Medeniyet, Din ve İnsanın Sınırları

Bu noktaya kadar dinin biyolojik, yani bilişsel (insanın zekâsal faaliyetleri) temeli olduğu konusundan bahsettik. Aynı şekilde medeniyet dediğimiz gelişimin de, insanın kontrolü dışındaki özelliklerinden dolayı ortaya çıktığını savunduk. O zaman, bu iki tartışmadan yola çıkarak, insanın kendisiyle ilgili gelişim üzerinde hiçbir rolü ve seçimi olmadığını mı savunacağız? Tabii ki hayır. İnsanın en önemli özelliklerinden biri seçim yapan, fiziksel ve düşünsel gerçek veya olgulardan oluşturduğu çevresinden sadece bazı şeyleri isteyen, yani sonuçta arzulayan bir varlık olmasıdır.

İnsan hem çevresini hem de kendisini şekillendiren bir canlıdır ve bununla da yetinmeyip, bu şekillendirmelere çeşitli anlamlar atfeder. İşte bu anlamlandırmalar açısından baktığımızda, insan, ortaya çıkan temsil etmeler ve anlatılar açısından tamamen bağımsızdır. Bu anlamlandırmaların belli sınırlar içinde ortaya çıktığı, yani insanın ancak belli sınırlar içinde kalarak çevresindeki şeyleri anlamlandırabildiği iddia edilebilir. Doğrudur; matematik sayesinde dörtten fazla boyutun var olduğunu veya var olabileceğini bilmemize rağmen, beş veya daha fazla boyutlu anlamlandırmalar üretmemiz, şu an için mümkün gözükmemektedir. Ayrıca boyutsuz anlamlandırmalar (örneğin hiçlik) yapmamız da mümkün değildir. En azından böyle bir alışkanlığımızın olmadığını düşünebiliriz ve bu sınırları aşmaya kalkıştığımızda da ciddi sorunlarla, düşünmeye çalıştığımız şeyi düşünememe durumuyla karşılaşırız.

Bununla beraber insanların büyük kısmı bu sınırlar üzerine düşünmez ve bu sınırları farkında bile değildir. Kuramsal bilimsel araştırmalar ve derin felsefe tartışmaları dışında kaldığımız sürece, günlük yaşantımıza ait deneyimlerimiz dört boyutun üzerinde bir durumu düşünmemizi gerektirmez. Tam tersine, bu deneyimler dörtten fazla boyut olmadığı hissini yerleştirir, pekiştirir. Nitekim kendi evrenimizin, en azından insan algılamasının geçerli olduğu ölçeğinde dörtten fazla boyut söz konusu olmayabilir de; diğer yandan insanlar bu dört boyutlu ölçeğin dışına çıkamıyor, diğer boyutları algılayamıyor olabilir de. Sonuç olarak aslında sınırlarımızı farkında değilizdir. Çünkü bu sınırlar, günlük deneyimlerimiz açısından baktığımızda, bizde sınır hissinin oluşmasını sağlamamaktadır. Deniz de yaşayan bir balık için denizin bittiği yer sınırdır. Bir süre yaşayabilse de, bunun ötesine geçtiğinde yaşamı sona erer. İnsan için bahsettiğimiz sınırlar, bu açıdan bakıldığında farklıdır. Bunlar ötesini algılayabildiğimiz, ötesine geçebildiğimiz türden sınırlar değildir. Bu sınırların öteki tarafı algılarımızın dışındadır, mevcut değildir. Dolayısıyla bunlar bizim için sınır değil, en fazla, başlangıç ve bitiş noktaları veya çizgileridir. Bu çizgilerin ötesinde ne olduğunun bilgisine ulaşamadığımızdan, var olduğumuz dünya ve anlamlandırma faaliyetimiz tamamen bize ait, bizim bilişsel ve isteksel kontrolümüzün altındaymış gibi görünür. Üstelik günlük deneyimlerimizin bizde yarattığı sezgisel etki ve sonuçlardan ötürü, bu sınırların ötesinde hiçbir şey olmadığı düşüncesine sahip olduğumuzdan, bizim için bu çizgilerin ötesinde hiçbir şey yoktur; bunlar her şeyin başladığı ve bittiği çizgilerdir. Bu dünyaya çeşitli açılardan bakılabilmesine ve bakılıyor olmasına rağmen, içinde bulunduğumuz durumdan ötürü sadece kendi bakış açımızdan gördüğümüz dünyayı biliriz; bu durum sadece tek bir bakış açısından bakabilme özelliğimizdir. Fakat sonunda bir şekilde bu çizgilerin ötesinde bir şeyler olabileceğini hissettiğimizde ve hatta saptadığımızda, sınırların öteki tarafındaki bu “dünyaları” en fazla bizi etkileyen yasalar olarak görür ve çoğu zaman da toplumsal faaliyetlerimizi bu yasaların dışında tutarız.

Bu sınırlar bizi çeşitli yönlerden kuşatmıştır. Aynı anda iki farklı birey olamayız. Yani toplumsal bir varlık olmamıza rağmen, bakış açımız veya gözlemlerimiz bireyseldir, tek bir beden tarafından gerçekleştirilir. Bireysel değil toplumsal biçimde var olmamıza rağmen, var olduğumuz dünyaya bireysel bir varlık olarak bakarız. Toplumsallığımız farklı bir boyuttadır ve bu farklılık kendimizi birey olarak algılamamıza neden olur. Gözlemlerimizi yapma açısından baktığımızda bireyizdir, ama bizi biz yapan gözlemlerimiz değil, bunların işlenmiş halidir. Tam bu noktada bir sınır söz konusudur. Sınırın öteki tarafında farklı gözlemler yürüten diğer birey vardır ve biz hiçbir zaman diğer birey açısından bakamayız. Gözlemlerimizin sonucu olan çok bakışlı ortak anlatılar üretebiliriz ama hiçbir zaman çok bakışlı bakamayız. Bu sadece diğer bireyle bağlantılı olarak yaşadığımız bir sorun değildir. Diğer bireylerle iletişimde bulunabilmemize rağmen, bedenlerimizle iletişimde bulunamayız. İnsanın bedeniyle ilgili zaman zaman hissettikleri, bedenin dışarıya gönderdiği sinyallerdir. Beden, alt yapısını oluşturduğu düşünen, seçen, anlamlandıran kişiyle iletişime geçemez; kişi bu dünyayı hissedemez, bu dünyadaki iletişimi algılayamaz. İnsanı insan yapanın temelinde beden olabilir; beden yoksa insan da yoktur. Fakat ortaya çıkan birey sadece bedensel değildir. Aynı beden her seferinde aynı insanı üretmeyeceği gibi, ortaya çıkan fiziksel olamayan yapı, yani diğerlerinden farklı olan ben, bedenimden tamamen bağımsızımdır. Genlerim sınırlarımı belirleyebilir ama bu sınırların arasında ne belireceğini değil. Kaldı ki, beden dediğimiz şey genler değil, genlerin sonucudur. Sonuçta ben dediğimiz bedenden kopuktur, bedenle iletişimde bulunmaz veya genelde bulunmaz. Bir başka “sınır” veya başlangıç ya da bitiş çizgisi de buradadır.

Bu kısa giriş tartışmasının gösterdiği gibi, insan başlangıç ve bitiş çizgileri olarak algıladığı veya anlamlandırdığı sınırlar içinde var olan, bunların arasında faaliyet gösteren bir varlıktır. İnsansal faaliyetimiz bu sınırların dışında var olan bazı unsurlar tarafından belirlenmesine rağmen (örneğin bedenimiz), biz bunlarla iletişime geçemeyiz. Yanlış anlaşılmasın; bu unsurların bilgisine ulaşabiliriz ama iletişime geçemeyiz. Vücudumuz bu unsurlarla geçtiği iletişim sonucu bazı davranışlar geliştirir ama bu, algılayan, seçen ve düşünen biz insanların dışında var olan bir iletişimdir. Yani vücutlarımızda bizim dışımızda var olan ve davranışlarımızı etkileyen bir iletişimin varlığından bahsedilebilir. Kontrolümüz dışındaki bu iletişimin kontrolümüz dışında olduğunu bile algılayamadığımızdan, genelde sadece bizim kontrolümüzde bir dünyada yaşadığımız hissine kapılırız. Bu açıdan baktığımızda iki farklı boyut ortaya çıkar. Bunlardan birincisi hem din hem de medeniyet gibi görüngüleri, belli bir noktadan sonra zorunlu kılan süreçlerin bulunduğu boyuttur. Bizim dışımızda bu boyutta gerçekleşen iletişimden ötürü (vücut ile habitat arasındaki iletişim) din ve medeniyet ortaya çıkar. İkinci boyutsa, din ve medeniyetin içini doldurmamızı, bunları farklı şekillerde kullanmamızı, bunlar üzerine tartışmamızı, kuramlar üretmemizi ve karşı çıkmamızı sağlayan, mümkün kılan iletişimin gerçekleştiği boyuttur. Bu bizim boyutumuzdur ve bu boyuttaki her şey bizim eserimizdir. Örneğin, din gibi dil de bizim dışımızda gerçekleşen iletişimin sonucudur ama dinler gibi diller de bizim ürünümüzdür. Bunlar vücudumuzun da dahil olduğu boyuttaki iletişimin dışındadır. Vücudun habitatla girdiği iletişimin sonucunda din dediğimiz görüngü, dinsel faaliyet belirir ama ne Budizm ne İslam ne de herhangi başka bir din bu iletişimin sonucu olmadığı gibi, bu farklılıkların hiçbiri diğer boyutta anlamlı olabilecek sinyaller de gönderemez. Vücut, birey Budist veya Müslüman olsun aynı tepkiyi verir. Bireyin dini arayış içine girmesi kendi dışındaki süreçlerin sonucu olabilir ve öyledir de, ama Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçmesi veya herhangi bir dini seçmesi kendisinin yarattığı, sorumlu olduğu sürelerin ürünüdür. Sonuç olarak, insanlığımızı veya insansal faaliyetlerimizi çeşitli boyutların oluşturduğu sınırlar arasında gerçekleşen bir görüngü veya süreçler bütün olarak algılamayız.

Not:
Din denen görüngüyü ortaya çıkaran süreçle insanın dinler yaratma faaliyeti arasındaki farklılığı böylece açıkladıktan sonra, konumuza Yakındoğu’da belirmiş dinleri tartışarak devam edeceğiz. Dini farklılık ve değişiklikleri, medeniyetin gelişiminden veya gösterdiği değişiklikten ayırmak mümkün olmadığından, ilk olarak Yakındoğu’da medeniyetin ortaya çıkması konusunu tartışacağız. Gerçekten de bu ikisi arasında, gösterdikleri evrim açısından ve en azından belli bir döneme kadar bir koşutluk söz konusudur. Modern döneme kadar din yaşamın diğer alanlarından ayrılmadığından, belli bir medeniyet düzeyine ulaşmış bir toplumu anlamanın en doğrudan yollarından biri, bu toplumun benimsemiş olduğu dine veya dinlere bakmak olmaktadır. Mevcut bir medeniyette gözlemlenen değişiklikler bir şekilde o medeniyetin sınırları içinde var olan din veya dinlere yansıyacaktır. Diğer yandan bir medeniyetle ilgili ilke ve kuralların büyük kısmının, dinsel söylemlerle birleştirilmiş şekilde sunulduğu veya var olduğu da görülmektedir. Yani modern öncesi toplumlarda çoğu kez dini buyruklar olarak algıladığımız kurallar aslında bizim bugün tanımladığımız şekliyle dinin sınırları dışına çıkar. Dolayısıyla bu toplumlarda dinsel olanın nerede bittiğini ve dünyevi olanın nerede başladığını belirlemek çok zordur. Bu da dinler üzerine bir tartışmanın aynı zamanda medeniyet alanını da kapsaması gerektiğini getirmektedir.

Yorumlar