Anadolu Tarihçiliğine Dair Sorular III:
Anadolu terimiyle yüzleşilme zorunluluğu, eğer farklı bir tarih isteniyorsa...

Bugünkü Anadolu’yu ortaya çıkaran süreçleri anlamaya çalışabiliriz ama bu bizi çok fazla geriye götürmeyecektir. Eğer bugünkü Anadolu’dan yola çıkarsak, hangi argümana dayanarak geçmiş medeniyetleri böyle bir geçmişin parçası yapabiliriz? Örneğin Romalılar ya da İyonlarla bugünün Anadolu’su arasında, bunları övünme sebeplerine dönüştürme dışında nasıl bir ilişki kurulabilir? “Biz bu insanların torunlarıyız” demenin, bu genetik açıdan doğru bile olsa, anlamı nedir? Acaba İyonlar bizi torunları olarak kabul ederler miydi? Böyle bir ilişki kurulmak zorunda mı?

Muhtemelen çok daha günlük yaşam unsurları açısından bakıldığında bir süreklilik görülebilir ama buna ek olarak, büyük süreklilikler dışında, büyük kopmalar daha etkili olmuş da olabilir. Bazı tarihçiler bu tür bir ilişki kurmanın tehlikeli olduğunu, tarihi bu tür duygulardan arındırmamız gerektiğini de söyleyebilir. Nitekim söylenmiş ve hâlâ da söyleniyor. Ama diğer yandan, geçmişe bakarken insanların duygulandıklarını, duygularını da kullandıklarını görüyoruz ki, insanın, çevresiyle ilişki kurmak için buna ihtiyacı olduğunu söyleyen araştırmacılar da var. Bir orta nokta bulmak herhalde mümkün.

Ulusalcı yaklaşım daha çok ırk üzerinden giden bir yaklaşım; önemli alan genellikle belli bir insan topluluğunun devam ettiğini göstermek. Bu açıdan yaklaşıldığında, geçmişte çok büyük kopmaların olduğunu ve dolayısıyla böyle bir ilişki kurmanın neredeyse olanaksız olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu büyük kopmalara rağmen, bugün benimsemiş olduğumuz kimliklerin başlangıçlarının bir şekilde geçmişte olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü büyük veya küçük kopmalar açısından baktığımızda bile, bu kopmaları yaratan koşulların öykülerini anlamak ve yazmak için geçmişe bakmamız gerekmektedir. Yani bugünkü durumumuz bir süreklilikten çok aslında bir kopmalar, kopuşlar zincirinin sonucudur ve bunun öyküsü, eğer bu öyküyü veya öyküleri anlamaya ihtiyaç duyuyorsak, geçmiştedir. Sanırım tarih, kopmalar şeklinde de yazılabilir. Örneğin tek tanrılı dinlerin ortaya çıkış ve yayılması büyük bir kopuştur. Bunun anlamak istiyorsak, o zaman geçmişi eşeleyeceğiz. Ya da medeni yaşam tarzına niye geçtiğimizi anlamak istiyorsak, o zaman da geçmişi eşeleyeceğiz. Ya da dillerin nasıl değiştiklerini görmek istiyorsak, o zaman da geçmişe bakacağız.

Tüm bunlar iyi de, bunun çerçevesi ne olacak? Yani bu tür kültürel değişimlerin sınırlarını nasıl belirleyeceğiz. Bölgemizi nasıl seçeceğiz? Sonuçta bugünün Anadolu’sundan yola çıkmak zorundayız. Çünkü biz burada yaşıyoruz ve ilk önce bu bölgenin geçmişini eşelemek istiyoruz. Ama bu bölgenin illâki Türkiye’yle sınırlı olması gerekmiyor ki, zaten olmaz da. Eğer Ege medeniyetini anlamak istiyorsak, bunu ikiye bölemeyiz. Aynı şekilde Güneydoğu Anadolu’da iki parçaya bölünemez. Aksi takdirde, garip bir geçmiş belirecektir önümüzde. Muhtemelen gidebileceğimiz en eski döneme gidip ilk kültürel habitatları belirlemeye çalışacağız ve buradan günümüze doğru gelmeye çalışacağız. Tabii burada bu ilk noktanın ne olacağı sorusuyla karşılaşabiliriz.

Ne kadar geriye gidersek gidelim, seçeceğimiz nokta eninde sonunda öznel bir tercihe dayanacak. Bundan kurtulmamız mümkün değil. Palaeolitik, yani Yontma Taş Çağı’na kadar geriye gidebiliriz. Ya da belki Buzul Çağı’nın sonunu başlangıç noktası olarak tercih edebiliriz. Yazının başlangıcını tarihin de başlangıcı kabul edecek olursak, epey şey kaçırabiliriz. O yüzden bence bu iyi bir tercih değil. Arkeologların üst palaeolitik olarak kurguladıkları dönem nispeten uygun gözüküyor böyle bir tercih için. Ya da başlangıç genetik verilere dayanabilir. Anadolu’daki ilk insan gruplarını bu şekilde tercih edebiliriz. Paleolitik Anadolu da zengin bir geçmiş sunmuyor; elimizdeki veriler, en azından şimdilik, bu dönemin Anadolu’da zayıf geçtiğini gösteriyor.

Buzul çağının sona ermesiyle bu durum değişmeye başlıyor. İlk yerleşik kültürlerin belirdiği bu dönemde, artık bazı sınırlar da çizmeye başlayabiliyoruz. Örneğin güneydoğu Anadolu ve Orta Anadolu’da yavaş yavaş yerleşik insan grupları görmeye başlıyoruz. Bir süre sonra kuzeydoğu Anadolu ve Kafkasya şeklinde bir kültürel bölge daha beliriyor. Ardından tabii Batı Anadolu ve Marmara geliyor. Bu ilk habitatların hepsi bugünkü Anadolu’nun sınırlarının dışına taşıyor. Dolayısıyla, “bizim” geçmişimizin öyküsü de bu sınırların dışına taşmak zorunda. Neredeyse hep Anadolu’nun içinde kalmış tek bir kültürel bölge var: İç Anadolu. Bunun dışında böyle başka bir bölge neredeyse yok. Bu yüzden Anadolu’nun geçmişini herhalde boyutları değişen bir ilişkiler ağı şeklinde düşünmek daha uygun. Tek bir Anadolu yerine, bu ilişkiler ağının belli bir noktası şeklinde bir Anadolu düşünmek daha yerinde olabilir. Böylece bağlamların tarih boyunca nasıl değiştikleri daha net bir şekilde görülebilir. Tabii böylece Anadolu insanı kavramı da yerini çeşitli Anadolu insanlarına bırakacaktır. Ama zaten Anadolu insanı kavramı da, bu veya şu etnik grubun insanı kavramından pek farklı bir şey değil. Kendisini böyle gören bir gruptan bahsedilebilir ama geçmişi diğerleri kadar kurgusal böyle bir insan tipi üzerinden anlatmak bence ulusalcılığın başka bir şekli.


Yorumlar

  1. Acaba İyonlar bizi torunları olarak kabul ederler miydi?

    Bunun bir ehemmiyeti var mı? İyonyalıların bizim için ne düşüneceklerinin, böyle birşey mümkün bile olsaydı, pek bir kıymet-i harbiyesinin olmayacağını düşünüyorum. Genetik ve kültürel devamlılıklar mümkün olduğunca objektif bir şekilde tedkik edilmeli, İyonyalıların bizimle alakalı yapacakları değerlendirmeler kuvvetle muhtemel epey sübjektif olacaktı (gerçi içlerinden filozof olanlarının nisbeten daha objektif değerlendirmeler yapması mümkün).

    Bugün genetik çalışmalar sayesinde genetik menşe mevzularında epey bir objektivite ve bilimsellik yakalanmış halde, ama aynı şeyi kültür araştırmaları için söyleyemeyeceğim zira orada bilimden ziyade beşeriyatlara (humanities'in en doğru tercemesi bu herhalde) başvuruluyor (maalesef kaçınılmaz bir şekilde).

    YanıtlaSil
  2. Elbette önemi var. Çünkü çoğu kez veya neredeyse her zaman geçmiş hakkındaki yargılarımızı o dönemde yaşamış insanları düşünmeden oluşturuyoruz. Bir anda kendimizi onların torunları ilan ediyoruz. Oysa bu çift taraflı bir ilişkidir. Tek taraflı oluşturulamaz. Tek taraflı ancak o kişilerle genetik akrabalık ya da biyolojik bağ olduğu iddia edilebilir.

    Hem genetik hem kültürel süreklilikler nesnel veya tarafsız bir şekilde tetkik edilemez. Günlerdir ya da aylardır bu iddiayı sürdürüyorsun ama nasıl yapılacağını göstermiş değilsin. Her araştırmacının araştırmadan önce belli duygu ve düşünceleri ve de projesiyle ilgili varsayımları vardır. Bunun dışına çıkan bir araştırmacı henüz görmedim; duymadım.

    İyonyalıların bizle ilgili yapacakları değerlendirmeler elbette öznel olurdu; tıpkı bizim onlar hakkında yaptığımız değerlendirmeler gibi.

    Genetik çalışmalar köken meselelerinde hiç de nesnellik yakalamış değiller. Bilimsellik olabilir. Hangi genetik çalışma bu dünyadaki herhangi bir ulusun kökenlerini eksiksiz ve/veya doğru ve de nesnel bir şekilde açıklayabileceğini ileri sürüyor, merak ettim. Hemen heyecanlanmadan cümleyi tekrar okumanı isteyeceğim. Örneğin bugün Türk ulusu olarak adlandırılan, resmi görüşün aynı kimlik altında toplamaya çalıştığı veya gördüğü Türkiye “halkı”nın kökeni konusunda genetik çalışmalar ne diyor? Dikkatini çekerim, bu insanların nereden geldikleri hakkında demiyorum, kökeni hakkında diyorum.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  4. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  5. Genetik çalışmalar köken meselelerinde hiç de nesnellik yakalamış değiller.

    Şüphecilik ve ihtiyatçılıkta fayda var, ama belli bir balansı muhafaza etmek şartıyla. Mesela, birçok genetik çalışma devamlı olarak aynı şeye işaret ediyorsa, çıkan neticeyi inkar etmek bizi gülünç hale düşürebilir. Elbette genetik biliminin bugün sınırları var, yarın da olacaktır, birçok şeye bugün cevap verilebilmiş değil, ama bu genetik biliminin menşe (köken) meselelerinde hiç de objektif olmadığını göstermez; birçok meselede hayli yol katedildi, ama tabii birçok şeyse hala yoruma açık. Yoruma açıklık bilimin objektiviteden uzak olduğunu göstermez, sadece sınırlı olduğunu gösterir.

    Örneğin bugün Türk ulusu olarak adlandırılan, resmi görüşün aynı kimlik altında toplamaya çalıştığı veya gördüğü Türkiye “halkı”nın kökeni konusunda genetik çalışmalar ne diyor? Dikkatini çekerim, bu insanların nereden geldikleri hakkında demiyorum, kökeni hakkında diyorum.

    Güzel soru. Maalesef Türkiye halkı ya da halkları üzerinde tatmin edici mikdarda genetik çalışma henüz yapılmış değil. Genetikçi Ömer Gökçümen'den öğrendiğim kadarıyla, Türkiye devletinin resmi otoriteleri de bu mevzularda devlet ideolojisi sebebiyle engeller çıkarıyormuş ve birçok genetik çalışmaya izin vermiyormuş (YouTube'u sansürleyen bir devletten ne beklenir ki?), bir de tabii maddi imkansızlıklar ve kafi mikdarda zaman ve ehil eleman bulamama faktörleri varmış. O yüzden şimdilik elimizde olanla yetineceğiz, ama o da kafi mikdarda bilgi ihtiva etmediğinden sadece kaba hatları görebiliyoruz. Rumuzu olmayan (adsız) yorumculardan biriyle yazışmalarımda bu mevzulara temas ettiğim için tekrar oralara girmek istemiyorum, bu nedenle yazışmaların linkini vermekle yetineceğim:

    http://tarihdeniz.blogspot.com/2010/07/anadolu-tarihine-dair-sorular-ii.html

    Oradaki fikirlerime cevap yazacaksan, aynı thread üzerinden de yazabilirsin.

    YanıtlaSil
  6. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  7. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  8. Bir anda kendimizi onların torunları ilan ediyoruz. Oysa bu çift taraflı bir ilişkidir. Tek taraflı oluşturulamaz.

    Bu fikrine de katılmıyorum. Akrabalık bilimsel olarak isbatlandıktan sonra torunlarıyızdır, nokta. Onların bizi torun olarak kabul edip etmeyeceği tekrar dirilmeleri mümkün olmadığından esasında abes bir mevzudur.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder