu kökenli tek tanrıcı dininkilerle. Medeniyet veya günümüz Türkçesinde
uygarlık insanlığın geliştirdiği herhangi bir yaşam biçimidir. Çeşitli
tanımları olsa da, kanımca en uygun tanım <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">medeniyetin
insanın kendisi için ve kendi çabalarıyla yaptığı bir çevre, bir yapay ortam
olmasıdır.</b> Tarım gibi medeniyet de insanın yerleşik yaşama geçmesinin bir
sonucudur ve her yerde yerleşikliğe geçişin hemen ardından belirmiştir. Temel
hedef, yerleşikliğin nüfus yoğunluğunda getirdiği artıştan kaynaklanan iletişim
ve etkileşim sorunlarını çözen bir ortam yaratılmasıdır. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Belli bir alana avcı-toplayıcılığın mümkün kıldığından daha fazla
insanı, en az sorunla yerleştirmektir.</b> </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Ve
medeniyetlerin karşılaştırılması tam da bu kıstasa göre yapılabilir,
yapılmalıdır. Ama burada elbette ufak bir zorluk söz konusudur: En az sorun
nasıl veya kime göre tanımlanacaktır? Sorunlar kişiden kişiye, gruptan gruba
değişiklik gösterebilir. Bu zorluk aşıldığı takdirde medeniyetler tabii ki
karşılaştırılabilir. Aksi takdirde, anlamsız bir karşılaştırma ortaya
çıkacaktır. Örneğin günümüz Batı medeniyeti insanlara birçok ürün ve hizmet
sunmasıyla, üretim ve tüketimiyle övünürken, bir diğeri bu tüketimi aşırı,
bunun üzerinden yapılan karşılaştırmayı anlamsız bulabilir. Ya da biri sağlık
ve eğitim hizmetleriyle övünürken, diğeri bunların zaten medeniyetlerin
getirdiği sorunların zorunlu kıldığı çözümler olduğundan vb bahsedebilir. Ya da
daha dini medeniyetler kendilerini aslında sonraki yaşam için hazırladıklarını,
bu dünyevi oluşumun geçici bir durak olduğunu ileri sürerek tamamen farklı bir
kıstas sunabilirler. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Sorunlar farklı
olunca sunulan çözümler ve ortaya çıkan medeniyetler de elbette farklı
olacaktır.</b> </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Neticede
dışarıdan bakanla içinde yaşayanların görüşleri farklı olacak, her ikisi de
diğerini tamamen kendi bakış açılarına dayanarak eleştirecek, kendi ilkelerine
göre bir karşılaştırma yapacaktır. Ve her medeniyet haliyle kendi koyduğu
biçime uygun insanlar üreteceğinden, yani her habitat belli türlere izin
verdiğinden, bu uçurum aslında uzun süre kapanmayacaktır. Karşılaştırma ancak
söz konusu medeniyetler arasında ortak normlar belirdiğinde ve biri diğerinin
bazı özelliklerini arzulamaya başladığında, yani birbirlerini aynı kulvarda
görmeye başladıklarında, aralarında ortak bir alana yol açacak bir etkileşim
belirdiğinde mümkün olacaktır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İslam ve
Hıristiyan medeniyetleri ortaçağ sırasında kesinlikle aynı kulvardaydı. Kullandıkları
değer ve normlar ya aynıydı ya da büyük bir benzerlik söz konusuydu. Kendisini
Hıristiyanlıkla tanımlayan medeniyet başka bir şeye dönüştükçe bunun değişmiş
olduğu söylenebilir ama bu ikisinin parçası oldukları daha büyük ortam aynı
şekilde varlığını sürdürmüştür. Hıristiyan medeniyeti daha başka bir medeniyete
dönüşürken bunu kendisini İslam medeniyetinden tamamen tecrit ederek
gerçekleştirmemiştir bunu. Tüm bu süreç bu ikilinin parçası oldukları bir dünyada
gerçekleşmiştir ki, daha sonra Uzakdoğu veya yanlış bir şekilde Asya olarak
tanımlayacağımız medeniyetsel alan da bunun parçası olmuş, yani tüm süreç bir
küreselleşmeyle, birden fazla dünya sisteminin birbiriyle kaynaşmasıyla
birlikte sürmüştür. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Bu şekilde bir dünya
sisteminin parçası olunca, bu sisteme ait medeniyetleri karşılaştırmak da kanımca
mümkündür.</b> Girdiği ilişkiler, arzuladığı hedefler ve kendini nasıl
tanımladığına bakınca, İslam medeniyeti, eğer hâlâ böyle bir medeniyetten
bahsedilebiliyorsa, kesinlikle modern dünya sisteminin parçasıdır ve
dolayısıyla her türlü karşılaştırmaya açıktır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Böyle bir
karşılaştırmada İslam medeniyeti elbette epey yetersiz bulunacaktır. Sonuçta,
Batı medeniyetine ortaçağın başlarında gayet önemli katkıları olmuşsa da,
modern fikirlerin ve modern dünyanın ortaya çıkışına katkısı son derece sınırlı
kalmıştır. Kendisini yenileyememiş, aşamamış ve hatta ilk başlangıcındaki
konumundan daha geriye bile düşmüştür. Burada kastedilen şu veya bu önemli
mucit, matematikçi, yani önemli şahıs veya icat değil, söz konusu medeniyetin
yukarıda yaptığım medeniyet tanımına göre kendisini, yani insanlarına sunduğu
ortamı, habitatı geliştirmesidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Neticede her
medeniyet kendisini geliştirmek için çeşitli ekonomik, siyasi, kültürel,
toplumsal ve duygusal/psikolojik kaynaklara dayanmak zorundadır. Kaynak
kullanımı da her zaman paylaşımla ilgilidir ve dünya sistemleri sonuçta bu
paylaşımın nasıl yapılacağının, yapıldığının ifadesidir. Tam da bu açıdan
bakıldığında İslam medeniyeti olarak tanımlanan parçanın epey geride kaldığı
görülmektedir. Kaynaklardan gerektiğince pay alamamaktadır. Burada
karşılaştırmanın insan açısından yapılması gerektiğini belirtmem gerekiyor. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Yani İslam medeniyeti olarak tanımlanan
oluşumun içinde yaşayan herhangi bir insan bu bahsettiğim kaynaklardan ne kadar
yararlanmaktadır?</b> <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Ona sahiplenen,
onun yaşadığı ortamı oluşturan medeniyet bunu ne kadar sağlayabilmektedir? </b> Bu tabii ki bu konuda ne kadar başarılı
üretimde bulunulduğuyla ilgilidir. Örneğin insanlara çekici gelen fikir, kavram
veya kalıplara ne kadar yakındır? Uygulanmasına ne kadar izin vermektedir? Ya
da söz konusu ülkede yeni fikir, kavram ve kültürel kalıpların üretimi ne
boyuttadır? Yoksa neredeyse yeni her şey dışarıdan mı gelmektedir? Bir
medeniyetin ne kadar ileri veya geri olduğu tespit edilmeye çalışılırken en
başta bu tür üretimlere ve de tüketimlere bakmak gerekiyor. Çünkü medeniyet
olarak tanımladığımız insan ürünü yaşam alanının daha yaşanabilir kılınmasını
sağlayacak teknik ve tasarımların üretilmesini bunlar sağlıyor. Sorun da burada
kilitleniyor. Ne yazık ki, çok hoş bir
manzara söz konusu değildir. Türk malı araba yapmak hâlâ çok daha önemli kabul
ediliyor. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Medeniyetsel teknik ve
tasarımlara ilişkin üretim düzeyinde önemli bir faaliyet yoktur. Bu açıdan
bakıldığında İslam medeniyetini, en azından artık, ileri bir medeniyet olarak
tanımlamak zordur.</b> </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-90775714232326978162012-03-01T09:03:00.001+02:002013-02-08T07:53:58.454+02:001453 İstanbul'un Fethi - Fetih Tarihçiliği<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Tarih sadece tarihçilerden öğrenilmez. Aslında genelde onlardan çok az öğrenilir de diyebiliriz. Tarih bilgimizin büyük kısmı, biz modern bireyler için, yurttaşları olduğumuz devletlerin uygun gördüğü eğitim kurumlarında bize verilen tarihsel söylemler ve bunların kamusal alanda ortaya çıkan çeşitli versiyonlarından oluşur. Temel tarih bilgimizi bunlar oluşturur. Üniversitelerde seçkin tarihçilerin yaptığı araştırmalardan, eğer devlet izin vermezse veya kendimiz bu yönde bir çaba göstermezsek, neredeyse hiç haberimiz olmaz. Onun yerine, kamusal alandaki çeşitli çizgi romanlar, popüler romanlar, kahve veya arkadaş sohbetleri, filmler, kalitesi şüpheli belgeseller belirler tarihsel bilgimizi ve bu bilgi çoğu kez epey oynanmış, çoğu kez gerçeklerden az çok uzak bir bilgidir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Fetih filmini de bu kategoriye ekleyebiliriz. Filmin sadece fragmanlarını gördüm ve bunlar yetti ne göreceğimi anlamak için. Bu filmle ilgili bir tespit, “Kahpe Bizans” temasından ileriye aşamadığıydı. Doğru bir tespit kanımca. Daha teknolojik bir Kahpe Bizans olmuş.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgura_wJY7O4K28ypJ695onYNeAvKRM614SPPVZUiSWBv6hHyNsumsvv7oGl-GIPwepNB-KGJl_nfOzHyw0oMs7TgnlkfJMqk8JLg8ImZMUKojb75SdFUB213qdn4ilHyTfCpITwfdPTYE/s1600/fetih-1453.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgura_wJY7O4K28ypJ695onYNeAvKRM614SPPVZUiSWBv6hHyNsumsvv7oGl-GIPwepNB-KGJl_nfOzHyw0oMs7TgnlkfJMqk8JLg8ImZMUKojb75SdFUB213qdn4ilHyTfCpITwfdPTYE/s320/fetih-1453.jpg" width="320" /></a></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Beni filmin içindeki hatalar veya gerçekleri ne kadar yansıttığından çok, bu filme bakara bizim Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak (veya büyük kısmımızın) ne görmek, ne duymak ve neyle övünmek istediğimiz ilgilendiriyor. Çünkü her ne kadar Recep İvedik filmini geçemediği ileri sürüldüyse de, filmde verilmeye çalışılan fikir, iyi verilmiş veya verilmemiş, genelde bu ülkenin yurttaşlarının hoşuna giden bir fikir, yani İstanbul’u fethetmiş olmak. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İlk olarak şu soruyu sormak gerekiyor: Kim fethetti İstanbul’u? Türkiye Cumhuriyet’i değil. Bundan beş yüz küsur yıl önce padişahları II. Mehmet önderliğindeki Osmanlılar, Osmanlı ailesinin kurduğu devletin ordusu. Eğer ortada övünülecek bir başarı varsa, bu fetih bir başarı olarak görülüyorsa, bu kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başarısı değil. Herkes kendi yaptıklarıyla övünmeli. Ama burada daha önemli olan nokta, beş yüz yıl sonra bu fethin bu ülkenin yurttaşlarını sanki söz konusu olay yüz yıl önce yer almış gibi hâlâ heyecanlandırıyor olması. Bu her şeyden önce şaşırtıcı ama daha da ileri gidecek olursam, dengesiz, hatta patalojik bir durum. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Dengesizlik ya da tutarsızlık şuradan kaynaklanıyor. Gurur duyulan olay bir savaş. Birileri birilerinin yaşadığı bir kenti ele geçirmek için topla tüfekle ve her türlü şiddetle saldırıyor. Ortada provokasyon var mı? Yani bu fethedilmeye çalışılan yer mi daha önceden saldırıda bulunmuş. İlgisi yok. II. Mehmet burayı istiyor. Tek gerekçe bu. Niye? Kafasındaki imparatorluğa başkent yapmak için. Tabii durum sadece bundan ibaret değil. II. Mehmet’in hem batı hem de doğu yönlerinde yayılma planları var. Belki de Büyük İskender’e özenmiş; kim bilir? İlk önce İstanbul’dan başlamak istiyor. Hem başkent yapmak istiyor hem de ardında son derece ufak bile olsa böyle bir güç merkezi bırakmak istemiyor. Anlaşılır bir istek. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
II. Mehmet ortaçağda yaşadı. Onun dünyasının değer ve koşulları açısından bakıldığında son derece anlaşılır bir strateji. Katılmayabilirim ama o dönemin hükümdarları için anlaşılır bir davranış biçimi. Peki, beş yüz yıl sonra bazı insanların bununla övünmesine ne demeli? Bir yandan ABD’yi emperyalizmle suçluyoruz, Irak’a ve diğer ülkelere kafasına göre girmesine sinirleniyoruz, öfke duyuyoruz, bir yandan da en çok zevk aldığımız, gurur duyduğumuz, her yıl kutladığımız tam da bu: Yayılmacılık, emperyalizm, yani başkalarının kaynaklarını kullanmak için zorla onların yaşadıkları toprakları ele geçirmek ve bununla birlikte gelen savaş, yıkım. İşte dengesizlik, tutarsızlık ve patalojik durum burada. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Neymiş? Ama bu fetih dünya tarihinde bir dönüm noktasıymış, bir dönemin kapanmasına ve başka bir dönemin, yani yeniçağın başlamasına yol açmış. Koskocaman bir yalan. Ne ilgisi var? Tam olarak nedir bu dönüm noktası olmayı getiren? İstanbul’un fethi nasıl tüm dünyayı değiştirecek, bir öncekinden farklı bir dönemin başlamasına yol açacak bu süreci getirmiştir? Hangi eylem veya eylemler bunu sağlamıştır? Doğu Roma, yani Bizans dünya gelişiminin önünde büyük bir engeldi de, buranın fethiyle birlikte yeni bir dönem açıldı, bir anda herkes kendisini farklı bir yaşam tarzı için serbest, özgür mü hissetti? Bu fetih ortaçağı nasıl sona erdirmiştir? Tabii bu arada ilginç olan, bu çığır açıcı dönemden en az yararlanan tarafın Osmanlı olmuş olması? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Her neyse, birileri herhalde lise tarih bilgisine dayanarak ilk kez burada top kullanıldığını ve bu sayede feodal kalelerin, şatoların, beyliklerinin ve biraz daha ileri giderek feodalizmin sonunun geldiğini ileri sürebilir. Ama buna ancak gülünür. Yeni bir silahın kullanılması tek başına bir dönemi sona erdiriyor olsaydı, dünya tarihinde dönüm noktalarından ve dönemlerden bol bir şey olmazdı. Neticede bu sözde dönüm noktasının ardından kaleler de yok olmadı ama yeni kale tasarımları ortaya çıktı ve bir süre daha varlıklarını sürdürdüler. Ayrıca feodalizmin sonunu getiren de bu yeni top teknolojisi olmadı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu fetih aslında daha çok Müslümanlar için önemli bir olaydır. Elbette Roma İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesi önemli bir olaydı ama artık zaten epey güçsüz durumdaki Roma İmparatorluğu’nun ortadan kalkması pek bir şeyi değiştirmedi. Ama şunu da söyleyebiliriz: Eğer İstanbul’da varlığına son verilen Roma İmparatorluğu değil de, başka bir devlet olsaydı, bugün bu fetihten Batı’ya ait dünya tarihi kitaplarında hiç bahsedilmeyebilirdi de. Yani burada asıl dikkati çeken Osmanlı’nın İstanbul’u alması değil, Roma’nın sona ermiş olmasıdır.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Müslümanlara değinmişken, neden bu fethe hâlâ bu kadar önem veriyor olmaları da sorulabilir. Muhtemelen bir tür aşağılık kompleksiyle ilgili. 1400 veya 1300 yıl önce neden böyle bir önemin mevcut olduğunu anlamak daha kolay. Hedef İslam’ı yaymak ve Bizans o dönemin en önemli Hıristiyan ve Müslümanlara göre kâfir güçlerinden biri. Bir türlü burayı fethedememeleri buranın fethini haliyle epey önemli bir hedefe dönüştürmüş olmalı. Bununla beraber, neden bugün hâlâ kadırgaların temsili şekilde yürütülmesini gerektirecek kadar önemli? Neden Türkiye Cumhuriyeti İstanbul’un fethini hâlâ kutluyor? Muhtemelen Türk milliyetçiliğinin baştan beri içinde barındırdığı dini unsurla ilgili bir durumla karşı karşıyayız. Ama yukarıda belirttiğim gibi, bunu hâlâ çok önemli bir olay yapan hem Türk milliyetçiliğinin hem de genelde İslam’ın kendisini Batı’dan daha aşağıda görüyor olması. Tabii bunun da ardında kendisini popüler düzeyde yayılmakla, herkes kendisini kabul ettirmekle, diğerlerinin efendisi olmakla tanımlıyor olması ve Fetih gibi filmlerin hem yapılmalarının hem de prim yapmalarının arkasındaki en büyük neden de bu. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Neticede Osmanlı İmparatorluğu’na hâlâ sadece fetihler bağlamında yaklaşmak, böyle bir tarihi öne çıkarmak, bununla gurur duymak, içten içe bu günlere geri dönmeyi arzulamak süratle yüzleşilmesi gereken ciddi bir soruna işaret ediyor. Osmanlı sadece bu muydu? Eğer buyduysa, bu çağda, bu zamanda bunun neresiyle övünülebilir? Belki Osmanlı’dan çok kendimize bakmamız gerekiyor. Çünkü bu imaj muhtemelen daha çok bizim ürünümüz. Biz böyle bir geçmiş görmek, böyle bir tarih okumak istiyoruz. Eğer mümkün olsa biz böyle fetihler yapmak istiyoruz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Dolayısıyla, İstanbul’un fethiyle ve bugün bunun hâlâ bir temel bir gurur kaynağı olmasıyla yüzleşilmesi gerekmektedir. Farklı bakış açıları geliştirilerek bu fetih normalleştirmeli, kentlerini canla başla ve kahramanca korumaya çalışmış olanların son anlarını da hissetmeye, hissettirmeye başlamalıyız. Dışarıdaki güruhtan (ki kenttekilere göre öyleydiler) kentini, evini, ailesini korumaya çalışanların öyküsü de bir şekilde ders kitaplarına girmeli ve savaşan, fetheden Osmanlı’nın (farklı Osmanlılar da söz konusu) aslında bugünün emperyalistlerinden (bu elbette birçok imparatorluk için geçerli) pek de farklı bir yerde olmadığı anlatılmalıdır. O farklı bir dönemin ve farklı değerlerin ürünü ve oyuncusuydu; bu haliyle, bize anlatıldığı şekliyle, bugünün dünyasının bir değeri ve sahiplenilen bir geçmişi olamaz, olmamalıdır. Bir değer olarak fethin tarihi sona ermelidir. </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com33tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-1471565884212208982012-02-02T20:23:00.001+02:002013-02-08T07:54:30.336+02:00İnsanın iletişim kapasitesi, grupçu doğası ve ırk, etnik ve diğer ayrımcılıkları<div style="text-align: justify;">
Irk, etnisite gibi kavramlar, eğer konumuz bunların günlük basit kullanımıysa, farklılıkları açıklamak veya farklılık oluşturmak için kıllanılan, bu amaç için geliştirilmiş, icat edilmiş kavramlar. Bu cümlede günlük basit kullanım ibaresinin altını çizmek istiyorum. Bu ibareyle kastedilen, bir bilim insanının yaptığı araştırmalarda görülen nispeten nesnel kabul edilebilecek bir kullanımdan ziyade insanların günlük yaşamlarında gösterdikleri duygusal tepkileri karşılamak için üretilmiş kullanımdır. Bu ikisinin birbiriyle ilgisi yoktur; yani bilim insanlarının kullandığı ırk veya başka bir ayrımcı grup kavramı bu günlük basit kullanımın işlevini yerine getiremez. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İnsan gruplar halinde yaşar. Bu onun doğal özelliğidir. Yani ayrımcıdır. Aksi takdirde grup oluşturamaz. Grup neden oluşturulur? Çevremizi kontrol edebilmek için ve bu da temelde tek bir şeyle ilgilidir: Kendimize yararlı ve zararlı unsurları tespit etmek. Bu bilgiyi organize etmeye çalışırız ve bu yüzden de çeşitli gruplar oluştururuz. Aksi takdirde, yani gruplar oluşturmamız mümkün olmasaydı veya bundan bir şekilde kaçınmaya zorlarsak kendimizi, iletişimsel kapasite sorunu, krizi yaşayabiliriz. Bu yüzden, hangi ortama girersek girelim süratle gruplar oluştururuz. Bu bazen 8-10 arkadaştan oluşan bir yemek masası, bazen de ilkokulda ilk kez adım atılan otuz, kırk kişilik bir sınıf, 10.000 veya 100.000 kişilik bir yerleşim yeri veya 50, 60 milyonluk bir ülke olabilir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yararlı, zararlı unsurların tespitine en önemli konulardan biri insanın dostunu düşmanını ayırt etmesi gerekliliği, şartıdır. Dost-düşman ibaresinin günümüz koşullarında bir parça sert kaçtığı söylenebilir. Bu hemen bir savaşı çağrıştırmamalı. Meselenin özünde, insanın çevresindeki kaynaklardan kendi gelişim ve yaşamı için en yüksek ve iyi kullanımı sağlama kaygısı vardır. Bu süreçte doğal olarak çeşitli rakipler söz konusudur. Nitekim neredeyse herkes birer potansiyel rakiptir. Gruplar oluşturma yeteneği bu mücadelede bir adım öne geçmenin en önemli yollarından biridir. İnsanın kendisine seçtiği veya kendisini içinde bulduğu ortamda en iyi şekilde yaşamasını sağlayacak insan kaynakları edinmesinin yoludur. Bu tür insanları seçmeye, bunların dâhil olduğu gruplara katılmaya çalışır veya bu tür gruplar oluşturur veya bu tür gruplar bazı insanları diğerlerinden ayrı tutmamızdan ötürü ortaya çıkar. Sonuçta bizi daha güçlü, daha başarılı ve daha mutlu kılacak bireylerle birlikte olmaya çalışırız. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu sürecin adilane çalıştığını söylemek zordur. Yani insanlar uzun uzun konuşarak, birbirlerini tanıyarak belirlemezler onlar için yararlı ve zararlı unsurları, dostu-düşmanı, benzeyip benzemedikleri kişileri. Farklı bir yüz, farklı bir göz şekli, farklı deri rengi, farklı görünüş, farklı bir dil, farklı bir ibadet şekli, farklı bir müzik gibi daha çok fiziksel gözleme dayanan unsurlar karşımızdakini bir gruba yerleştirerek ötekileştirmemize yetebilir. Bu örneklerin gösterdiği gibi bu örneklerin bir kısmı doğuştan gelen fiziksel, yani biyolojik özelliklerle, bir kısmı da sonradan edinilen kültürel özelliklerle ilgilidir. Genelde bunların birincisini ırksal ve ikincisini etnik özellikler olarak adlandırırız; birinci ırk gruplarını, ikinci etnik grupları oluşturmada kullanılır. Ama bu ayrım da her zaman çok kesin değildir.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Söz konusu olan aslında fena bir yöntem değildir. Böylece birbirine benzeşen insanlar bir araya gelir. Elbette azınlıkta kalan ötekiler için hoş bir durum değildir ama neticede en az enerji gerektiren yöntemdir. Ama burada bu gruplandırma süreçlerinin tamamen insan ürünü olduğu, insan algılamasına bağlı olduğu gözden kaçar. İnsan diğerini saç veya deri rengine göre gruplandırırken, bu, böyle bir gruplandırmanın olduğunu, yani insanların farklı deri grupları şeklinde ırklara ayrıldığını göstermez. O farklı deri rengi olan kişi birçok başka özelliğinden dolayı onu farklı kılanla aynı yerde buluşuyor olabilir. Deri rengi iki kişi karşılaştığında en çabuk algılanan özellik olduğundan insanlar tarafından kullanılır; yoksa bunun bilimsel bir temeli olduğundan, yani insanlar bu şekilde kesin sınırlarla birbirlerinden ayrılabildiklerinden değil. Ama neticede bu tür gruplandırmaların gerçek olduğu düşünülür. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bilim ve özellikle de genetik bu konuyu derinlemesine çalışmak isteyenler için çok şey söyleyebilir. Ama bu konu hakkında değişiklik yaratmaları en azından şimdilik mümkün gözükmemektedir. Çünkü burada söz konusu olan insanların kullandıkları kategorilerin ne kadar doğru olup olmadıkları, bunların gerçekleri ne kadar yansıtıp yansıtmadıkları değildir. İnsanların grup oluşturmak için çeşitli araçlara ihtiyaçları vardır. Ayırma işlevini yerine getirdikleri sürece bunların gerçek durumu ne kadar yansıttıklarına önem verilmemekte, daha doğrusu yansıtmadıklarını söyleyen açıklamalara, ne kadar bilimsel olurlarsa olsunlar, önem verilmemektedir. Sonuçta gruplara ayırma işlevi bilimsel çalışmalar bu tür bir ayırmanın mümkün olduğunu gösterdiğinden yapılmamaktadır. İnsan ayrımcıdır ve ayırmak için bulabildiği her türlü unsuru kullanır. Gerekirse sözde bilimler bile icat edebilir. Bu doğal halidir. Zor olan, bunun tersini başarmaktır. Dolayısıyla hepimiz insanız söylemi herkesin hoş bulabileceği, hatta benimsediğini, desteklediğini söyleyeceği ama neredeyse hiç kimsenin uygulamayacağı, uygulamaktan kaçınacağı bir fikirdir. Sonuçta mutlak olan insanın kaynaklarla ilişkisidir. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Irkların veya etnik grupların insanları birbirinden ayırma pratiğinde geçerliliklerini yitirmeleri bunların kullanılamaz hale gelmesiyle mümkündür. Muhtemelen ırksal gruplar daha erken ortadan kalkabilir. İnsanların süratle birbirleriyle karışıyor olması bir süre sonra bu tür özelliklerin ayrımcılık faaliyetlerinde kullanılmasını sona erdirebilir. Ama görünüm muhtemelen bir rol oynamaya devam edecektir. Deri renginin kullanılamaz duruma gelmesi, görünüme dair kıyafet, saç tipi vb diğer unsurların kullanılmayacağı anlamına gelmemektedir. Etnik işaretlerin kaybolması daha zordur. Çünkü dünyamız en azından son günlerde asimilasyona karşı ve etnik grupları, farklı dilleri, farklı kültürleri korumayı teşvik etmeye eğilimlidir. Bu da haliyle bu tür işaretlerin uzun süre bizimle bir arada kalacağı anlamına gelmektedir. Diğer yandan insanlar her zaman kültürel farklılıklar üretebilir, yeni ve farklı gruplar oluşturabilir. </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-18246554916050060442012-01-27T11:22:00.002+02:002013-02-08T07:55:02.372+02:00Genler, Mesafe, Temas, İletişim, Etnisite Etnik Grubun Kökeni <div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Genlere bakarak ırklar tespit etmek veya belli bir ırkın genlerinden bahsetmek bildiğim kadarıyla mümkün değil. Şu genler olunca Türk ve bu genler olunca Yunanlı denmiyor insanlara. Aynı şekilde kanda da bu tür farklılıklar yaratan maddeler yok.<br />
<br />
Genetik araştırmalar iki şey gösterebilir: Çeşitlilik ve diğerleriyle ilişkileri. Bir insanda kızıl saçlı veya çilli olmaya yol açan bir gen veya gen grubu tespit etmemiz ancak o kişinin atalarının bir zamanlar kuzeyde yaşadığını gösterecektir. Yoksa şu anda da kuzeyde yaşayan etnik gruplardan birine ait olduğunu veya hâlâ bir zamanlar kuzeyde yaşamış atalarının etnik grubundan olduğunu göstermeyecektir. Muhtemelen o etnik grup artık yoktur da. <br />
<br />
Dolayısıyla etnik gruplar biz insanlara ait kültürel bir icattır. İnsanları gruplandırmak için kullandığımız bir kategori türüdür. Etnik köken ve etnik tanımların ne olduklarını, nasıl tanımlanmaları gerektiğini insanlar belirler. Bunun için farkın, farklının ortaya çıkması gerekir. Farklının ortaya çıkması için de mesafe kat edilmesi gerekir. Ya o grup daha uzaklara gidecek veya gidebilmeye başlayacaktır ya da yabancı bir grup onun bulunduğu yere gelecektir. Ve orijinal grubumuz, yani yerlilerimiz kendilerinden farklı olanla karşılaşacaktır ve bu farklılık da muhtemelen öncelikle dilden kaynaklanacaktır. Karşısındakiyle konuşamayacaktır. İnsanlar için en bela farklılık budur. Çünkü diğerinin ne söylediğini anlayamazsan, dost veya düşman olduğunu da anlayamazsın ve böyle bir durumda yapılacak en mantıklı hareket bu kişiyi dışlamak, grup dışında düşünmek, onu öteki olarak görmektir. Bu sırada düne kadar kendinden farklı gördüğün ama az çok aynı dili konuştuğun diğer komşularına da daha farklı gözle bakmaya başlarsın, dilini anlamadığın diğerine göre bunlar sendendir. Çünkü onlarla aynı dili konuşuyorsundur. Böylece bir etnik grup belirir, etnik grubunu bulursun, yaratırsın. <br />
<br />
Ve temas… Gruplar temas eder, birbirleriyle ilişkiye girerler. Bunlar dostça da düşmanca da olabilir. Sonunda farklı diller konuşanlar bile zaman içinde birbirlerinin dillerini az çok konuşmaya başlar. Çeşitli şekillerde (simetrik, asimetrik vb) iki ve çok dilli ortamlar belirir. Bu sadece dil alanında değil, diğer kültürel alanlarda da gerçekleşir. Temas alanı çeşitli faktörlerin yer aldığı bir karşılıklı alış veriş, bir değiş tokuş alanıdır ama bu sürecin eşit koşullar altında yürümesi şart değildir ki, çoğu kez bir taraf baskın çıkar. Ama baskın çıkan tarafın her konuda baskın çıkması gerekmez. Dilini kabul ettiren taraf kültürün diğer alanlarında karşı tarafın etkisi altında kalabilir. Ama dil ortak olduktan sonra zaman içinde bu diğer alanların da kendisini kabul ettirmiş olanın kültürü olduğu düşünülebilir. Diğer diller unutuldukça onların katkıları da ayırt edilemez olur.<br />
<br />
İnsan kendisini nasıl tanımlıyorsa (tabii bu tanımlama kendisini parçası olarak gördüğü grup tarafından kabul ediliyorsa) odur ve bu konuda çok fazla kafa karışıklığı yoktur. Ait olduğu grubun bir bireyi gibi gözükmediği ve/veya hareket etmediği sürece o kişinin iddiası ne olursa olsun kabul görmeyecektir. <br />
<br />
Diğer yandan, köken konularında durum, özellikle son zamanlarda, pek net değildir. İnsan, soyunun kimliğinin son on veya yirmi bin yıldır hiç değişmeden geldiğini ve hâlâ bu orijinal kimliği taşıdığını düşünebilir. Buna inanabilir ve eğer tartışmaya kapalıysa da bu fikrinden vazgeçmeyebilir. Ama özellikle son zamanlarda ortaya çıkan çeşitli yeni veriler, tarihi bilgiler bunun böyle olmadığını gösteriyor. İnsanlar tarih boyunca çeşitli yeni diller, dinler, kültürler vb benimsemiş, başka kimlikler almış ve dolayısıyla başka insanlar olmuşlar. Bu kabul edildiğinde haliyle o zaman kimisi için ben daha önce neydim sorusu beliriyor. Makul bir soru ama sonu yok. Burada mesele belli bir şekilde düşünmeye şartlanmış olmamız. Sürekli “asıl ben” arayışı içindeyiz. Çünkü bize bunun önemli olduğu, kendimizi ve diğerlerini bu şekilde tanımlamamız gerektiği öğretilmiş. Anadolu’da yaşayan biri, bugün kimliği Türk ve dili Türkçe olsa da, bundan bin yıl önce, eğer bu topraklara Orta Asya’dan gelmemişse, daha başka bir şey olmuş olabilir, örneğin Ermeni veya Rum, ya da Romalı. Daha da evveline gitmeye kalkıştığımızda da karşımıza Frigler, Hitiler, Luviler, Dorlar vs çıkacak ve ondan sonra bir karanlıkla karşılaşacağızdır. Çünkü tarih sona erecek, elde o günün kimliklerini çözmemizi sağlayacak yazılı belge kalmayacaktır. <br />
<br />
Evet, bu noktadan sonra daha geriye gidemeyiz. Genetik analizler yaptırmaya kalkıştığımızda da, en fazla atalarımızın bir zamanlar nerede yaşadıklarını öğrenmekle yetinmek zorunda kalacağızdır. Çünkü yazılı verilerin olmadığı yerde hiç kimse on bin yıl önce insanların kendilerini nasıl adlandırdıklarını bilemez ve “en ilk atalarım” arayışı da burada sona erer. Elbette bir zamanlar bir yerlerde çadırlarında yaşamış üç, dört aileden oluşan veya biraz daha kalabalık bir taş çağı grubuna götürebiliriz soyumuzu. Bu soy da haliyle Afrika’dan Ortadoğu’ya veya daha iddialı bir grup idiyse, Cebelitarık üzerinden Avrupa’ya geçen yine çok ufak bir gruba bağlanacaktır. <br />
<br />
Teorik olarak etnik kimliklerin olmadığı bir dönem mümkün denebilir. Gruplar arası iletişimin insan nüfusunun çok düşük olmasından ötürü çok az olduğu dönemde haliyle bu tür bir kimliğe yatırım yapmak da gereksiz olacaktır. Kimlik kültürel yatırımı gerektirir. Ayakta tutulmalıdır. Çünkü bir işlevi vardır. Ama gruplarla çok daha az karşılaşılan ve grupların sürekli hareketli olduğu, yani henüz yerleşik yaşama geçilmemiş bir dünyada etnik kimliklere de yer olmayacaktır. Üstelik bu dünyada, yani avcı-toplayıcıların dünyasında yaratılan kimliklerin öncelikle doğayla ilgili olmuş olması büyük ihtimal; buna işaret eden ipuçları var. nasıl biz bugün dost-düşman ve diğer türden toplumsal ilişkilerimizi diğer gruplarla karşılıklı etkileşimler bağlamında oluşturuyorsak, aynı şey o günün dünyasında doğanın diğer unsurları da kapsanacak şekilde gerçekleştirilmiş olabilir. Yani demek istediğim, bizim kalabalık ve doğadan kopuk dünyamızın kimliklerinin bu daha farklı dünyada hiçbir geçerliliği olmamış ve o yüzden de bunlar ortaya çıkmamış olabilir. <br />
<br />
Toparlayacak olursam, daha önce neydim veya atalarım kimdi sorusunun cevabı, eğer kendimizi etnik kimliklerle sınırlamayacaksak, bizi eninde sonunda etnik kimliklerin olmadığı bir dünyaya götürmek zorunda. Bu tür mesafeler kat edildiğinde aslında soru da iki sebepten dolayı anlamını yitiriyor. Birincisi bu bulacağımız ata bize, bugün diğer etnik grup olarak karşımıza yerleştirdiğimiz ve bazen düşman olarak bile gördüğümüz diğer etnik grubun üyelerinden daha yabancı olacaktır. Bu kişiyle ortak hiçbir değer bulmamız mümkün değildir. Ne dil, ne din ne de kültürel herhangi başka bir şey. Yeme şeklimiz, yediklerimiz bile büyük ihtimalle farklı olacaktır. Tek ortak yanımız, geğirmek, işemek, burun karıştırmak vb gibi bedensel işlevlerimiz olacaktır. İkinci noktaysa, bu bulacağımız ata veya ataların aynı zamanda birçok kişinin de atası olacağıdır. Bugün kendimizi son derece farklı gördüğümüz, öyle ki bazı durumlarda kendileriyle karıştırılmayı bile sorun yaptığımız, hakaret olarak kabul ettiğimiz diğer etnik grupların bir kısmının ve hatta büyük kısmının ataları da bu neredeyse hiçbir ortak yanımız olmayan “atalar” olacaktır. Dolayısıyla, daha önce kimdim, hangi dili konuştum, kültürüm nasıldı sorusu, eğer “en ilk”i bulma amacı güdülüyorsa, anlamsız ya da sadece belli koşullar altında, belli bir dönem için yanıtlanabilecek bir sorudur. Ama oldu “en ilk” atayı bulduk diyelim, muhtemelen tepkimiz, “sen kimsin yahu” gibisinden bir şey olacaktır.</div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com68tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-80915867932795202522012-01-02T07:32:00.007+02:002013-02-08T07:55:31.147+02:00Herkes Akraba Ama Herkes Akraba Değil Genetik akrabalık ve bunun toplumsal ilişkilere yansıma(ma)sı <div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Genetik akrabalık ve İnsanın akrabalık ilişkileri, bunun ne anlama geldiği üzerine şöyle bir soru takıldı kafama. Herhangi bir bireyin doğması için iki kişi olması gerektiğini biliyoruz. Böylece örneğin benden bir nesil önce genetik açıdan benimle akraba (şimdilik kardeşleri dışarıda tutuyorum) 2 kişi yaşıyordu. Aynı şekilde bunların bir nesil öncesine gidersek, bu kişilerin doğması için de 4 kişinin olması gerekiyor. Dolayısıyla benden iki nesil önce bana genetik açıdan akraba olan kişilerin sayısı 4’e yükseliyor. Devam edip bir nesil öncesine gidersek, bunların doğumuna sebep olmuş 8 kişi bulunmaktadır ve bu benim üç nesil önceki genetik akrabalarımın sayısını 8 kişi yapar. Bu şekilde devam ettiğimiz takdirde dört nesil önce 16, beş nesil önce 32, altı nesil önce 64 kişinin olduğunu görürüz. Yani eğer her yüzyıla dört nesli sığdırdığımızı varsayarsak, benim doğduğum tarihten bir yüzyıl önce bu dünyada benim doğumuma sebep olacak 16 kişi yaşıyordu.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-bFI0-cW1Vns/TwFDAk8ysoI/AAAAAAAAAyY/uPz-oeqJm_8/s1600/B%25C3%25B6l%25C3%25BCnmeliSoySistemi3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="166" src="http://1.bp.blogspot.com/-bFI0-cW1Vns/TwFDAk8ysoI/AAAAAAAAAyY/uPz-oeqJm_8/s320/B%25C3%25B6l%25C3%25BCnmeliSoySistemi3.jpg" width="320" /></a></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu süreci 2<sup>n</sup> şeklinde formülleştirebiliriz. Burada n nesil sayısı oluyor. Eğer her yüzyılda dört kuşak olduğunu varsayarsak, üç yüzyıl önce benim doğumuma sebep olacak 2<sup>12</sup> , yani 4096 kişinin yaşamış olması gerekiyor. Yok eğer her yüzyılda üç kuşak olduğunu varsayarsak, bu rakam 2<sup>9 </sup>, yani 512 oluyor. Muazzam bir rakam ama iki bin yıl öncesi için çıkarttığımız rakamla karşılaştırdığımızda hiç bir şey. Bir yüzyılda üç kuşak varsayımına göre hesapladığımda, iki bin yıl önceki genetik akrabalarımın sayısı, yani iki bin yıl sonra benim doğumuma sebep olacak kişilerin sayısı 2<sup>60</sup>, yani 1.15 x 10<sup>18</sup> oluyor. Muazzamın ötesinde bir rakam ve de inandırıcı değil. Çünkü İsa’nın doğumundan hemen önce bu kadar akrabamın yaşıyor olması, bu rakam dünyanın bugünkü nüfusunu kat kat aştığından mümkün değil. Bir yerde bir hata var ama nerede? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Aslında matematiksel olarak bir hata yok. Formül ve dolayısıyla da çıkan sonuç doğrular. Ama biraz düşündüğümüzde ilk varsayımımızda bir sorun olduğunu görüyoruz. Kardeşleri dışarıda tutmuştum. Oysa kardeşler var ve dolayısıyla da kardeş çocukları. Yani ben üç yüz yıl önce 512 kişi yaşıyordu derken aslında rakam çok daha ufak. Çünkü muhtemelen kardeş çocukları veya torunları ya da torunların çocukları ve onların çocukları tekrar karşılaşıp evleniyor ve çocuk sahibi oluyorlar. Başka türlü bir açıklama getirmek mümkün değil. Bunu hesaba kattığımızda, bu yukarıdaki muazzam rakamı düşürmek için epey bir kardeş çocuk, torun ve torunun torunu ilişkisi olması gerektiğini görüyoruz. Bunun hesabını tam olarak nasıl yapabilirim bilmiyorum ama açıkçası şu anda pek de gerekli değil. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Şimdi gelelim bundan ne tür sonuçlar çıkartabileceğimize? Her şeyden önce akrabalık ilişkileri açısından epey yoğun bir dünyanın söz konusu olduğunu görüyoruz. Herhangi bir köyü ele aldığımızda (bunun modern dönem öncesi bir köy olduğunu varsayalım), dışarıdan insan gelmediği sürece bu köy, nasıl başlamış olursa olsun, bir süre sonra herkesin birbiriyle akraba olduğu bir köye dönüşmek zorunda. Zaten başka türlü de olmaz. Ancak ulaşım ve iletişimin çok geliştiği ve bir sonraki evliliğin kesinlikle sürecin dışından birisiyle olmasının şart koşulduğu bir durumda bunun aksi olabilir. Aksi takdirde, yani adayların en fazla elli, zorlayalım yüz kilometre çapında bir alandan geldiğini varsayarsak, zaman içinde herkesin birbiriyle (en azından genetik açıdan) akraba olması kaçınılmaz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bununla beraber, şöyle ilginç bir durum da mevcut. Her ne kadar birçok insan aslında birbiriyle genetik açıdan akrabaysa da, bunun toplumsal ilişkilere yansıması son derece sınırlı. Çünkü birkaç nesil içinde bu akrabalık ilişkilerinin büyük kısmı unutulmaktadır. Ancak kabile, aşiret ve benzeri gibi daha yapısal ilişkilerin içine girildiğinde bu akrabalık ilişkileri, her ne kadar belleklerden silinseler de, aşiret üyeliği şeklinde bir yere kadar muhafaza edilmektedir. Aksi takdirde, en fazla beş, zorlarsak altı, yedi nesil sonra bu ilişkiler hatırlanamamaktadır ki, çocuk sayıları da hesaba katıldığında bu, insan hafızasının bu konuyla ilgili sınırlarından ötürü gayet normal bir sonuçtur. İnsan bu kadar ilişkiyi hatırlayamaz ve buna gerek de yoktur çoğu kez. Yani bir yandan süratli bir genetik yakınlaşma söz konusudur, diğer yandan da bu genetik akrabalıkların unutulmasını sağlayan toplumsal bir süreç vardır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Genetik akrabalığın artışı dışında kanımca başka bir önemli konu da kültürel, daha doğrusu zihniyetseldir. Bu düzeyde de neticede bir tür yerel doğal ayıklanma süreçlerinin çalıştığını düşünebiliriz. Bazı özellikler daha fazla öne çıkabilir ve bu bazı özelliklerin yoğunlaşması da bazı kültürel kalıpların belli biçimlerde kemikleşmesine yol açabilir. Bu da karşılığında belli özelliklerin daha fazla seçilmesine yol açabilir. Göç olaylarının olmadığı durumlarda bu süreç sürekli güçlenerek sürecektir. Bu açıdan bakıldığında göçler veya birilerinin gelip bir yerleri dağıtması o kadar da olumsuz bir durum değil gibi gözüküyor. Modern çağ da bu açıdan bakıldığında olumlu bir gelişme, her ne kadar o güzel eskiyi yok eden olumsuz bir gelişme olarak görülse de. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Sonuç olarak tamamen matematiksel bir açıdan, basit bir deneyden yaklaştığımızda, çevremizde aynı soydan geldiğimiz epey insan olması gerekiyor. Çoğumuz yüzlerce yıl öncesinden akrabayız. Nitekim yörelerin fiziksel ve kültürel açıdan birbirlerinden zaman içinde farklılaşmalarının nedeni de bu olsa gerek. Eğer tarımın başlangıcından önce dünya nüfusu muhtemelen 15 milyonu geçmediyse, bugünün bu kalabalık dünyasının kökeni de haliyle bu 15 milyondur.<a href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=8379535563312261399#_ftn1" name="_ftnref1" style="mso-footnote-id: ftn1;" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 12pt;">[1]</span></span></span></a> Ölümleri, salgınları ve benzeri doğal ve insan ürünü felaketleri de hesaba kattığımızda bu rakam biraz daha düşmelidir. Bu rakamın çeşitli bölgelere dağıldığını ve bu bölgelerde insanların uzun süre birbirlerinden uzak yaşadıklarını hesaba kattığımızda, bu genetik akrabalık ilişkisinin çok daha yoğun olduğu anlaşılacaktır. Ama bu fiziksel yakınlaşmanın toplumsal ilişkiler açısından fazla bir anlamı da yok. Çünkü insan bir süre sonra akrabalarının bir kısmını unutmaya başlıyor, çıkar ilişkileri akrabaları birbirinden uzaklaştırıyor, unutulmaları hızlandırıyor (bir yerde herkesin sonuçta birbiriyle akraba olması bu süreci daha da hızlandırıyor) ama geri dönüp bu unutulan akrabalardan, sanki yabancı bir aileymişler gibi kız veya oğlan alınabiliyor. Tabii rakamların sürekli belli bir düzeyde kaldığı durumlarda, belli ayrımlar (sınıfsal, ırksal, vb) özendirilmiyorsa tam bir unutma hiçbir zaman söz konusu olmayabilir. Konuyu burada noktalayacaksak, neticede insanların birbirlerini farklılaştırarak uzaklaştırmasının daha ziyade insan ürünü olduğunu söylemek gerekiyor. </div>
<div style="mso-element: footnote-list;">
<br />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<div id="ftn1" style="mso-element: footnote;">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=8379535563312261399#_ftnref1" name="_ftn1" style="mso-footnote-id: ftn1;" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 10pt;">[1]</span></span></span></a> Tellier, Luc-Normand, Urban World History, An Economic and Geographical Perspective, s.26.</div>
</div>
</div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-1943380887508421562011-12-19T07:16:00.002+02:002013-02-08T07:56:04.065+02:00"Genetik Atalarımız Yunanlılar Olamaz"<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Yunanlılarla ilişkilendirilmemiz hoşumuza gitmez de, Frigyalılara, Lidyalılara, Luvilere falan ses çıkartmayız. Bu ikincileri genetik atalarımız olarak görebiliriz ama birinciyi asla. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Her şeyden önce genetik ata kavramının saçma bir kavram olduğunu söylemekle başlayayım. Yok böyle bir şey. Olamaz da. İnsanlar atalarını kendileri seçer, daha doğrusu atalar çeşitli siyasi kurgular aracılığıyla dayatılırlar. Kendimizi fazla zorlamadan yüzeysel düşündüğümüzde bile, eğer mesele genlerse neredeyse herkesle akraba olduğumuz ve dolayısıyla bir yığın atamız bulunduğu ortadadır. Ama biz sadece bir kısmını atamız ilan ediyoruz, tıpkı bize özgü etnisite, ırk vb kurgusal tanımlamalarımızda yaptığımız gibi.</span><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZtx_2xXWTexhufp7jUALC9revsCootQFZCaHnwgvQ4kKNtAEoi76nIsu8tJKLRSam86c3p5pCAvWkZyVv_PuD8DobHyrN72uK1MiPo8fK8Omf4cqoDBalpHGVl4L9oJZtF5xwQ4tbtXc/s1600/genetikata.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="243" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZtx_2xXWTexhufp7jUALC9revsCootQFZCaHnwgvQ4kKNtAEoi76nIsu8tJKLRSam86c3p5pCAvWkZyVv_PuD8DobHyrN72uK1MiPo8fK8Omf4cqoDBalpHGVl4L9oJZtF5xwQ4tbtXc/s320/genetikata.jpg" width="320" /></a></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Farklı genler denince çoğu insan bunların birbiriyle ilişkisiz oldukları sonucuna varıyor. Oysa ilgisi yok. Genler zaman içinde farklılaşıyor (yani farklı değiller, farklılaşıyor) ve bu şekilde insanların geçmişlerine ilişkin iz sürücülüğü mümkün oluyor. Yoksa bu farklılaşmış iki gen aynı zamanda birbirine çok benzer iki gen de. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Dolayısıyla genler üzerinden ata veya akrabalık söylemi saçmalıktan başka bir şey değil. Çünkü eğer insan, yani Homo sapiens sapiens, tek bir yerde ve tek bir anda değil de birden fazla yer ve zamanda ortaya çıkmadıysa, o zaman hepimizin birbirimizle genetik akrabalığı var ve genetik ata yurdumuz da Afrika’dan başka bir yer değil (Tabii bu arada ata yerine anadan da bahsedilebilir).</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";"> </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Ata söylemi esasen siyasi bir söylemdir. Siyaset derken burada siyasetin çok bilinen dostu düşmandan ayırma şeklinde tanımlanmasından bahsediyorum. Yani siyasi davranışı, belli bir gruba ait insanların kendilerini, çevrelerindeki çeşitli diğer grupları dost düşman esasına göre sınıflandırarak tanımlama çabası olarak tanımlıyorum. Ata söylemi böyle bir ihtiyaç sonunda ortaya çıkar. Atalar, yani ortak atalar icat edilerek bazı gruplarla dostluk, yakınlık ilişkisi oluşturulurken bazı gruplar da dışlanır. Bu atalar günün dayattığı ihtiyaçlara göre zaman içinde değişebilir. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Yunanlıları beğenmeyip ata olarak Frigyalıları, Hattileri veya Luvileri tercih etmenin ardında da bu siyasallık, atanın siyasi bir söylem olması vardır. Resmi siyasete göre Yunanlılar düşmandır, ya da en iyi durumda, dikkat edilmesi gereken komşudur. Kurtuluş Savaşı esasen onlara karşı verilmiştir. Osmanlı’da (ki kendimizi aynı zamanda Osmanlı’nın devamı olarak görürüz) ikinci sınıftılar. Tebaamızdılar. Ve isyan ettiler. Ama en önemli nokta, Anadolu’nun bir kısmı üzerinde hak talepleri olmasıdır. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Diğerleriyse, yani Frigler, Hattiler, Luviler vb siyaseten değersizdirler. İstenilen şekle sokulabilirler. Yakın tarih üzerinde herhangi şekilde etkileri söz konusu değildir. Onlardan kaynaklanan bir hak talebi de yoktur. Aksine, Yunan tarafının hak talebini önlemek ve karşılamak için onlara karşı kullanılabilirler. Ve böylece Anadolular çıkıyor ortaya ve bu Anadolular Türklerin Orta Asya kökeniyle ilişkilendirilerek Türkleştiriliyor. Bu Anadolular Türk dil ve kültürünü ve de Müslüman dinini benimsemiş oluyor. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Dil anlaşılır bir şey de kültürü ne yapacağız? Dil neredeyse fiziksel koşullardan bağımsız bir şey. İnsan gittiği her yerde istediği gibi Türkçe konuşabilir. Ama kültür öyle mi? Fiziksel koşullardan tamamen bağımsız olabilir mi? Bir yerden bir yere hiçbir sorun yaşamadan taşınabilir mi? Bireylerinden, topluluklarından kopartılmış kültürler kendi başlarına var olabilir mi? Büyük bir kalabalığa farklı bir dil benimsetilebilirken aynı şey kültür için yapılabilir mi? Yüzlerce, hatta binlerce yıldır sürdürdükleri kültürlerini bir anda terk eder mi insanlar? Yoksa bazı durumlarda yeni gelenler (özellikle sayıları azsa) geldikleri yerin kültürünü mü kabul eder? </span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Diğer yandan günümüz Anadolularının bir şekilde Türk kültürünü (her neyse bu) benimsedikleri gösterilemeze, genetik açıdan Luvi, Lidya, Frig vb kökenleri onları haliyle kültürel açıdan Yunanlılara yaklaştıracaktır. Dolayısıyla bu operasyonun yapılması gerekmektedir. Ama böyle bir durumda da bu toplulukların neden binlerce yıllık Anadolu kültürlerini terk edip bir Orta Asya kültürünü kabul ettikleri ve sonunda yine de daha çok bu Orta Asya kültürüne değil de bu "terk ettikleri" Anadolu kültürüne ve ayrıca da komşularına benzedikleriyse bir muamma olarak duracaktır karşımızda.</span></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Times New Roman";">Oysa ne genetik ata denen bir şey vardır ne de kültürler bu şekilde bir çırpıda değişir. </span></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com58tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-47469920919851612502011-12-06T15:44:00.002+02:002013-02-08T07:56:45.227+02:00Bilimsel Tarih Takıntısı<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir bilimcilik takıntısından, yani her şeye, hatalı bir şekilde, bilimsel yöntemi uygulama takıntısından bahsedebilir miyiz? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Örneğin, bunu tarih alanında çok görüyoruz. Gerçi diğer sosyal bilimler de bu takıntıdan nasibini alıyor ama sanırım bu konuda aslan payının tarihe ait olduğunu söylemek gerekiyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
İnsanlık yaşamındaki tek doğru düşünme biçimi bilimsel yöntem olmadığı gibi, bilimsel yöntemin çalışamayacağı, çalışmadığı alanlar da mevcuttur. Buralarda bilimsel yöntem çalışmamasına rağmen, başka yöntemler kullanılarak güvenilir bilgiye ulaşılabilmektedir. Ama sırf bu yüzden bu yöntemleri bilimsel olarak adlandırmak doğru değildir. Bazı alanlardaysa (ki bunların başında herhalde tarih geliyor) söz konusu alanın doğasından dolayı bilimsel yöntem uygulanamaz. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxJsjTjCQ2PEaTPlkUZ4qpyscznq6oNPR3kV4h4aHDPhj6tvNwhcJ3uYgrtn-6EIcAueZzgshd2hag6P2d3qFIA5oV0CzNP_A3NZ1Hb_TZjj5tlgxiRDbCHX732o0y79aMUfyyzKS-ndo/s1600/scientific.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="312" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxJsjTjCQ2PEaTPlkUZ4qpyscznq6oNPR3kV4h4aHDPhj6tvNwhcJ3uYgrtn-6EIcAueZzgshd2hag6P2d3qFIA5oV0CzNP_A3NZ1Hb_TZjj5tlgxiRDbCHX732o0y79aMUfyyzKS-ndo/s320/scientific.jpg" width="320" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bilimsel yöntemin malzemesinin, eğer tartışmayı çok basit tutacaksak, test edilebilir olması gerekiyor. Yani çok bilinen tanımlamaya başvuracak olursak, çeşitli varsayımlara ve tahminlere dayanan bir model üretilir ve bu modelin çalışıp çalışmadığı, yani beklenen sonuçlara ulaştırıp ulaştırmadığı test edilir. Tarihte buna en çok yaklaşan, daha doğrusu yaklaştığı düşünülen yöntem, bir belgenin doğrulanmasıdır. Ama bu bile aynı şey değildir. Çünkü bu belge şu nedenle yazılmıştır diyerek test edilebilecek bir durum oluşturulamaz. Sadece başka belgeler ve olaylar bulunup burada yazılanlar karşılaştırılabilir. Bu bir doğrulamadır ama bilimsel yöntemle yapılabilen bir doğrulama, yani bir test değildir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Tarihte hiç mi uygulanamaz bilimsel yöntem? Muhtemelen çok sınırlı durumlarda mümkün olabilir. Örneğin kale gibi bir savunma yapısının sağlamlığını veya o günün silahlarının ne kadar derine işlediğini vb gibi konularda test edilebilir modeller, varsayımlar üretilebilir. Ama bunların hiçbiri tek başına tarih değildir. Tarih denen şey söylemlerdir ve söylemleri bilimsel yöntemlere dayanarak test etmek mümkün değildir. Her doğru yöntem de o yöntemin bilimsel yöntem olduğu anlamına gelmez. Çünkü tarihin de kendi alanı için geliştirdiği gayet düzgün doğrulama ve araştırma yöntemleri mevcuttur. Bir tür bilimsel düşünce hegemonyası yaratmaya gerek yoktur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Üstelik biraz daha ileri gidecek olursak, tarihsel söylemlerin doğru veya yanlış olduklarının bile tespit edilemeyeceğini ve bu yüzden de tarihsel söylemlerin bilimsel yöntemin anladığı anlamda çürütülebilir, aksi ispatlanabilir olmadıklarını söyleyebiliriz. Tarih alanındaki kuramsal tartışmalara uzak olanlara ufak bir açıklamada bulunayım bu hususla ilgili. Tarih betimsel, yani anlatan önermelerden/cümlelerden ve metinlerden/söylemlerden oluşur. Örneğin Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı şeklindeki cümlenin/önermenin doğruluğu gösterilebilir ve bu anlamda bilimsel yöntemin konusu olabilir (tabii bir şart daha var) ama Mustafa Kemal veya Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır bir tarihsel söylemdir/anlatısal metindir. Bunun doğruluğu hiçbir şekilde ispat edilemez, çünkü bu, ifadeyi veya söylemi yapanın, kuranın koşullarına göre doğrudur. Bu koşullar terk edildiğinde bu ifadenin doğruluğunu ispatlamak imkânsız olacaktır. Bu çürütülebilir bir ifade değildir ve dolayısıyla da bilimsel yöntemin konusu olamaz. Aslında daha geniş bir açıdan bakacak olursak, tarihin kendisi bile, doğasından, yani amacından ötürü çürütülebilir değildir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Son noktayı koymadan önce yukarıdaki Mustafa Kemal’in Samsuna çıkması ifadesine geri döneyim. Evet, bu ifade çürütülebilir, yani doğruluğu veya yanlışlığı gösterilebilir ve bu yüzden de bilimsel yöntem tatbik edilebilir. Ama burada yerine getirilmesi gereken bir şart daha vardır ve bu da test edilebilirliktir. Mustafa Kemal’in Samsun’a örneğin neden çıktığı test edilemez. Çünkü böyle bir testin koşulları sağlamaz. En fazla Bandırma vapuruyla böyle bir yolculuğun yapılıp yapılamayacağı test edilebilir ve bilimsel yöntem de bununla sınırlı kalır ama bu çalışmayla da en fazla Bandırma vapurunun tarihine bir katkıda bulunulur, başka bir şey yazılamaz. Mustafa Kemal gibi bir insanın farklı koşullarda nasıl davranabileceği test edilemez; çünkü bu koşullar yaratılamaz ama bilimsel yöntemin uygulanacağı yer de tam da burasıdır. Fakat tarihsel çalışmanın kendi yöntemleriyle, çeşitli kaynaklara, belge ve olaylara başvurarak, hem kişinin kendi hayatından hem de başka insanların hayatlarından başka benzer olaylarla karşılaştırmalar yaparak bu konuyla ilgili bazı tahminlerde bulunulabilir, bazı varsayımlar öne sürülebilir ama bunlar hiçbir zaman test edilemeyeceklerinden bilimsel yönteme ve dolayısıyla da bilimsel araştırmaya geçilemez. Ama bu tarihte nispeten güvenilir ve kısmen doğrulanabilir bilginin üretilemeyeceği anlamına gelmez. Ama sırf bunu yapma kapasitesi var diye de bilimsel olduğu ileri sürülemez. Bilimsel olabilmesi için yukarıda işaret edilmiş şartları sağlaması gerekir ve tarih alanında bu şartlar sağlanamaz. </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-47245633307682428882011-11-19T06:57:00.001+02:002013-02-08T07:58:16.546+02:00Genetik Verilerle Tarihsel Söylemlerin İlişkilendirilmesi(Bu yazı şu yorum üzerine yazılmıştır: <a href="http://tarihdeniz.blogspot.com/2011/02/anadolu-tarihi-yazmnda-yunanhelen.html?showComment=1298130120023#c5081159545919730860">http://tarihdeniz.blogspot.com/2011/02/anadolu-tarihi-yazmnda-yunanhelen.html?showComment=1298130120023#c5081159545919730860 </a><br />
(Onur 15 Kasım 2011 03:16)<span class="comment-timestamp"></span><br />
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Genetik çalışmalar önemli adımlar atılmasını sağladı ama görünen o ki, eski kavramları yerinden edemedi. Aynı tartışma farklı verilerle sürüyor. Bugün Anadolu’da yaşayan insanlar genetik açıdan bakıldığında daha çok yöreye özgüdür ifadesi kanımca Anadolu Türkleri Anadoluludur ifadesinden epey farklı. Ve başka bir yerde de Anadolu Türklerinin Avrupalılara Ermenilerden daha yakın oldukları, çünkü Anadolu Türklerinin Ermeniden çok Anadolu Rumu kökenli oldukları ve dolayısıyla Anadolu’nun Ermenilere göre daha batısından olduklarını söylerken de eski zihniyetin ve bu zihniyetin kavramlarının hâlâ sürdüğünü görüyoruz. Burada Anadolu’dan kasıt ne oluyor? Günümüze dair sınırları belli bir toprak parçası mı, bir ülke mi, ya da daha farklı bir şey mi? Ama her ne olursa olsun Anadolu ibaresi daha ziyade Türklerle Rumlar için kullanılmış. Ermeniler Anadolu’nun dışında tutulmuş. Sınır tam olarak nerede sona eriyor? </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Diğer paragraftaysa Türki halkların anayurdunun Asya’nın doğu tarafında olduğu söyleniyor. Sanırım kastedilen kuzeydoğu, doğu-kuzeydoğu Asya veya Orta Asya’nın doğu ve doğu-kuzeydoğusu gibi bir şey. Bu durumda da soru, yersel sınıra ek olarak zamansal sınırın, daha doğrusu sürecin nasıl belirlendiği, genetik verilerin böyle bir bilgiye ulaşmayı sağlayacak şekilde nasıl konuşturulduğu oluyor. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Genetik veriler konuşturulmuyor elbette. Konuşan günümüzün tarihsel söylemleri. Genetik veriler konuşturulan tarihsel söylemi desteklemek için kullanılıyor. Seçenekler baştan belli. Genetik veriler de bunları desteklediğinde, hedef on ikiden vurulmuş oluyor. Ama genetik verilerin desteği dilsiz. Hiçbir şey söylemiyorlar. Çünkü ortada Türk veya Türki veya başka bir gruba, halka, ulusa ait bir gen veya genetik veriler yok. Genetik verilerin elbette isimleri var. Bu isimler genellikle bugünün topluluklarına, gruplarına gönderme yapıyor, bunları temsil ediyor ve bu da neredeyse her zaman coğrafi gruplar şeklinde yapılıyor (bazı son derece sınırlı etnik, kabilesel vb gruplar hariç). Yani Türk dendiğinde, eğer bazı gruplar, örneğin Kürtler gibi bariz şekilde ayrı gözükmüyorsa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan insanlar kastediliyor. Dolayısıyla, birkaç adet insan kalıntısından numune alınmadıysa, geçmişe ait sonuç çıkarmalar genellikle kişisel varsayımlara dayanıyor: Belli bir numarası veya kodu olan genetik bir durumun tarihsel söylemlerin tanımladığı veya işaret ettiği bir gruba karşılık geldiği varsayılır. Yoksa söz konusu genetik duruma ait hiçbir şey onun bu tarihsel gruba karşılık geldiğini söylemez, eğer söz konusu numunelerin alındığı verilerin yanında başka arkeolojik veya tarihsel veriler yoksa. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bir grubun anayurdundan bahsedildiğinde, genetik verilerin iletebileceği bilgi en fazla Q, P, R vb faktörlere göre belirlenmiş örneğin XY123 gen grubunun anayurdu olabilir ki, burada anayurdu ibaresi de genetik verilere ait değildir; bu veriler en fazla bu örnek gen grubunun yaklaşık Z zaman aralığında X ve Y koordinatlarında yaşadıklarını söyleyebilir. Biz bunu Türklerin anayurdu gibi bir ifadeye çeviriyoruz. Bu ikisi arasındaki bağlantıyı ne sağlamaktadır veya bu bağlantı neye dayanmaktadır? Bu ikisinin birbirine karşılık geldiğine dair bir varsayıma. Başka hiçbir şeye değil. Ama aynı çalışma günümüzde yapılacak olsa, örneğin bugünün Türkiye’sinde o zaman çok farklı bir durum söz konusu olacaktır. Çünkü gidip güneydoğu Türkiye’de yaşayan birilerinden örnek aldığımızda, bu örnekleri Orta Anadolu’da alınmış örneklerle karşılaştırma olanağı bulabilecek ve buradan yola çıkarak ikinci bölgede yaşayanların birinci bölgede yaşayanlardan geldiğini, “anayurtları”nın burası olduğunu ve en azından bir dönem kendilerini belli bir şekilde adlandırdıklarını söylememiz mümkün olacaktır. Tarihin derinliklerine doğru indikçe bu şansımız azalır, aynı kesinlikte ifadelerde bulamayız. En fazla bazı gen gruplarının nasıl yer değiştirdiklerini ve sonunda nerelere kadar gittiklerini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu veya şu etnik gruptan değil, bu veya şu yerden gelmiş insanlardan bahsedebiliriz. </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com45tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-15655734868521538422011-02-23T15:12:00.003+02:002013-02-08T07:58:48.159+02:00Luviler: Batı Anadolu'nun ve muhtemelen de Ege Denizi bölgesinin ilk sakinleriFor English version go to <a href="http://tarihdeniz.blogspot.com/2011/02/luwians-first-inhabitants-of-western.html">Luwians: the first inhabitants of western Anatolia and possibly the Aegean region</a><br />
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Helenler elbette ne ilk Anadolulardı ne de bölgenin ilk topluluğuydu. Batı Anadolu kıyısı açısından baktığımızda bile, geldikleri ve daha sonra da yerleştikleri yerin boş olmadığı biliniyor. Nitekim Anadolular Helenlere karşı söylemine yol açmış olan da, bu durumun biliniyor olması. Son yıllarda bu toplulukların nasıl adlandırılması gerektiği de büyük ölçüde çözüldü. Genelde Luviler olarak adlandırılıyorlar. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Luvilerin Helenlerden çok daha önce bu topraklara yerleştikleri anlaşılıyor. Tabii hangi Helenler sorusunu da sormak gerekiyor. Sadece İonlar, Dorlar, Aeollar gibi çeşitli gruplardan mı bahsediyoruz, yoksa bizim Mikenler olarak adlandırdığımız tarihte karşımıza Ahhiyavalılar, Akalar ve Danaoiler gibi çeşitli adlarla çıkan ilk Yunanlılara kadar geriye mi gidiyoruz? Ama her iki durumda da Luviler olarak adlandırılan Hint-Avrupa dil ailesine mensup toplulukların bu topraklara daha önce yerleştikleri görülüyor. Üstelik Luviler tek de değil. Mensubu oldukları Hint Avrupa dil ailesinin Anadolu kolunun Pala, Hitit gibi diğer kolları da var. Palalar daha çok kuzey batı Anadolu bölgesini, Karadeniz’e yakın bölgeyi yer edinmiş. Hititler’se, bilindiği gibi, Orta Anadolu’dalar.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh556htuTLAlriT0JQIY5Io2M4bvsZWeaokDhBp10ntyQkCfWrU3rY65W31a5c7V9jVxPZVKrdQI9XDjkc1YpUxSeHtH3bh1WZnZ7cOsGZnWBdY1T1jI2fv0Ls7C0JzJOd-uXzpLP0uHKc/s1600/P1010008.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="246" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh556htuTLAlriT0JQIY5Io2M4bvsZWeaokDhBp10ntyQkCfWrU3rY65W31a5c7V9jVxPZVKrdQI9XDjkc1YpUxSeHtH3bh1WZnZ7cOsGZnWBdY1T1jI2fv0Ls7C0JzJOd-uXzpLP0uHKc/s320/P1010008.JPG" width="320" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Luviler ve dildaşlarının öncesi hakkında hangi diller konuşuluyordu ve bunların hangi dil ailesinde değerlendirilmesi gerektiği bilinmiyor. Üstelik Hint Avrupa dil ailesinin en eski dalı, Proto-Hint-Avrupa dilinden ilk kopan dalı olduğundan, Anadolu dalından önce daha farklı dil ailelerinden geldiğini varsaydığımız bu dilleri bugünün yaygın ailelerinden birine yerleştirmek de zor olabilir. Ama şunu biliyoruz: Birileri bu topraklarda neredeyse palaeolitik, yani yontma taş ama bence eski taş döneminden beri yaşamaktaydı. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Luvilerin geliş tarihi için genelde 3000’lerle 2000’ler arasında çeşitli tarihler verildiğinden (ama bu arada bu toplulukları Eskişehir bölgesindeki Demircihöyük ile ilişkilendirenler de var ki, bunun tarihlendirilmesi MÖ 5000 yıllarına kadar gidebilir) ve neolitik veya cilalı taş ama bence yeni taş döneminin başlangıcı epey daha geriye gittiğinden, Anadolu’da başka birilerinin olduğunu söylemek zor değil; ama bunların hangi dilleri konuştuğunu söylemek zor. Örneğin, Hititlerden önce onlara bizim bugün kullandığımız terimi ad olarak vermiş Hattilerin olduğu biliniyor ve yine, üzerinde tartışmaların hâlâ sürdüğü argümana göre de, Çerkez dilleriyle aynı dil ailesine konan bir Kafkas dili konuşuyorlardı. Kimi araştırmacılara göre daha eski bir dil ailesi olmasından ötürü Kafkas dili argümanı mümkün gözüküyor ama artık geride hiç iz bırakmamış çok daha başka bir dil veya diller de söz konusu olabilir. Toparlayacak olursam, elde çok fazla bir şey olmadığından, bu konuyla ilgili kesin sonuçlara ulaşmak, en azından şu anda mümkün gözükmüyor.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Kendimizi şimdilik Batı Anadolu’yla sınırlayacak olursak, evet, ilk Yunanlılardan önce Luvilerin olduğunu görüyoruz bu bölgede. Ama tartışmayı derinleştirmeden önce Batı Anadolu bölgesinden ne kastettiğimizi veya bu terimin tek başına yeterli olup olmadığını izah etmemiz gerekiyor. Batı Anadolu’yu bugünkü haliyle tanımlarsak, geçmişi daha baştan çarpıtmış oluruz. Ya Batı Anadolu kavramından vazgeçip daha kapsayıcı bir kavram bulacağız, örneğin Ege gibi, ya da Batı Anadolu kavramını doğal uzantısıyla, yani Ege Deniziyle birlikte alacağız. Bugünün sınırlarını ve bugünün etnik coğrafyasını geçmişe tatbik edemeyiz; bu geçmişi çarpıtmak olacaktır. Dolayısıyla, batı Anadolu’nun tarihi o dönemdeki doğal siyasi ve kültürel uzantısıyla, yani Ege Denizi ve karşı kıyısıyla birlikte ele alınmalıdır. Çünkü bu konuya nasıl yaklaşırsak yaklaşalım, bu dönemde bu bölgede gayet karşılıklı bağlantılar şekilde oluşturulmuş bir dünya, bir ilişkiler ağı söz konusudur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Tekrar konumuza geri dönecek olursak, ilk Yunanlılardan önce, Luvi dilleri konuşan topluluklar Ege bölgesinin en azından Batı Anadolu ve muhtemelen de Yunanistan tarafına yerleşmiş durumdadır. Daha başka diller konuşan toplulukların olması da mümkündür ama tarihsel kaynaklar bunlar hakkında hiçbir şey söylememektedir. Aynı kaynaklar Luviler hakkında bile son derece sınırlıdır aslında. Dolayısıyla, belli bir noktadan sonrası karanlık bizim için. Ama bu dönemde, her ne kadar ne dili konuştuklarını henüz bilmiyorsak da, önemli bir uygarlık vardır bu bölgede: Bugün Minoslular olarak adlandırdığımız uygarlık. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Minosluların nereden geldikleri konusu henüz tam olarak aydınlatılmamıştır. Ama en azından son zamanlarda Girit üzerine yayınlanmış bir genetik çalışmaya göre (Differential Y-chromosome Anatolian Influences on the Greek and Cretan Neolithic), Yunanistan’ın neolitik yerleşimlerinden alınan örnekler Balkanlara yakınlık gösterirken, Girit’ten alınanlar Anadolu’nun İç ve Akdeniz bölgelerine yakınlık göstermektedir. Yine bu çalışmaya göre, benzer bir ayrılma ekmek buğdayında da görülmektedir. <i>Triticum aestivum</i> Neolitik Anadolu Girit ve güney İtalya’da gözükürken, Neolitik Yunanistan’da yoktur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Minoslular, Yunanlılar gelene kadar Ege bölgesinin göze çarpan topluluklarındandır. Kurdukları uygarlık kesinlikle bu bölgenin 3. ve 2. binyıllarda öne çıkan tek uygarlığıdır. Batı Anadolu’da bir şeyler vardıysa da (örneğin Truva veya Troya gibi), bunlar Minos kadar parlak değildir. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Bu dönemin etnik coğrafyasını belirlemek, elde yeterli kaynaklar olmadan çok zordur. ‘Bu bizden şu onlardan veya bu Yunan kökenli şu Anadolu kökenli’ şeklinde bir yaklaşım son derece yanlış olacaktır. Her ne kadar etnik kimlikleri biyolojik bağlantılar üzerine inşa ederken binlerce yıl öncesine götürme eğilimindeysek de, etnik kimlikler veya köken söylemleri her zaman kendi dönemlerinde, kendi zamanlarında anlamlı olacak şekilde oluşturulmakta, inşa edilmektedir. Eğer bu dönemin gerçek etnik tablosuna ulaşmak istiyorsak veya bir gün böyle bir şans yakalarsak, muhtemelen bizim bugün basitleştirdiğimizden çok daha karmaşık bir görüntüyle karşılaşacağızdır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Luviler ibaresi aslında daha ziyade bir dile atıfta bulunmaktadır. Yunanistan’dan neredeyse Suriye’ye kadar yayılmış bir dil Luvi dil bölgesinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Tabii ki bu Luvi dilleri bölgesinde herkes aynı dili, daha doğrusu diyalekti konuşmamış olabilir; ne de hepsinin kendisini aynı etnik gruptan görmüş olduklarını düşünmeliyiz. Üstelik Ege denizine ve hatta Yunanistan ile Girit’e yayıldıklarını da kabul edersek, o zaman bunları orijinal Anadolular olarak görmek de pek doğru değildir; ki kanımca bu dönemi de kapsayacak bir Anadolular söylemi icat etmek, daha çok bugünün arzu ve taleplerini yansıtan bu tarihsel kurguyu geçmişe yansıtmak, eldeki bulgular ışığında anlamsız olduğu kadar yanlıştır da. Ama Luvi dilleri konuşan topluluklar (ve ayrıca aynı dil ailesine ait olan Pala ve Hitit dilleri konuşanlar) bu bölgenin bilinen en eski gruplardır. Daha öncesi elbette vardır ama bunları ancak geride bıraktıkları maddi kültürel izlerden yola çıkarak sınıflandırabiliyoruz ki, bu da haliyle bizi Luvilerin durumundan bile daha belirsiz bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır.</div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-38670027649103245412011-02-22T09:57:00.005+02:002013-02-08T07:59:27.394+02:00Luwians: the first inhabitants of western Anatolia and possibly the Aegean region<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">Türkçesi <a href="http://tarihdeniz.blogspot.com/2011/02/luviler-bat-anadolunun-ve-muhtemelen-de.html">Luviler. Batı Anadolu'nun ve muhtemelen Ege Denizi bölgesinin ilk sakinleri</a> </span><br />
<br />
<span lang="EN-US">The Hellenes were certainly neither the first Anatolians nor the first group in the region. Even when one limits the issue with the coast of western Anatolia, we know that the place they came to and settled down later was not empty. In fact, the discourse of Anatolians versus Hellenes owes its existence to this information. We also have an idea, to a certain extent, about how to name these groups that were in this region right before the Greeks. They go by the name Luwians. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">It seems that the Luwians had settled in this land, region, before the Greeks did. Of course, one needs to ask which Hellenes these were. Are we talking here about only the Ionians, Dorians and Aeolians or are we going as far back as the first Greeks, those who we today call Mycenaeans but they appear as Ahhiyawans, Argives, Achaeans and Danaois in history? However, in both cases, one comes across the Indo-European speaking groups as one of the oldest groups in this area; and the Luwians are not alone, either. The Anatolian branch to which they belonged has other branches named Palaic and Hittitian. The Palaians were in the northwestern section of Anatolia, close to the Black Sea, a region called Paphlagonia, whereas the Hittites were in Central Anatolia. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihyphenhyphen7Jq18wiIifQzI6edcUkDYJMT8K-f_VNrQTIZLsCo5tT-vypAwR7xV8cHdxQxoOPsPhrbBvpCmPYxx9MiCkgy7HEI-syxj8xc_qNnLe4WeY07hwxK9zhJMUUrNpu_FOXZ_2Rew9SoeI/s1600/P1010008.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="246" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihyphenhyphen7Jq18wiIifQzI6edcUkDYJMT8K-f_VNrQTIZLsCo5tT-vypAwR7xV8cHdxQxoOPsPhrbBvpCmPYxx9MiCkgy7HEI-syxj8xc_qNnLe4WeY07hwxK9zhJMUUrNpu_FOXZ_2Rew9SoeI/s320/P1010008.JPG" width="320" /></a></div>
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">We do not know what languages were being spoken in Anatolia before the Luwians and their other linguistic relatives and in which language family this pre-Indo-European stratum should be considered. In fact, since the Anatolian is the first branch of the Indo-European language family separated from it, it may be difficult to place the Anatolian languages that preceded this sub-family within one of today’s widespread language families. However, we know this: there have been people living in this land since the Paleolithic. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US"> </span>Since <span lang="EN-US">various dates are given </span>f<span lang="EN-US">or the arrival time of the Luwians, usually between 3000s and 2000s (and there are also those who see a connection between these groups, the Indo-Europeans, and the site of Demircihöyük in northwestern Turkey) and since the beginning of the Neolithic in Anatolia goes back much further than this, it is not difficult to say there were others in Anatolia, but it is difficult to say what languages these ‘others’ living here were speaking. For example, we know that there were Hattians, those who gave their name to the Hittites, and according to an argument still debated, they spoke a language placed by today’s researchers within the language family of Caucasus, the same family that includes the present day Circassian languages. Since it is an older language family (according to some, though there are those who disagree), this argument seems plausible; but then there might have been some other language or languages that did not leave any trace and therefore we do not know anything about them. To sum it up, since we do not have much to go on with, reaching definite conclusions does not seem possible, at least for now. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">Restricting ourselves with the region of western Anatolia for now, yes, we do see the Luwians in this area before the arrival of Greeks. However, before losing ourselves in more details, we need to explain what we mean by the term western Anatolia, how we define it, and whether or not this term is sufficient by itself to help create an historical discourse that makes sense. If we define western Anatolia in terms of how it is understood today, we may be distorting, whether intentionally or not, the past of this particular region right from the beginning. We either need to discard the concept of western Anatolia and find another one more comprehensive for our purpose, such as the Aegean region, or we will handle this geographical area, the Western Anatolia, with its natural extension, that is, the Aegean Sea. We cannot apply today’s political borders and ethnic geography to the past; this would lead to the historical distortion mentioned above. Therefore, one needs to take up the history of the Western Anatolia with its natural extension that obviously politically and culturally existed at that time, namely, the Aegean Sea and its opposite coast, the Greek mainland. For, regardless of how we may approach this subject, a mutually formed world, a net of relations, connections, is obviously the case during this period. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">Now, if we return to our original subject, before the first Greeks, the groups speaking Luwian languages had already settled down in at least along the western section of the Aegean region and possibly the Greek mainland as well. It is possible that there were groups who spoke different languages, but the historical sources do not say anything about them. In fact, the same sources are very much silent with regard to the Luwians, too. Therefore, beyond a certain point, the past of this region is without ethnic identities. Nevertheless, there is an important civilization in this region during this time, even though we have no information on the language they spoke: the civilization we today call the Minoans. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">The issue of from where the Minoans came to Crete, a Greek island to the south of the Aegean Sea, has not been resolved yet. But at least according to a recent genetic study done on Crete (Differential Y-chromosome Anatolian Influences on the Greek and Cretan Neolithic), whereas the samples coming from the neolithic sites of the Greek mainland show genetic affinity with the Balkans, the Cretan ones show affinity with the Central and Mediterranean regions of Anatolia. Moreover, again according to this study, one observes a similar separation in the case of the bread wheat as well. While one sees Triticum aestivum in the Neolithic Anatolia, Crete and Southern Italia, the same is not the case in the Neolithic mainland Greece. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">The Minoans were one of the politically and perhaps culturally dominant groups of the Aegean region until the Greeks. The civilization they founded was definitely this region’s single most conspicuous civilization during the 3<sup>rd</sup> and 2<sup>nd</sup> millennia. If there was anything in the western Anatolia section (for example such as Troya), these were not as radiant as the Minoan civilization. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">It is very difficult to determine the ethnic geography of this period without sufficient resources. We may approach the issue as ‘those are from us, the others are from them or those are Greek descendants, and these are Anatolian’, but not without serious methodological problems. Although we tend to extend the ethnic identities with which we define ourselves today back thousands of years in the process of building them on certain biological connections that we consider correct, the ethnic identities or origin discourses are always formed in such a way as to make sense in their own times. If we want to get to the true ethnic picture of this period or if we ever get lucky enough one day to get to such a picture, we will most probably come across a much more complex and different sight than our presently too simplified version. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">The term Luwian actually refers to a language or rather a sub-branch, one that extended from Greece all the way to nearly Syria; perhaps a Luwian linguistic region would be an apt term for this area. This of course does not mean that everyone in this region spoke the same language or rather the dialect; nor should we assume that they all considered themselves in the same ethnic group. Furthermore, if we accept that the Luwian speakers spread out to the Aegean sea and even mainland Greece and Crete, then it would not be right to see them as the original Anatolians, either. In fact, I believe, inventing a discourse of Anatolians that will cover this period as well and extending this historical construction, which rather reflects today’s wishes and demands, to the past, is, judging from the present findings, absurd as well as wrong. Nevertheless, the Luwian speaking groups (and those Palaic- and Hittite-speaking groups from the same language family, too) are the oldest groups we know of from this region. There are of course those who came before them, whether or not they spoke Indo-European languages, but we can only talk about insofar as the material remains they left behind and this presents a situation even more ambiguous than that we encounter in the case of the Luwian speaking groups. </span></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-7613507667547320052011-02-04T17:43:00.002+02:002013-02-08T08:00:13.318+02:00Anadolu Tarihi Yazımında Yunan/Helen Sorunu<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiapA5fZGOhyUbebTfzjPRSt-MNRm-P762Hrp7u1rBU50Tg0O_dwrX42ganIu33OvWXyBKNFxbh0MB7V0qMugsFbRHCisFkWeg0DoChvgRn7lZx5CKxp9FFVMOTCQtmLafzAFBrBpzhJY/s1600/hoplite1qn6.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="258" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiapA5fZGOhyUbebTfzjPRSt-MNRm-P762Hrp7u1rBU50Tg0O_dwrX42ganIu33OvWXyBKNFxbh0MB7V0qMugsFbRHCisFkWeg0DoChvgRn7lZx5CKxp9FFVMOTCQtmLafzAFBrBpzhJY/s320/hoplite1qn6.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
For English version see <a href="http://tarihdeniz.blogspot.com/2011/02/greek-or-hellenic-problem-in-writing-of.html">Greek or Hellenic problem in writing an Anatolian history</a> <br />
<br />
Herhangi bir Anadolu tarihi projesinin karşısındaki en önemli engellerden biri, belki de en önemlisi, Anadolu’nun geçmişindeki toplulukların bugünkü topluluklarla, daha doğrusu etnik gruplarla olan bağlantılarıdır. Genelde bu bölgeye hâkim milliyetçi eğilim, bu bağlantıları nasıl değerlendirmesi gerektiğini açıkçası çözememektedir. Özellikle Türklerin Yunanlıları, Yunanlıların da Türkleri tarihlerine eklemeleri, tarihleriyle bütünleştirmeleri her iki tarafın da henüz başaramadığı bir konudur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Anadolu tarihiyle ve daha doğrusu benim daha geniş bir perspektiften bakmaya çalıştığım bölgenin, kabaca Ege, Anadolu ve kuzey Mezopotamya bölgesinin tarihiyle uğraşan biri bu bölgenin en azından Ege tarafında Yunanlılarla ya da Helenlerle karşılaşmak ve yüzleşmek zorundadır. MÖ 1500’lerden itibaren bu bölgede görülür hale gelen Helen/Yunan dilleri konuşan toplulukların ve bunların ortaya çıkardığı veya paylaştığı çeşitli kültür ve medeniyetlerin bir şekilde bu bölgenin tarihine yerleştirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde ortaya bugünün etnik sürtüşmelerini yansıtan çarpık bir tarih çıkacaktır. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Özellikle bir Türkiyelilik temeli üzerinde biçimlendirilmek isteniyorsa böyle bir tarihçilik, Türkiyeliler olarak adlandırılan, adlandırılmak istenen topluluğun tüm kültürel ve etnik köklerinin içermek gereklidir. Bu durumda günümüzde sıkça rastlanan soydaşlık söylemi de, Türk kökenlileri soydaş olarak gördüğü kadar, diğer kökenlileri de, bu durumda örneğin Yunanlıları da, soydaş olarak görmelidir; öyle ki, böylece Türkiyelilik ayakları yere basan bir söyleme dönüşsün, birleştiricilik işlevini yerine getirebilsin.</div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Oysa Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, özellikle Halikarnas Balıkçısı ve Mavi Anadolucuların yazılarında net bir şekilde görüldüğü gibi, bunun tam tersi bir yol izlenmiş, bir Anadolular söylemi yerleştirilerek, Yunanlılar (diğerlerine ek olarak) Anadolu tarihinin dışına atılmış, Anadolu karşıtları olarak gösterilmiştir. Ama geçmişe gidildiğinde çok daha farklı bir durum söz konusudur. Batı Anadolu kıyıları belli ve uzun bir dönem boyunca Helen dilleri konuşan grupların baskın rolde olduğu kültürel bir yaşamın etkisi altında kalmıştır. Helenler gelene kadar burada yaşayan topluluklar, Helenlerin gelmesiyle birlikte çeşitli karşılıklı ilişkilere girerek var olan kültürel dokunun değişmesine, dönüşmesine yol açmıştır. Ortaya çıkan durum her ne kadar tamamen Helenlere atfedilemezse de, bunun tersi de doğru değildir; ne de bir Helen istilası. Helenler burada onlardan önce yaşayanlarla birlikte buranın yeni kültürel dokusunu oluşturmuş ve bu doku zaman içinde içindeki en baskın unsurun (bu baskınlık çeşitli koşullardan ötürü ortaya çıkabilir; siyasi, ekonomik, kültürel, dilsel vb) adıyla anılır olmuştur. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Diğer yandan, örneğin tunç çağı ve/veya antik çağ Helen, hatta Ege, kültürel dokusunu doğrudan bugün var olan ve aynı isimle anılan modern kültürel ve etnik dokuyla ilişkilendirmek veya ikinciyi birincinin değişmeden gelmiş sonucu olarak görmek de doğru değildir. Bu ikisi arasında büyük farklar vardır ki, daha önce belirttiğim gibi, bugünün Helenleri/Yunanlıları birçok açıdan bugünün Türklerine veya Türkiyelilerine, geçmişin Helenlerinden daha benzerdir; her ne kadar bu, iki tarafın da hoş karşılayacağı bir iddia değilse de. Ama bunun aksini söylemek de mümkün değildir. En azından dini inançlar bakımından bile bu ikisi geçmişteki topluluklara olan benzerliklerinden çok daha benzerdir birbirine. Bununla beraber her iki tarafın bugün üzerinde yaşadıkları toprakların, etnik bağlantı, söylem ve mitler bir yana, ortak geçmişini oluşturur bu eski Helenler … ve elbette eski Anadolular. </div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
Sonuç olarak, geçmişe belli bir mesafeyle yaklaşmak gerekmektedir. Köken arayışı farklı geçmişlerin birbirinden ayrılmasını gerektirmektedir. Bundan birkaç bin, hatta birkaç yüzyıl önce yaşamış topluluklarla kurulması arzulanan bağlantıların, bugün insanların yakın akrabaları ve beraber yaşadıklarıyla (en fazla dört kuşaklık bir grup) kurduklarından çok farklı olmak zorundadır. Bu mesafe korunmadığı takdirde, geçmişin bu insanlarını bir anda bugünün insanlarına benzetmek kaçınılmazdır. Oysa bunlar farklı insanlardır ve belki de şu anda karşılaşsak, ilişkiye girmekten hoşlanmayacağımız kadar farklıdırlar. Mesafe koymanın burada devreye girmesi gerekiyor. Bu insanlar yaşadığımız toprakların geçmişini oluşturmaktadır; yoksa bizim şu anda yaşarken duygularımız aracılığıyla hissettiğimiz, kurduğumuz, varlığımızı devam ettirmek için ihtiyaç duyduğumuz geçmişi değil. Burada söylenmeye çalışılan elbette duyguların bir kenara bırakılması değildir. Sonuçta bizi bu çok eski geçmişe götüren de duygularımız, bir şeylere karşı bir şeyler hissetmemizdir ama burada bu bir şeylerin ne olduğunu ve bunlara karşı hissedilen duyguların daha farklı duygular olduklarını görmemiz gerekmektedir. Bulunduğumuz yerin bize hissettirdiklerinden yola çıkarak ortaya çıkardığımız geçmiş, belli bir kültürel ortamı paylaştığımız insanlarla birlikte yaşadığımız şimdinin hissettirdiklerinin yol açtığı geçmişten farklı olmak zorundadır. </div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com24tag:blogger.com,1999:blog-8379535563312261399.post-26378869026977307262011-02-04T09:38:00.006+02:002013-02-08T08:00:42.831+02:00The Greek or Hellenic Problem in Writing an Anatolian History<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg24kseDvEwcaB7GErMPIhDLxvE6PxS7MlRtOJkb8T6wVAVKwQR3bvdny3uB7LofU31eVJJnqk5M6SVAR2qawUL3mvOvoYpsRQiRqGRxRrbFYotLoddQdIAVeY7QAXRXZ14TEHp8Spr3oQ/s1600/hoplite1qn6.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="258" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg24kseDvEwcaB7GErMPIhDLxvE6PxS7MlRtOJkb8T6wVAVKwQR3bvdny3uB7LofU31eVJJnqk5M6SVAR2qawUL3mvOvoYpsRQiRqGRxRrbFYotLoddQdIAVeY7QAXRXZ14TEHp8Spr3oQ/s320/hoplite1qn6.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
Türkçe için <a href="http://tarihdeniz.blogspot.com/2011/02/anadolu-tarihi-yazmnda-yunanhelen.html">Anadolu tarihi yazımında Yunan/Helen sorunu</a><br />
<br />
<span lang="EN-US">One of the most important obstacles facing any Anatolian history project, perhaps the most important one, is the connections the past Anatolian groups have with the present day Anatolian groups or rather ethnic groups. The nationalist perspective that seems to be controlling the general frame of mind in the area does not seem to have the ability to deal with these connections without favoring one ethnic group over another. Especially integrating the Greeks into the history of Turkey and the Turks into the history of Greece has not been achieved so far. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">Anyone who works on the history of Anatolia or rather the combined regions of the Aegean, Anatolia and the northern Mesopotamia, which I believe makes more sense historically, will have to come across and face, at least in the Aegean side of this region, the Hellenes or Greeks. It is inevitable that one will have to deal with the task of placing the speakers of Hellenic or Greek languages who had started becoming visible in this area in 1500s BC, and the various cultures and civilizations they created or shared, into the history of the region. (By “the history of the region” I mean mainly the Turkish version of this history, since this post about how the Turkish side approaches this history.) Otherwise, what will appear cannot be anything other than some form of historical distortion reflecting today’s ethnic aspirations.</span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">It is especially true that when this kind of history is defined as the history of those from Turkey, then it is a must that it includes every cultural and ethnic group that is and was from Turkey. In this case, if the discourse of coming-from-the-same-racial-root (<i>soydaşlık</i>), quite common especially in Turkey, is to have any validity, then it should include those from the other racial roots, for example Greeks, as much the “ethnic” Turks, since the concept of those-from-Turkey, <i>Türkiyeli</i>, should include every cultural/ethnic/racial root Turkey contains. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">Be that as it may, the trend has been in the opposite direction since the first years of the Republic. For example, one can see in the writings of the Fisherman of Halicarnassus, Cevat Şakir Kabaağaçlı, and the Blue Anatolianists that a discourse of Anatolians was already established very early on. One of the most conspicuous, perhaps the leading theme, attributes of this historical discourse was the portrayal of the Greeks (in addition to the others) as anti-Anatolians and their exclusion from the Anatolian history. However, when one goes back in time a very different picture appears. There is a strong Hellenic presence along the western Anatolian shores for a long time both in linguistic and cultural terms. The groups who had been living here until the speakers of Hellenic languages arrived would enter various mutual relations with these new arrivals, and this would eventually lead to changes and transformations in the existing cultural fabric. Even though one cannot attribute what eventually appeared in this region only to the influence of the newcomers, claiming the opposite would not be correct, either; nor a Hellenic or Greek invasion. The newcomers would eventually interact with those who were already there before Greeks arrived and form a new cultural fabric together; and this fabric would in time be associated with the name of its most dominant element (this dominance can result from various conditions; political, economic, cultural, linguistic and etc.). </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">On the other hand, it would not be correct to link the Bronze Age or ancient Hellenic cultural fabric, or perhaps even or rather the Aegean one, directly to the modern cultural and ethnic entity that exists today with the same name, that is, to see the second one as the direct continuation of the first one. There are big differences between these two; in fact, as mentioned before, today’s Hellenes/Greeks are more similar to today’s Turks or those from Turkey in many ways than the Hellenes of the past. Although most on either side would not like this argument, nevertheless, making the opposite claim is not possible, either. For example, anyone would agree that at least in the area of religious beliefs, these two are much more similar to each other than to their assumed ancestors. Yet, these ancient Hellenes, and the ancient Anatolians for that matter, not taking into consideration the ethnic connections, discourses and myths attached to them, form the common past of this land that both sides share today. </span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<br /></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 150%; text-align: justify;">
<span lang="EN-US">In conclusion, one should approach the past by making sure that a certain distance is kept with it. The search for one’s roots should be carried by realizing that there are different forms of pasts one need to differentiate and kept apart from each other. The links one desires to form with the groups that lived a few thousands of years, in fact even as close as a few hundreds of years in some cases, need be very different from those formed with one’s close relatives and those one lives with (at most a four-generation deep group is the case here). If a certain distance is not kept then it will be inevitable that the people who lived in the past are treated not any different from those living today. But these two are actually very different from each other and in fact, if we were to meet them face to face now, it is very likely that we will really not enjoy their company. The task of keeping our distance needs to enter the picture right at this point. These people make up the deep or far past of the land on which we currently live; not the past that we feel and form through our first-hand experiences and need in order to continue existing as we are right now. What is meant here is not really that we should give up our feelings. In fact, it is the very same feelings that bring us this very old past and let us have experiences that eventually lead to forming historical discourses through which we give meaning to our places. However, here we also need to see what this not directly experienced past is and what one feels towards it is based on different kind of feelings. The past we create through interaction with the place where we currently live needs be different from the past that we collectively create through interaction with a certain cultural setting that we now share with the people with whom we live together. </span></div>
timuçin binderhttp://www.blogger.com/profile/01807251874605587938noreply@blogger.com4